Haydarpaşa iskelesine on bir numaralı vapurdan iniyordum akşam pek yaklaşmıştı hava kararıyordu.
Güneş hemen hemen batmak üzereydi biraz sonra battı.
Şimdi etraf gözün görebildiği her yer siyah bir örtüye bürünmeye başlamıştı.
Kalabalık içinde kendimi kurtarıp da iskele üzerinden geçerken sevdiğim bir yüz gözüme ilişti kendi kendime: İsmail dedim sevgili İsmail’in kim bilir anlatılacak hoş anıları vardır.
Aldanmamışım kendimizi büyük iskele üzerine sağ salim attığımız zaman eski dostumun sınıf arkadaşımın koluna girdim nereye dedim.
Fener istasyonuna? Güzel vagonda görüşürüz.
Biz kalabalığın içinden sıkıntılı dar yoldan kurtulmak için biraz hızlı yürüyorduk iskeleden uzaklaşıp da istasyon yoluna girdiğimiz zaman İsmail’in yüzüne baktım beş dakikalık sessizliği bana garip görünüyordu.
Pekala bilirdim buna emindim ki İsmail bu fırsatları kaçırmak istemez.
O; kendi duygusunu eğilimini zevkini bilen eski bir arkadaşla karşılaşıp buluşsun da uzun öykülerini ilgili başarılarını dinletmesin bu olanaksız!
Okul sıralarında bulunduğumuz zamandan beri şu zavallının büyük bir tutkuya tedavisi olanaksız bir hastalığa yakalandığını bilirdik.
Bu tutku; aşk hastalığıydı ve bu hastalık şundan ibaretti: İlgilendiği izlediği her kadını kendine aşık sanmak.
İsmail; yüzünün güzelliği yönünden doğanın lütufluna büyük bağışına sahip olmuş mutlu kimselerdendi.
Koyu kestane saçları büyük ela gözleri ile erkek güzelleri arasında ayrıca bir konuma sahipti hele giyinmekte ki zevki; kendisine şıklık yönünden büyük bir kıymet bir üstünlük veriyordu servet bakımında da talihin lütfuna sahip olmuştu.
Okuldan çıktıktan sonra İsmail’i ara sıra göre biliyordum.
Kendisiyle karşılaştığım zaman beni şen ve neşeli şekilde selamlar şakalar yapar; öykülerini anlatmak için fırsatı eline geçirebildiğine çok memnun görünürdü ve işte o zaman aşk maceralarını sayar dururdu biz de uydurma öyküleri lezzetle hazla dinlerdik.
Oh aşk maceraları öyle bitmez tükenmez olaylar ortaya çıkarır ki İsmail; bu sevda sahnelerinde büyük rolleri fedakarlıkları kadınlara paylaştırırdı.
Bir aşk öyküsünü anlatmaya başlar başlamaz biz önceden bilirdik ki bu yeni aşk sahnesinde de ilk rolü alan İsmail değildir.
Aşk sevda belirtileri ilk defa olarak kızlarda görülür ve fedakarlığı kız yapar kısaca bütün aşk maceralarında kahraman hep kızlardır kadınlardır.
Kaç defa dinlemiştim kendisini sevmiş olan kadınlara hak verir onlara zevk sahipleri arasına eklerdi ve dikkatlerini üzerine çekmeye başaramadığı kadınları bu kusurlarından dolayı hiç bir zaman affetmezdi fakat bundan dolayı meraka gerek yoktur.
Çünkü İsmail’in bu güzel yaratıklar içinde öyle hissiz zevksiz birinin bulunacağına ihtimal vermezdi.
Bu tür öyküsü pek uzundur bunu işite işite artık ezberlemiş gibiydik aşkın sevdanın tatlı pek tatlı mahmurluğunu verdiği bir dakika da sinir krizinin hükmünü uyguladığı bir saniyede yanakları ateşli bir pembelikle sevda alevleri püskürdüğü sırada başını göğsü üzerine koyarak İsmail’e aşkını ilan ettiği zaman?
İşte öykünün tam bu can alacak noktasında İsmail’in ufak bir dudak bükmesi anlamsız bir tatmin olma tavrı vardı ki bunu ünlü oyuncular taklit edemezler.
Sonra yine öyküsüne devam eder söyler söyler sonsuz fedakarlıklar bitmez tükenmez aşıkça öneriler önüne ayakları altına demet demet sepilen aşk sevda sevgi gülleri çiçekleri ve o çiçeklerin içinde bazen açılmaya yüz tutmuş beyaz bir zambak bazen gonca halinde henüz çıkmamış pembe bir gül alır bir defa koklar ve sonra bırakırdı.
Çünkü bu pembe güller bu beyaz zambaklar renklerine kokularına doyulmayan bu çok güzel sevimli çiçekler önüne ayakları altına serpilmeye devam ederdi.
İsmail bu haline ahlakında ki bu garipliğe biz bir çeşit hastalık gözüyle bakardık gerçekten o da bir hastalık ya bir kere aşk öykülerini anlatmaya başladı mı artık o öyküsü bir türlü bitmezdi; çok defalar öyle durumlar olmuştu ki o uzun konuşmalar gideceğimiz yere yetişe bilmekten zamanında yemek yemekten yoksun bırakırdı?
Fakat o kadar garip öyküler vardı ki kocasını terk ederek onunla beraber olmayı öneren güzel kadınlar nişanlısı ile bozuşup kendisine gönül bağlayan genç kızlar onun için bozulmuş evlilikler geri bırakılmış seyahatler düzenlenmiş ziyafetler.
Bu öykülerin her birinde “Kahraman” bulunur; onlarda doğal güzellikleriyle meşhur kızlar kadınlar olacak nihayet ufak bir nedenden önemsiz bir olay kısaca bir hiç için İsmail onları terk ediverecek işte bu uydurma öyküler böyle son bulurdu.
Sözüne son vereceği zaman İsmail aşkının felsefesi genellikle şu sözlerle özetler: Budala hayatımı kendisine bağlayacağımı sanıyorlar kadınlar gerçekten düşüncesizler.
Haydarpaşa iskelesinden çıkıp da İsmail’in koluna girerek istasyona doğru yürüdüğümüz zaman aklım da hep bu eski öyküler geçiyordu dayanamadım kendisine sordum: Nasıl yeni bir sevda macerası var mı? Evet var var amma bu pek dehşetli. Acayip dehşet neresin de?
Hele vagona girelim de öyküm bu sefer acıklı olmakla beraber uzun sonu korkunç ah düşünemezsiniz pek rahatsızım fikrim bedenim bütün varlığım rahatsız?
Görüyorum biraz bozulmuşsun nen var?
Sinir illetine tutuldum Doktorlar ruhumun acısını duymuyorlar, o ince noktalarda ki yaraları tedavi edemiyorlar?
Adam sen de merak edilecek bir şey değil!
İşte bu bir söz ki bin birinci defa olarak senden de işitiyorum merak edilecek bir şey değil pekala pekala amma niçin zavallı insanlardan binlercesi bu derde bu acıya tutuluyor?
Niçin buna sinir diyorlar demek ki bir şey var maddi manevi bir şey var evet var ki tedavisi zor belki de olanaksız?
Ah anlatamıyorum anlatamıyorum; kalbimin ince bir damarının koptuğunu ruhumun bir acı bir keder bir hüzün perdesiyle örtüldüğünü nasıl bir dille anlatayım kime anlatayım?
Ben İsmail’i vagondan içeri iterken o sürekli: Anlatamıyorum ki anlatamıyorum ki diyordu.
Kadife sedirlerden birinin üzerinde yan yana oturduk; birden bire kalkarak pencereyi açtı: Bilemezsin diyordu içimde öyle bir sıkıntı var öyle bir sıkıntım var ki anlatılamaz.
Sana hikayemi anlatayım evet itiraf ederim kalbimi anlayan bir arkadaşa öykümü söylemekle üzerimden büyükçe bir ağırlığın kalktığını hissediyorum sanıyorum ki felaketime herkese özellikle sevdiklerime anlatmakla talihimi utandırmış olacağım bunu uğursuz kaderimden bir intikam alma gibi sayıyorum azizim!
Pek büyük bir felaketiyle karşı karşıya kaldım o kadar büyük ki şimdiye kadar kadınlar üzerinde ki aşk maceralarımın hepsine bedel bir felaket darbesi nasıl tasvir edeyim bilmem öyle dehşetli bir darbeye uğradım ki kalbimin en ince damarlarını kuruttu şimdi oraya kadın aşkı yerine kezzap akıyor oh!
Akan bu acı madde ruhumu yakıyor ciğerlerimi yakıyor bütün benliğimi yakıyor ben bunu hak ettim azizim!
Üzdüğüm bu kadar kalbin feryatları bu kadar kadınların gözyaşları sanki ah evet sanki...
Bundan çokça söylemeyi başaramadı elleri üzüntüden titriyordu, anladım bu defa pek ciddi bir öykü dinlemekte olduğumu anladım kendisine dedim ki: Yoksa geçen aşk maceraların dan dolayı üzgün müsün?
Üzgün mahzun halimi anlatabilmek için bu kelimeler yeterli olmaz bunlarla ruhumun acıları sıkıntıları anlatılamaz azizim!
Bu başka bir hal garip bir macera pek az karşılaşılabilecek bir felaket İsmail biraz durdu; bir şey düşünüyordu.
Zayıf parmaklarıyla saçlarını karıştırdı sanırım öyküsüne nereden başlaması gerektiğini düşünüyor.
Bende şaşırıyordum öykü uydurmakta usta önemsiz bir aşk olayını büyüten velvelelere boğan bu deneyimli arkadaşımın; gerçek bir sevda macerasını anlatmakta bu kadar güçlük çekmesi beni şaşkınlıklar içinde bırakıyordu.
Bu hal bana şu gerçeği anlatıyordu: Bu defa dil söylemiyor kalp söylüyordu.
Beş on saniyelik bir sessizlikten derin bir sessizlikten sonra öyküsünün neresinden başlanılmak gerektiğine karar vermiş olmalı ki gözlerinde bir parlaklık izi görür gibi oldum.
Karşımızda bir şişman kişi oturuyordu büyük karnı vücudundan yarım metre ileriye fırlamıştı.
Dizlerine dokunmamak için kendimizi biraz köşeye çektik koşmuş yorulmuş olmalı ki geniş geniş nefes aldığı sırada birkaç kere zevkle lezzetle hapşırdı.
Bu üzüntüsüz sıkıntısız duygusuz; evet duygusuz kişi karşısında kimse bulunmuyormuş gibi ilgisiz duruyordu o büyük vücudunu o koca karnını güzelce yerleştirecek -hatta iki kişinin kaçırarak- dinlenecek yer arıyordu.
O geçici sessizlikten yararlanarak bu kişiyi dikkatle incelediğim sırada İsmail yüzüme baktım acı bir gülümseyiş arasında bana sanki şunu anlatmak istiyordu: “Beyinsiz duygusuz olmaya da talih mi diyeceğiz? Bunun şu ilgisiz halini görüyor musun ben de şu hali bulmak için dünyada her şeyi terk ederim.”
İsmail biraz bana eğildi yavaş konuşmak zorundaydık.
Çünkü o şişman efendi rahatça derin bir uykuya dalmıştı.
O, öyküsüne başladı: “Geçen sene nisan başlarındaydı kız kardeşim kansızlıktan sinirden rahatsız bulunuyordu hekimler Fener yolu semtlerini tavsiye ettiler; uygun bir ev aradık bulduk.
Nisan haftasındaydı Fener’e taşındık.
Ben bu taraflardan pek hoşlanmadım her gün kaleme gitmek zorunluluğu var o halde bana yalnız bir cuma kalıyordu; bir gün nasıl olsa geçer kız kardeşimin rahatsızlığı için bana katlanmak gerekiyordu.
Eve taşınmamızdan sonra iki hafta geçtiği halde kayda değer hiç bir olay olmadı.
Ev halkı evin düzenlenmesi ile uğraşıyordu ben her nedense her yönü her şeyi kuru olan bu köyden bir zevk bir lezzet duymam onun için zaman geçirmek amacıyla her gün erkence İstanbul’a iniyordum.
Tam iki hafta sonra perşembe günü istasyona gitmek için evden çıktığım sırada yanımızda ki pembe köşkün önünde eşya yüklü iki üç öküz arabasının kendi kendime: Yeni komşular kim bilir nasıl bıktırıcı insanlardır dedim.
Akşam eve döndüğümde zaman bu yeni komşularımızın kim olduğunu araştırmak aklıma bile gelmedi kendilerine ne kadar önem vermiş olduğumu artık anlıyorsun ya!
İki gün sonra bizim evin kapısında içeri girerken annemle kız kardeşimin yanımızda ki evden çıkmakta oldukları gözüme ilişti.
O sırada onları kapıya kadar uğurlayan bir iki kadın yüzü bir hayal gibi gözümün önünden geçti bir kaç dakika sonra annemle kız kardeşim geldi.
Gülerek: Yeni komşularımızdan mı diyordum.
Bilsen İsmail bir kızları var ki melek! Bundan bana ne anneciğim.
Hele bir sesi var olmaz şey şimdiye kadar bu derece güzel sesi işitmemiştim ya annesi hele kendisi o kadar nazik ki fakat bilmem bunları niçin söylüyorum; doğru hakkın var sen yaşadığın sürece bekar kalacaksın değil mi oğlum?
Canım şimdi bunlara ne gerek var şu aralık evlenmeye niyetim yoksa ebediyen annem ile kız kardeşim kahkahalarla gülmeye başladılar.
O akşam yan evin güzeli aklımdan bile çıkmıştı.
Ertesi gün pazardı dışarı çıkmaya üşendim bir süre gazeteler kitaplarla zaman geçirdim.
Birdenbire kapı açılarak kız kardeşim içeri girdi: Ağabey işitiyor musun Naziye hanımın sesini işitiyor musun?
Naziye hanım kim oluyor? Canım şu yan evde oturanların kızı.
Şimdi işim var gevezelik etmeye zamanım yok diye cevap verdim.
Kız kardeşim üzgün olarak odadan çekildi.
Yalnız kaldığım zaman bilmem nasıl oldu anlayamadığım bir duygunun yönlendirmesiyle pencereyi açtım sesi dinlemeye başladım aman yarabbi ne işitiyorum; kendi kulaklarıma adeta inanacağım gelmiyordu.
Tatlı bir hayal içinde dinledim bütün benliğimi o ezgilere vererek dinledim bu kadar zaman nasıl geçmişti bilmiyorum.
Yemekte pek neşeliydim dünkü ziyaret konusu tekrar açılır ümidiyle sözü o yana götürüyordum.
Kadınlara gevezelik ettirmek için o kadar yollar bulduğum halde sözü kabil değil arzu ettiğim yola götüremedim.
Yemekten sonra koltuğa uzandığım zaman şöyle düşünüyordum: Önümüzde bütün bir yaz var, meşgul olacak ciddi bir işim yok bir sevda öyküsünü oluşturacak kız şurada yüz adım ötede bulunuyor güzellik ve inceliğini dün annem övüp duruyor oh eminim o olur olmaz melek adı vermez ne diyordu melek gibi bir kız.
Ben bu düşüncelerimi hayal kuvvetiyle pek ileriye götürüyordum o kadar ileriye ki annemin melek gibi bir kız sandığı şu komşu kızı kendime adete aşık olmuş sanmaya başlamıştım.
İsmail burada durdu; keskin kulak tırmalayıcı bir düdük sesi trenin hareketini bildiriyordu.
O kadife yastıklar üzerine yaslanır gibi bir durum alarak iyice rahat ettikten sonra öyküsüne devam etmek istedi yüzünde yorgunluk eseri görüyordu.
Pek yorgun bulunuyorsanız devam etmeyiniz dedim başka bir gün.
Cevap verdi: Yoksa rahatsız mı ediyorum?
Emin ol dedim tersine bu sevda macerası cidden meraklı bir şey İsmail’in gözlerinde o aralık bir kaç damla yaş gördüm hayret edilecek bir hal İsmail şu bizim layıkıyla tanıdığımız.
Çocukluğundan beri her halini ayrı ayrı inceden inceye bildiğimiz geniş kalpli taş yürekli İsmail bu kadar zaaf göstersin hatta ağlasın vallahi hayret edilecek şey.
Anlıyorum diyordu gözlerimin yaşarmakta olduğunu gördün buna şaşıyorsunuz değil mi ah azizim o senin bildiğin eski İsmail artık değişti şimdi ufacık bir neden önemsiz bir durum bir hiç beni ağlatıyor buna da sinir zaafı diyorlar?
Evet ne diyordum o gün kalbimi tatmin edecek açıklama alamadım fakat sonraları annem ve kardeşimden sırası geldikçe komşu kız hakkında bazı bilgiler ediniyordum?
Fakat o yalnız hayalimde şekil verebildiğim bir melekti gülme evet yalnız hayalimde gerçekten yüzünü bir kere olsun görmemiştim.
Biraz durdu geniş bir nefes almak istiyordu, güya bir şey bir hafakan boğazına hançeresine baskı yapıyordu.
Yavaş yavaş sözüne devam etti: Evet sonraları Naziye hakkın da birçok bilgi aldım fakat bu bilgiler bana istediğim şeyleri öğretmiyordu.
Ben onun hallerini ruhunun duygularını anlamak istiyordum o mümkün olmadı.
Gezmeye çıktığında karşılaşsam hiç tanımadığım bir yabancı hakkında uygun görülecek bir kayıtsızlığa uğrardım o zaman adeta sıkılırdım.
Kız kardeşi anlatıyordu: Bir gün Naziyelerin evinde bulunuyormuş o sırada ben de bizim eve girmek için yolda yürüyormuşum “İşte bizim birader” demiş o da gözlerini benim bulunduğum tarafa çevirmeye gerek görmeyerek “Evet ağabeyine benziyor” demiş.
Oh bu sözden o kadar çok anlamlar çıkarmıştım ki iyice hatırlamıyorum kız kardeşim bunu anlattığı akşam gece yarılarını geçmişti.
Ben uyuyamamıştım sürekli düşündüm sabaha kadar düşünmüştüm bundan ne anlaşılır?
Kız kardeşim ona “İşte bizim birader” dediği zaman o başını bile çevirmeye gerek görmeden “Evet ağabeyine benziyor” diyor.
Demek oluyor ki beni birçok defalar görmüş incelemiş ve kim bilir; belki benimle meşgul olmuş da olmuş ama ne hüküm vermiş ne sonuca varmış?
Bunu keşfetmek olanaksızdı kendi kendime düşünüyordum: Bu derece zarif bu kadar nazik terbiyeli bir kızın benim gibi bir genci beğenmemesi imkansız?
O halde beni gördükçe sokakta karşılaştığı zamanlarda hiç tanımıyormuş gibi soğuk kayıtsız davranması başını kaldırmayarak o güzel yüzünü şöyle uzaktan görmeme olsun izin vermemesi neden?
Ve böyle de düşünürken yine kendi kendime: “Kadınlık gururunu kırmamak erkeklere karşı zaaf eseri göstererek mağlup olduğunu anlatmamak için.”
Kararımı veriyor bu durum aylarca devam ediyordu sabahları yataktan kalkar kalkmaz pencerenin kenarında oturuyorum elimde olmayarak gözlerimi komşumuzun evinin küçük camına dikerek orada bir gölge bir hayal arıyordum ve bu hal akşama kadar devam ediyor.
Akşam olup hava karardı mı şarkı sesleri gelmeye başlıyordu.
Ne güzel şarkılar ne kahkahalardı yarabbi!
Bazen bir talihsiz inlemelerine benzeyen bir hava ortalığa yayılıyordu.
Bazen sesi alçalıyor o kadar alçalıyordu ki ben bile o ince nameleri artık işitemez oluyordum.
Bir gece; ah o geceyi hatırlamak bile kalbimi heyecana getiriyordu; keder dolu olan şarkıyı okuyordu azizim yemin ederim sana o gece bu şarkı bu kederli hava beni harap etti bitirdi.
Of daha etkili kelime bulmam lazım; beni öldürdü inan bana!
O kederli hava o içinde ölüm geçen şarkılar aşkımızın felaketini daha önce bana ilham etti son nefesini veren talihsiz bir gencin dilinden dökülüyormuş gibi sandığım o feryattan bu günkü sonumu önceden hissettim?
Naziye bu şarkıyı her gece söylüyor ve aşkımın felaketini bu günkü sonumu haber veren o feryadı o iniltinin düşmanı olmuştum.
Bulsaydım o şarkının notasını elime geçire bilseydim öyle bir intikam zevkiyle yırtacaktım.
Aşkımın felaketiyle alay eden adeta yüzüme karşı sırıtan o ölümlü şarkıyı öyle bir parçalayacaktım ki İsmail o sırada adeta kendimi kaybetmişti?
Sesi yavaş yavaş yükseliyor yumruklarını sıkarak bilinmeyen semte doğru dehşetle sallıyordu.
Karşımızda oturan rahat tatlı bir uykuya dalan o şişman adam; konuşmanın gittikçe gürültülü bir hal almasından uyanarak rahatsız olduğunu gösterir bir durumda ayağa kalktı vagonun arka tarafına doğru gitti.
Azizim İsmail diyordum bu kadar üzülmeye gerek yok öykünün buraya kadar olan kısmın da ben fevkalade bir hal göremiyorum?
Sonuç ah sonuç çok korkunç hayır sonuç da değil çünkü acı bitmiyor devam ediyor maceramın sonları çok acıdır çok yürek yakıcıdır o derecede ki beni canımdan usandırıyor nasıl anlatayım bilmem bir emel noktası var.
Oraya gidebilmek çok zor imkansız oradan uzaklaşmak mümkün?
Fakat uzaklaşamıyorum bir kuvvet karşı koyamadığım bir kuvvet beni o tarafa çekiyor sürüklüyor ve işte yine o kuvvet; ciğerlerimden kopan kan pırtılarını ona göstermek onun gözlerinden ebediyen saklamak için güle güle yutuyorum?
Aşırıya gidiyorsun; diyordum; daima hayaline tabi oluyorsun geçen olayları kendilerine özgü çerçeve içinde değerlendiremeyecek misin?
Bunun üzerine elini sıkarak zorla gülmek istedim fakat bu mevsimsiz hiç yerinde olmayan yalancı gülüşün yüzüme dudaklarıma hiç yaraşmadığını yaraşmayacağını biliyordum.
Artık anlamıştım ki bu macerasında bu sevda macerasında çok ciddi çok elemli çok acı yönler vardır.
Tren birdenbire durdu kondüktör: Fener yoluna geldik diye bağırdı.
İsmail: Gelmişiz dedi ve başını pencereden çıkararak sözüne devam etti: Görüyor musun şu Fener’e ayrılan yolda ağaçlar arasında ki evi görüyor musun işte orada oturuyoruz evin bir tarafında azıcık görülüyor zamanın uygun olursa gel maceramı sana orada geçtiği yerde anlatmaya çalışırım.
İsmail tam zamanında inmişti vagondan çıkar çıkmaz boru sesi düdük feryadı işitildi tren yavaş yavaş hareket ederken ben düşüne düşüne Fener yoluna giden İsmail’i başımla ellerimle selamlıyordum fakat o dalgın hiçbir şey göremiyor kendisini bütün üzüntülerine ortak olan bir arkadaşın selamlarından habersiz; kendi düşüncesiyle meşgul yürüyordu.
Ertesi sabah; İstanbul’a iniyordum vagonun bir köşesinde oturmuş gazete satıcısının elime tutuşturduğu gazeteyi okuyordum.
Fener yolu sesi etrafa yayıldı o dakikada; dünkü hal hatırıma geldi şurada İsmail’den ayrılırken o bana: Maceramı sana şurada geçtiği yerde anlatayım dememiş miydi böyle meraklı bir macerayı öğrenmek fırsatını ben neden kaybedeyim?
Vagondan hemen atladım şimdi Fener istasyonuna giden demir yolunu takip ederken gözlerimle karşımda beş yüz metre uzakta görülen beyaz badanalı ev onun kanatları altına sığınmış gibi duran pembe evi seyrediyorum bir birlerine bitişik evlerin birinin penceresinde gözlere sevimli bir manzara gösteriyordu.
Kendi kendime söyleniyordum: Evet, işte şu uçta ki oda Naziye hanımın olacak İsmail öyle tarif etmemiş miydi?
Fakat bu maceranın bana bu kadar merak vermesi neden bunu bir türlü anlayamıyordum.
Evin bahçesini çeviren duvarı takip ediyordum şurada iki adım ileri de kapı görünüyor pek erken bu saatte ziyaret uygun değil ama merak beni bundan geç bırakmıyordu.
Kapıdan sonra uzunca bir yol ile eve gidiliyor titrek bir el ile çıngırağı çektim.
İsmail beni kapıda karşıladı sanırım gelişim camdan görmüş olacak candan bir içerikle elimi sıkarak dedi ki: Kalbinin temizliğine emindim ruhumun kederlerini acılarını anladın!
Öykümü dinlemek sonra da beni avutmak için geldin değil mi teşekkür ederim kardeşim İsmail elimden tutmuş olduğu halde biraz önden gidiyordu benim odam dedi ben burasını.
O cümleyi bitiremedi söz söylemesini istenmeyen bir şeyin boğazını tıkamakta olduğunu sandım öteden beriden konuştuktan sonra ben rica ettim o da öyküsünü anlatmaya başladı: İki üç hafta daha böylece devam etti gündüzleri bazen şarkı söyler yalnızca gezmezdi ya ben gerçekten bir tuhaf olmuştum.
Artık hiçbir şeye önem vermiyordum bütün arzum Naziyeyi yakından tanımak ve araştırmak o sırada seviyor muydum bilmem yüzünü zamana kadar yakından asla görmemiştim.
Onun için buna sevda denilmezdi ben buna kapris denilen sinirlilik sonucu bir heves adını vermiştim aldanmışım pek çok aldanmışım!
Bir sabah gayet erken uyandım hayalimde Naziye olmak üzere canlandırdığım o güzel cisim o bedeni görüyordum sarı uzun kirpikler birbirine girerek o yüze başka bir güzellik vermiş.
Yüzüme niye hayretle bakıyorsun bu şiirle karışık sözlerimi ezberlenmiş saçmalar mı sanıyorsun?
Bunlar birdenbire ansızın hatıra gelen şeylerdir aşkın insanı şair edebileceğine inanmaz mısın eğer inanmıyorsan yanlış yapıyorsun!
Evet ne diyordum gözlerim oraya Naziyenin tam karyolasına üstünde o güzel bedeni uyutan karyolaya gidiyordu.
Naziyeyi böyle açık bir halde ilk defa görüyordum sarı saçları doğal olarak kıvırcıktı dikkatle seyrettim: Şimdiye kadar hayalim de Naziye olmak üzere canlandırdığım yüz bunun yanında söndü gözden kayboldu kalbim şiddetle atıyordu gözlerim sanki zaafa uğramıştı.
Titreyen ellerimle pencerenin kenarına dayanarak başımı dışarı çıkardım eski aşk maceralarında genellikle isteğime kavuşturmuş olan bir deneyimden yararlanacaktım?
Saçlarımı parmaklarımla taramakta olduğum halde gözlerimi Naziyeye dikmiş bakıyordum istiyordum ki gözlerimiz birbiriyle karşılaşsın!
İstiyordum ki bakışlarımız birbirine çarparak bayılsın o zaman ben yalvaran imdat arayan bir durum alacak sonra tutulmuş olarak gülecektim.
Bu bir deneme inancıma göre kesin bir deneyim idi ve o ne biçimde karşılık verirse o deneyimin sonucu sayacaktım.
Ben bu aşk vuruşunu tamamıyla hedefe vurmaya hazırlanırken o kayıtsız bir halde beyaz entarisinden çıkardığı kollarını başını dayamış yüzünde ışıklar saçan güneşi seyrediyordu.
Ben öyle beş dakika sinirli bir kriz içinde o tarafa baktıktan sonra Naziye bakışlarının yönünü benim pencereye çevirdi ve bakışlarımızın birbirleriyle karşılaştığını hissettim güneşin ışığı sanki gözleri mi kamaştırmıştı gülmeye çaba gösterdiğimi seziyordum.
Naziye kayıtsız bulunuyordu kendisine çevirdiğim ateşli bakışları ufak bir karşılığa bile uygun görmeyerek yine kayıtsızlıkla içeri çekildi o anda gözlerim karardı bu deneme bana gerçek bir yargı bildiriyordu.
Naziye beni sevgisine layık görmüyor sevmiyordu hemen o dakika şiddetli bir sinir krizi beni yakaladı boğuluyorum sandım sanki iki demir el boğazımı tutmuş sıkıyordu bağırmak istedim sesim çıkmadı imdat çağırmaya çalıştım başarılı olamadım hemen olduğum yere yığılmışım.
O sırada kan ter içinde kaldığımı anlıyordum gözlerimi açtığım zaman kendimi yatakta buldum.
Zavallı annem başımın ucunda bekliyordu.
Ne oldum diye sordum?
O üzgün bir ifade ile: Hiç bir şey biraz sıtma merak etme oğlum cevabını verdi halimde bir fenalık görüyordum?
Ağırca bir hastalığa tutulmuş olduğumu anlıyordum.
Çağrılan doktor; sorulan sorulara: Sıtma cevabını verdi önemli bir şey değil bir haftalık dinlenme biraz perhiz azıcık dikkat ediver ziyadece soğuk algınlığı var.
Bununla birlikte ben halimi iyice anlıyordum derdimi anlamıştım.
Beni sanki aldatmaya çalışan doktorun bu sözleri ruhumu sıkıyordu.
Yatakta bir hafta kadar kaldım annemin kız kardeşimin dikkatleri beni iyileştirmeye yeterli oluyordu bununla beraber kendimde biraz rahatsızlık hissediyordum.
Kız kardeşim ile yalnız kaldığımız zaman kalbimi kemiren o bilinen darbenin intikamını almak istedim: Senin görkemli hanımefendi ne yapıyor?
İnceliğine doğrusu diyecek yok yüz adım ötede bir hasta varken şarkı söylemek teşekkürleri mi tarafımdan iletirsin olmaz mı dedim.
Bazen daha çok bilgi almak ümidiyle: Kibirli hanım efendi hastalığımdan hiç söz ediyor mu diye sorardım.
Kız kardeşim mahzun bakışlarını gözlerimi dikerek yavaşça hayır cevabını verirdi?
İşte o zaman sinirlerim yine coşar isyan ederdi kırılmış olan emellerimin intikamını almak için: O sarı çıyan gururuna yedirir mi derdim.
Şu çirkin soğuk unvanı onun hakkında kullandıktan sonra bilsen ne kadar üzgün olurdum.
Naziyenin sözü açıldığı gün rahatsızlığım artardı bununla birlikte onun sözünü etmekten de yine tat alırdım.
Bir sabah kız kardeşim yine bu sözü açmıştı ben köpürüp de bir takım uygunsuz kelimeler püskürdüğün sırada bana dedi ki: Ağabey yoksa siz Naziye hanımı seviyor musunuz?
Artık o sırada kendimi kaybetmişim demek ki hakaretle karşılık gören aşkım; kırılan mahvolan perişan olan emellerim kadınlara kızlara eğlence aracı oluyordu artık ne yaptığımı bilmiyordum sesimin çıktığı kadar: Yıkıl karşımdan terbiyesiz dedim benim gönlüm o kadar sefil midir ki sarı çıyanların alay etmesine yol açsın Naziye ismini bundan böyle ağzına almayacaksın!
Zavallı kardeşim; uğradığı bu şiddetli azarlamadan çok üzgün olarak odadan çıktı ben uzanmış olduğum koltukta aşkımın felaketini düşünürken evet aşkımın felaketi artık emin olmuştum ben aşıktım?
Aşkın en şiddeti hasretiyle çırpıntılarıyla heyecanlarıyla aşıktım fakat ümitsiz bir sevda!
Neden nedenini anlayamıyordum lakin bir şey bir ses sanki nereden geldiği bilinmeyen gizli bir ses bana diyordu: Sen talihsizsin!
O aralık annem içeri girmiş; benim böyle düşüncelere dalmış olduğumu görüp mahzun mahzun seyrediyormuş; Yavaşça bana dedi ki: Ne düşünüyorsun İsmail yavrum annen seninle konuşmaya gelmişti.
Konuşmaya mı cevabımı verdim aklıma o sıra neler gelmişti?
Mesela Naziyenin annesiyle benim annem arasında kararlaştırılmış bir evlilik bana kabul etmem için uyarıda bulunacak ben biraz nazlanacağım sonra ısrar edecekler ben de kabul etmiş bulunacağım işte o zaman karanlık bulutlar altında kalmış olan mutluluk ufkum da yeni güneşler doğacak bahtiyarlık yüz gösterecek bu düşüncelerin verdiği neşe ile: Emrinizi bekliyorum cevabını verdim?
Oğlum sen öteden beri karşısındasın bilirsin ki ben annelik görevini yapmak için seni evlendirmeyi ne kadar istedim razı olmadın serbest kayıtsız yaşamayı arzu ediyorsun!
Pekala buna bir şey denilmez fakat bu halde o hakkı o sırayı diğerlerine bırakmalısın mesela kız kardeşin?
Sözünü keserek hemen dedim ki: Böyle kurallara ne gerek var anneciğim kız kardeşime uygun bir isteyen çıkmışsa düşünmeye ne gerek?
Siz mutluluğumuzu tabi sağlamaya çalışırsınız benim evlenmemem buna engel değil bir erkek için evlenmek her zaman olur.
Fakat kızlar öyle değil mi anne?
Kız kardeşim artık yirmi yaşını geçiyor evlenme çağı gelmiştir fakat isteyen kim onu hala anlayamadım?
Naziye hanımın büyük biraderi Mehmet Bey bu gün istediler ben kararımı seninle konuşmamız sonucuna bıraktım demek ki sen de uygun görürsün.
Mehmet beyi yakından tanımam biraz var ama hakkında olumlu bir karar verebilecek derecede özel durumlarını bilmiyorum fakat siz tabii araştırmışsınız o yön başka ancak bu evliliğe benim durumum engel olamaz.
Sözü daha fazla uzatmaya bende kuvvet kudret kalmamıştı korkuyordum ki kendimi kaybederek sesim çıktığı kadar?
Beni verem etmek mi istiyorsunuz halimi görmüyor musunuz?
O kibirli o gururlu kızı sevmekte olduğumu ölerek çıldırarak sevdiğimi hissetmiyor musunuz?
Yoksa yaramaz çocuklar gibi bana filanı alın yoksa kendimi öldürürüm diye feryat etmemi mi bekliyorsunuz diyecektim.
Acıdan üzüntüden titremekte olan ellerimle camı açtım yine o hüzünlü şarkılar, yine o ölüm havası sinirleri krize kalbi heyecana getiren hazin ezgiler mezardan yansırcasına kederli iniltiler.
Ertesi gün kendimi biraz daha rahatsız bulunuyordum vücudumda dehşetli yorgunluğa benzer bir durum bir kararsızlık tuhaf bir kesinlik vardı.
İki gün sonra valide hanım bana şu haberi getirdi: Söz verdik pazartesi günü nikah; daha altı gün var bedenen iyisin değil mi?
Oğlum evimizin erkeği sensin bu nikahta bulunacaksın ya iki gözüm?
Elbette bulunurum cevabını istemeyerek verdim kız kardeşimi biraz sıkmak istiyordum.
Yanıma geldiği zaman birdenbire: Sizin baldız pek keyifli şarkı söylüyor dedim zavallı kardeşim utancından kendini dışarı attı?
O gün gezmeye çıkmıştım çam ağaçlarının altına doğru ilerliyordum.
İsmail gelir misiniz diye ses işittim baktım Mehmet selamlaştık.
O rahatsızlığımı işittiğinden gelip beni ziyaret edeceğinden söz ederken ben yine ümitlerim üzerine güzel hayaller kurmakla meşguldüm.
Beni Mehmet’i huzuru da sıkmaya başlamıştı bundan böyle sık sık görüşme sözü vererek yanından uzaklaştım.
Eve geldiğim zaman kararımı vermiştim anneme işi anlatacaktım.
Her iki anneler arasında konuşulduktan sonra olacak ah evet; Naziye de razı olursa resmen isteyeceğim.
Fakat işi anneme nasıl açmalı ne demeli kızın kötülemedik hiçbir tarafını bırakmamıştım, şimdi ne diyecektim burası beni çok düşündürüyor.
İki gün böyle geçti perşembe günü Mehmet “Rahatsız ettim af buyurunuz babam sizinle görüşmek istiyor uygunsa evimize gelir misiniz?
Mehmet beni kapıda karşıladı babasının yanına gittik sonun da biraz utangaç tavırla dediler ki: Kalbim şiddetle çarpmaya başlamıştı.
Söylenecek bir sözü dili altında dolaşıp duran bir cümlesi var onu bir türlü söyleyemiyor.
Biraz karasızlıkla sözüne devam ederek dedi ki: Evet gıyabınızda güzel kişiliğinizi işitmekle övünürdüm şimdi aramızda oluşan akrabalık şerefi o övgüyü bir kat daha arttıracaktır.
Buna şüphe yok kulaklarıma inanamayacağım geliyordu akrabalık aman yarabbi; ne işitiyordum; akrabalık ben kendimden söz edildiğine kesinlikle emindim ah bu söz bu akrabalık sözü kalbimi ne tatlı bir neşe içinde bırakmıştı.
Ben artık dikkatle sözün sonunu bekliyordum o saygı değer kimse; gizleyemediğim mutluluk izlerini bir kere layıkıyla süzdükten sonra sözüne devam etti Erol tanır mısınız?
Böyle bir soruya hedef olacağımı ümit etmiyordum aylıklanmışım kuşkularımı gidermek için açıkladı: Evet tanırım hem pek güzel layıkıyla tanırım okul da altı yıl birlikte okuduk altı yıllık bir hayat; insanı iyice tanımak için yeterlidir ben kendisini pek severim.
Ben bu sözleri ezber edilmiş bir ders okur gibi söylüyordum biraz önce ki sorunun bende yarattığı şaşkınlığın etkisini atmak için böyle uzun sözler söylemek gerekti.
İktidarının derecesini ben denizde işittim tamamıyla uygun fakat asıl öğrenmek istediğim ahlakıdır ahlakı… ahlakı…
Emin olunuz hiçbir leke getirmez Erol olgun bir insandır.
Erol; temiz bir kalbe sahiptir af buyurunuz ama bu kadar ayrıntılı neden almak istiyor sunuz?
Şimdi ben denizde orasını açıklayayım bey oğlum Erol kızımı istetmiş.
Bu evliliği hepimiz uygun bulduk ancak sizin sınıf arkadaşınız olduğu akşam Mehmet söylüyordu kesin kararımı sizden alacağım bilgiden sonraya bıraktık.
Demek siz de uygun görüyorsunuz aklıma bir şeyde geliyor bilmem uygun bulur musunuz?
Her iki nikahı da bir arada kıymış olsak ben denizce daha şerefli olur.
Aklımı nasıl kaybetmediğime hala hayret ediyorum?
Bütün benliğim bir keder bir endişe bulutuyla örtülmüştür.
En şiddetli dalgınlıklar da herkesin başına geldiği gibi hiç bir şeyi açık olduğu gibi göremiyordum bütün her şey bana müphem dumanlı sisli bulutlu görünüyordu.
Naziyenin abisi Mehmet yanıma geldi: Bizi diğer bir şerefle sevindirir misiniz diyordu.
Erol biraderimiz sizin şahit sıfatıyla nikahta bulunmamızı arzu ediyor ve bilhassa bunu rica ediyor biz de o ricaya iştirak ediyoruz.
Ne garip talih görüyor musunuz; takdir ediyor musun azizim kendi felaketime şahit olacağım emellerimin yıkılmasına saadetim tarumar olmasına kendi elimle hizmet edeceğim o dakikada sinir buhranından hasıl olan bir heyecan yüzüme yalancı bir tebessüm getirdi.
Gülüyordum fakat ne acı gülüş değil mi pekala dedim emrinize itaat ederim benim için bu cümleyi bir türlü bitiremiyordum?
Dilime bir tutkunluk şiddetli bir tutkunluk gelmişti ve bu söz söylememe engel oluyordu.
Artık bundan sonrasını hatırlayamıyorum demek son ümit de işte şu dakikada yok oluyor “Hepimiz uygun bulduk.”
Kelimeleri gözümde büyüdü; o derece büyüdü ki gözlerimin önünde ufuksuz keder alemleri hudutsuz endişe dünyaları açıldı.
Başım döndü gözlerim karardı karardı ve o karartı arasında görüyordum: Naziye gelinlik saten elbisesiyle Erol’un koluna girmiş gidiyor; Erol bütün ümitlerimi bütün emellerimi of bütün mutluluklarımı bütün hayatımı almış götürüyordu arkalarından koşmak onlara yetişmek için yerimden fırlamıştım.
Sonralarını artık hatırlamıyorum bizim evin kapısından girerken gözlerimin karardığını midemin bulandığını hissettim?
Odama güçlükle ulaşmayı başardım orada bir ölü gibi halının üzerine düşüp uzanmışım yere?
Birdenbire düşmemden çıkan şiddetli gürültü üzerine koşup geldiler.
Bende sinir krizi başlamıştı sinirlerim tutulamayacak bir biçim de titriyordu boğazımın damarları geriliyor gözlerim kararıyordu.
Ben ölüyorum diye bağırmış ve bayılmışım, bayıldığım zaman bütün aile üyelerinin odada bulunduğunu ve kederli gözlerinin benim üzerime dikilmiş olduğunu gördüm onlarda gördüğüm bu çok üzüntülü halden durumumun fena olduğunu anladım.
Doktor yeni gelmişti sinir krizi yine şiddetle devam ediyordu kolonya ile kollarımı ayaklarımı ovuyorlardı.
Yine o alem gözümün önüne geldi beyaz saten gelinlik elbisesiyle Naziyeyi görüyordum “Herkes uygun bulmuş” öyle mi?
Demek Naziye de uygun görmüş o da kalbimin en son ümidini ortadan kaldırmaya yürümüş gidiyor öyle mi onu takip etmeli değil mi?
Yerimden kımıldamak istedim; beş altı kol beni tutmaya çalışıyordu ve sinirlerim kuvvetli bir elektrik akımına tutulmuş gibi dehşetle şiddetle titriyordu?
O beyaz gelinlik elbisesiyle Naziye hayalimden kayboluyor gözlerim kararıyor bir karanlık derin bir karanlık arasından onları Naziye ile Erol’un kol kola gittiklerini görüyordum yerimde kalkmak istedim başaramadım: Ölüyorum diye haykırdığımı biliyorum?
Gözlerimi kapadım halsiz güçsüz kuvvetsiz düşüp bayıldım o baygınlık içinde etrafımda mevcut olanların ağlamakta olduklarını işitiyordum gerçekten ölüyor muydum.
Yoksa ben ölmeye mahkum muydum?
İsmail burada durdu devam etmek için kendisin de kuvvet kalmamıştı.
Yavaşça ve kararsızca diyordu ki: Sanırım sinir krizi yine başlayacak belirtiler görünüyor işte görüyor musun boğazımın damarlarını görüyor musun nasıl geriliyor sertleşiyor yatak odamdan kolonya şişesini alır mısın?
Ben ne yapacağımı şaşırdım yatak odasından kolonya şişesini hemen aldım geldim kendisinin anlattığı üzere bileklerini boğazını kolaya ile ovmayan başladım.
Sinir krizi geçer gibi oldu fakat zavallı İsmail öyle bir yorgunluk çok yorulmuşlarda görülen öyle bir gevşeklik gelmişti ki daha çok rahatsız etmemek için kendisinden izin istedim?
Bana özür dileyerek diyordu ki: Beni hoş gör bu durum elde değil bugün maceramın tamamlamak istiyordum.
Çünkü ikinci bir defa daha bu işkence ile karşılaşmanızı istemezdim bitiremedim artık diğer bir güne olmaz mı kardeşim?
Evet ben de gitmek için izin isteyeceğim bu gün öğleden önce iş yerinde bulunmam gerek diğer bir gün olmaz mı seni yolcu edemeyeceğin hoş gör!
Düşünmeye dalmıştım ne düşünüyordum kapıda çıkmak üzere iken: Vay ne güzel rastlantı; İsmail’i görmeye mi gelmiştiniz nasılsınız?
Baktım Erol İsmail kadar sevdiğim okul hayatımdan çok değeli bir arkadaşım Erol elini elime aldım içtenlikle sıktım: Mutluluğunu tebrik ederim diyordum.
İsmail bana hepsini anlattı bu cümleyi söz bulabilmek için söylemiştim.
İsmail bana o üzgün macerayı söylerken anlamıştım ki Erol’un mutluluğu zavallı İsmail’in felaketini hazırlamış işte onu böyle yıkım perişan etmişti bitirmiş fakat Erol’un ne günahı vardı?
Teşekkür ederim dedi tebrikiniz pek geç fakat içtenliği dolayısıyla çok değerli.
Ancak o mutluluğu o bahtiyarlığı ben İsmail’e borçluyum zavallı çocuk; bilsen azizim ne kadar üzülüyorum şu merak bu garip hastalık kendisini günden güne bitiriyor bütün aile hepimiz üzerine titriyoruz şu meraktan kurtarabilmek için ne gibi araçlara baş vurduğumuzu bilsen gülmekten bayılırsın!
Geçenlerde bir kitap okumuştum şarkı dinlemek sinir krizini yatıştırmak için çok etkiliymiş; Eşim her sabah o uyanmadan şarkı söylemeye başlıyor.
O ezgilerle kendini uykudan uyandırıyor ne dersin?
Bu denemede çok başarılı olduğumuzu söyleyecek olsam inanır mısınız?
Evet sizi temin ederim İsmail o sesle uyandığı günler hiç acı çekmiyor kriz izleri görünmüyor sizi yolunuzdan alıkoydum ama affedersiniz değil mi?
Şaşkınlığım dakikadan dakikaya artıyordu cevap vermiş olmak için dedim ki: Biraz önce yine rahatsızlığı tutmuştu bunda mutlaka bir neden olmalı!
Hayır hiç bir şey hiç bir neden yok biraz hazım sızlık işte o kadar bundan böyle görüşürüz değil mi?
Artık cevap vermeye bile gerek görmedim; kendisini saygıyla selamlayarak evden dışarı çıktım otobüs durağına doğru adeta koşmaya başladım.
Yolda ne düşündüğümü ne garip değerlendirmelerde bulunduğumu anlatmak olanaksız ben İsmail’in bulunduğu durumu düşünüyordum.
Felaketine acıyordum zavallı İsmail; Zavallı Çocuk...
O günlerde işlerim o kadar yoğundu vakit bulup da İsmail’e gidemedim macerasının sonucunu ne kadar üzücü olduğunu anlıyordum cesaretim kırılmıştı.
İkinci defa onu görmek için kendimde bir türlü güç bulamıyordu.
On beş gün kadar geçmişti sanırım sıcak hava esen o ılık rüzgar bana bazen gece uykusunu kaybettirdi.
O zaman İsmail’in durumu gözlerimin önüne geldi: Şiddetli aşk anlatılmayan üzüntülü bir sevda yalnız bir gönülde kalanı yalnız bir gönlü yıkan bitiren çok kuvvetli bir sevgi sevilen; sevildiğinden bile belki haberi yok sabahları beyaz gelinlik elbisesiyle saçları perişan bir halde en yanık en üzücü ezgilerini hafif esen rüzgara serperken seven uyanıyor ve çok üzgün feryatlar için de gözlerini açtığı zaman sevdiği karşısında gül yanaklarına çok yaraşan tatlı hafif bir gülüşe gülüyor ne mutlu değil mi?
Hayır mutlu değil mutsuzluk çünkü bir saniye sonra o akşam sonsuza dek söndürdüğüm bu sevgilinin olmayacağını anlamaktan oluşan bir acı ile bu acının kalbine açtığını çok derin bir yara ile ümitsiz bitkin titriyor bunun bu hazin macerayı düşünmek bile insanın tüylerini ürpertmeye yeter.
Bir gün masanın önün de oturuyorum “Sevdiğim” Bir gazeli” Fuzuli’nin bir gazeli tahtmış” başlıklı bir saçmayı “Tiyatroda bir gece” isimli bir öyküyü gözden geçiriyordum.
Bunları okumak için kaybettiğim zamana acıyarak birer birer sepete attığım sırada ufak bir zarf gözüme ilişti diğerlerinden önce onu açtım.
İsmail dendi şu satırları okudum: Şimdiye kadar bekledim gelmedin bu akşam seni bekliyorum yarın seyahat etme arzusundayım mutlak beklerim!
Gerçekten İsmail’i on beş günden beri aramamam hoş olmadı o gün akşam üzeri İsmail’in seyahati nedenlerini zihnimde araştırıyordum.
Belki merakımı gidermek için bir geziye gerek duymuştu Tren istasyonda durduğu zaman İsmail’i orada ayakta gördüm beni bekliyordu: Gelmemiş olsaydın darılacaktım diyordu seni yolundan çevirmek için burada bekliyordum fakat gerek kalmadı.
Ellerimi içtenlikle sıktıktan sonra sözüne devam etti: Birden bire böyle bir seyahate kalkışmak bilmem ne anlam verdin?
Buna verdiğim anlam gayet sade küçük bir “Kapris” senin de benim de bildiğimiz sinir.
Evet evet sinir pek doğru bulmuşsun!
İsmail acı acı güldü: Maceramı sana tamamıyla anlatmadan buradan gitmek istemedim.
Teşekkür ederim diyordum.
Fener bahçe buraya yakındır yavaş yavaş oraya kadar gidebiliriz bilmem yoksa yorgun musun?
Hayır Fenerde güneşin batışını da seyretmiş oluruz.
Ben ağır adımlarla ilerliyordum biraz sonra bana yetişti ve yine beraberce yürümeye başladık.
Diyordu ki: Yemekte arzu ettiğimiz gibi konuşamayız Fener’de güneş batarken etrafa yaydığı o garip hüzün içinde maceramı anlatmak ve bitirmek istiyorum eğer o macera bununla bitecekse yazık hiç sanmam.
Fener bahçeye gidince kadar öteden beriden konuştuk on dakika sonra Fener bahçeye bulunuyorduk.
Deniz kenarına yakın yerde asırlık ağaçlardan birinin altına koydurttuğu muz sandalyelere oturduk bu manzarayı bir müddet seyrettik.
İsmail diyordu ki: Şu gurup manzaraları seyrederken kaç defa ağladığımı bilir misin?
Bunların bana nasıl etki ettiğini bilemezsin sevda felaketi insana başka bir hal veriyor.
Kimsenin görmediği en küçük en nazik şeyleri gösteriyor kalbi pek ince duygulara alıştırıyor maceramın neresinde kalmıştım?
Evet hatırlıyorum odamda düştüm bayıldım.
Doktor “Hazımsızlık sinir zaafı” diyordu bir takım boş ilaçlarla beni tedaviye kalktılar.
Ben bunların bir fayda veremeyeceklerini anlıyordum bizmutu potaslı bromürler bana ne yarar verebilirdi?
Fakat annemin ısrarına karşı duramazdım o ilaçları o mide bozan ilaçları istemeyerek kullandım midemde bozuldu.
Pazartesi nikahın günü kararlaşmıştı.
Biliyorsun ya her iki nikah da bir arada kıyılacak.
Annem cumartesi günü benden soruyordu: Rahatsızlığın uzadı oğlum, diyordu; nikahı yoksa birkaç gün sonraya mı bıraksak?
Buna gerek yok dedim nikahın birkaç gün sonraya atılması uygunsuz olur ben de o gün nikahta hazır bulunurum bizim tarafımızdan geri bırakılması bazı dedikodulara neden olabilir.
Sonun da o gün geldi o gün ki emellerim büsbütün altüst oluyordu bütün ümitlerim kesiliyordu.
Naziye ile aramızda yüksek bir set aşılması imkansız bir duvar oluşuyordu.
İşte o gün; bedenimde kalmış olan son kuvveti topladım en beğendiğim elbisemi giydim Nikah töreninde resmi olarak hazır bulunacaktım iyice hatırlıyorum.
O gün Mehmet: Evet evet; diyordu şereftir o biliyorsun.
Nikah dairesinde bir koridora gittik; ben kapının sağ tarafında durdum.
Nikah memuru; beyaz sakallı muhterem bir ihtiyar bu gibi işlere alışık olduğunu gösterir bir tavırla işlemlerini yerine getirdi ben bunlara dikkat bile etmiyordum.
Sonunda: Bu beyler şahit olsunlar mı sorusunu sordu?
O dakikada sandım ki gözlerim dışarı fırlayacak.
İşte bu son kelime son cevap hayatımı zehirleyecekti.
Bütün ümitlerimi bütün emellerim kökünden yıkacak, bütün arzularımı ta temelinden kıracak bitirecek harap edecekti.
O dakikada bağırmak istedim: Naziye halimi anlamıyor musun seni çıldırasıya sevdiğimi hayatın bana sensiz bir işkence olacağını bilmiyor musun diyecektim.
Boğazımın damarları çekildi gözlerim yine dumanlandı yine sislendi.
Bedenimden sanki kuvvetli bir elektrik akımı geçti şiddetle dehşetle sarsıldım.
O sarsıntıya dayanabilmek o sarsıntının tesiriyle yere düşmemek için açık bulunan kapının bir tarafına ellerimle tutundum.
İçeriden bir ses, bir cevap işitmiyordum.
Soru, O; beyler şahit olsunlar mı sorusunu tekrarladı.
Yine cevap yok o saniye içimde ne hülyalar kuruyordum.
Üçüncü defa olarak yine aynı soru tekrar edildiği zaman nikah memurunu gevezeliğine artık canımı sıkılmaya başladı bir zavallı kız bu derece baskı altında tutmak doğru muydu?
O bir saniyelik ara o saniyelik duruş bende bilmem ne etki oluşturdu idama mahkum olanların son dakikalarında hissettikleri gibi bende bir şey garip anlatılması imkansız bir şeyler hissediyordum.
Sonunda o cevap o “olsunlar!” cevabı benim benliğimden çıkardı.
Şimdi orada bulunan kişiler artık çekiliyorlardı.
Halbuki ben yürüyecek bir halde değildim kendimi biraz toparlamak için dinlenmeye muhtaçtım.
Kadınların seslerini güzelce işitiyordum Naziyeyi tebrik ediyorlardı.
Bir aralık annemin sesini işittim: Darası İsmail’in başına diyordu.
O dakikada başıma sıcak sular dökülüyordu ateşler yıldırımlar cehennemler yağıyordu.
Nikah Haziran başında kıyılmıştı ben de bir süre buradan uzaklaşmak istedim annem düğün de bulunmamı istiyordu.
Ben de o zamana kadar döneceğimi kendisine söz vermiştim.
Halbuki gittikten sonra düşündüm: Niçin düğünde bulunayım da ikinci bir sarsıntıya bir darbeye uğrayayım dedim.
Anneme yazdım düğünde bulunamayacağımı bildirdim ölmüş gönlümü tekrar canlandır maya çalışıyordum.
İstanbul’a döndüğüm zaman yeni gelin güveylerin balalarının ilk haftalarında evlilik mutluluklarının olgunlaştığı bir zamanda bulacaktım.
Gönlüm istiyordu ki Erol; Naziyeyi benden gizlesin bilmem neden bunu gönlüm o derece şiddetle arzu ediyordu ki bu arzumda şüphesiz çok haklıydım düşünüyordum ki?
Naziyenin karşısında bulunmak onunla daima özgürce konuşmak beni sıkacaktı.
Kalbimi ezecek harap edecekti haliyle bu yeni evliler karşım da sevişecekler gülecekler eğleneceklerdi.
Ve ben bu mutluluğu kaçırdığım bu mutluluğu bir diğerin de kendi gözlerimle görecektim.
Onlar benden mutluluklarının derecesini belki saklamak isteyeceklerdi.
Fakat ben bunu; bakışlarından en önemsiz sözlerinden keşfedecektim o zaman kalbimde yeni yaralar açılacaktı.
Onlar Mesela; bilsen ne kadar mesuduz deseler benim kalbimde bir ses nereden geldiğini anlayamayacağım gizli bir ses bana acıyan benim için ağlayan bir ses: Ne kadar mutsuzum!
Diye fısıldayacaktı kendi kendime: Ooh; bu duruma katlanılmaz dedim bunun için Erol’un şiddetli bir kıskançlığı sonucu olarak Naziyeyi bana göstermeyecek olmasını diliyordum.
Fakat bu beklentilerim bu arzularım gerçekleşmedi ve işte Naziye ile karşılaşmak felaketine şu dakikada uğramıştım.
Naziyeyi ilk defa karşımda gördüğüm zaman dikkatli olarak yüzüne bakmaya bile cesaret edememiştim.
Ben uğradığım felaketten sonra artık aşkımı gömmek ebediyen ölüme mahkum etmek istiyordum.
Bunu başarırsam iyileşeceğimi ümit ediyordum.
Fakat işte onu da başaramamıştım talihim çektiğim acıların devamını istiyordum ne garip talih ne üzücü durum değil mi?
İsmail bunları söylerken güneş de tamamıyla batmıştı şimdi ufukta yalnız koyu kırmızı bir perde yangın alevine benzeyen bir kızıllık görünüyordu.
Artık gidelim değil mi dedi kalktık; koluma girdi yavaş yavaş yürüyordu: Bu şekilde yaşayış iki ay devam etti.
Sonunda bir gün az kaldı kendimi kaybediyordum.
Bir gece Naziye yine benimle beraberdi size pek sevdiğim bir şarkıyı söyleyeyim diyordu.
Annem ile beraber yan yana koltukta oturuyorduk.
Naziyenin sesi titremeye başladı, ben mest olmuştum yavaş yavaş ağlamaya başlamıştım.
Annem merakla soruyordu: İsmail niye ağlıyorsun yavrum?
Bu bir ölüm şarkısıdır.
Bundan sana ne iki gözüm?
A kızım sen de tuhafsın hasta çocuğun yanında söyleyecek başka bir şey bulamadın da bu şarkıyı mı söylüyorsun!
Zararı yok anneciğim darılma geçer geçer.
Naziye şarkı söylemeyi bırakmıştı.
Gönlünü almak için yanına gittim kendisine dedim ki: Kardeşim ah kendisini kardeşim diye çağırırım ben ölürsem evet belki ölürüm.
Rica ederim tabutum kapıdan çıkarken sen bu şarkıyı söyle buna söz verirsin değil mi?
Dargın bir tavırla: Anne hanım bakınız İsmail Bey ne diyor?
Ne diyor kızım?
Ben ölürsem.
A! A! Düşman başına ben böyle ölüm sözleri istemem siz yoksa çıldırdınız mı?
Evet gerçekten çıldırmıştım.
İsmail koluma dayanıyordu biraz durdu ben de durmak zorun da kaldım bir iki dakika sonra sözüne yine başladı: Onlar uzakta oturuyorlardı tabi görüşmeler azadı.
Bizde birkaç gün misafir kaldılar dikkat ediyordum.
Naziye bana başka bir gözle bakıyordu.
Kendisine kardeşim diye hitap ettiğim zaman yüzün de garip bir değişiklik oluşuyordu.
Bir gün bana dedi ki: Beni kendi ismimle niçin çağırmıyorsun?
Dilim varmıyor kardeşim.
Ah bu erkekler, bu erkekler.
Zavallı erkeklerin bunda bilmem ne suçu vardı.
Bayramın birinci günü evlerine gittim.
Erol Mehmet hepsi orada erkekler birbirleriyle bayramlaştılar.
Ben Erol ile bir birimize sarıldık.
Kız kardeşimi saçlarından öptüm o da benim ellerimi öptü.
Naziye bu manzarayı seyrediyordu.
Erol eşine dedi ki: Naziye ne duruyorsun sen İsmail’le bayramlaşmayacak mısınız yoksa bir birinize dargın mısınız?
Bu öneri onu ne yapacağını bilmeyecek bir derecede şaşırmış.
Yüzün de hafif bir kırmızılık oluştuğu halde titreyen adımlarla bana doğru geldi.
Ben ne yapacağını bilmediğim için hayretle bakıyordum elini uzattı.
Yavaşça çekingen bir tavırla elimi aldı dudaklarına doğru kaldırdı.
Kendisi de eğildi o ateşli dudaklar elimin üstüne sıcacık bir sevda öpücüğü kondurdu; o dakikada kalbim şiddetle çarpmaya başladı çok zor bir durumda kaldığımı anlıyordum?
Enişte beyle Erol gülmeye başladılar neşeli kahkahaları arasın da diyorlardı ki: Öyle değil mi ya ihtiyarların elleri öpülmez mi?
Konuşmanın bu şekle girmesi beni o zor durumdan kurtarabilecekti?
Çünkü o sırada ayaklarımın titrediğini kendimi tutamayarak hemen orada yığılabileceğini hissediyordum kendimi topladım.
Ve onlara dedim ki: Pek doğru ben de bir çeşit ihtiyarım kalp ihtiyarlıyor beden hasta olursa buna ne başka anlam verilir?
İsmail’i ara sıra hatırladığım zaman zavallının felaketine üzülürdüm.
Bir gün mektubunu aldım bana şöyle yazıyordu: Kardeşim felaketimi devam ettiren acıları hatıraları hayalimden silmek için yaptığım bu gezi boş çok boşuna oldu.
Benim için o işkenceden o acıdan uzak yaşamak olanaksız bunu artık pekiyi anladım.
Ondan uzak bulunmak; yaşamak değil yavaş yavaş ölmek Zavallı İsmail!
İki ay geçmişti Temmuz’un ateş püskürdüğü bir gün sanırım öğleden biraz sonraydı?
Öyle sıcak ateşli havalarda oradan geçmek ne kadar hoştur benim öteden beri garip bir alışkanlığım vardır.
Çarşıdan geçtiğim zaman kesinlikle bedestene uğrardım işte bu sırada omzuma bir el dokundu başımı çevirdim: İsmail bu defa seni yakaladım diyordu.
Ayağa kalktım bin türlü özürler dileyerek sevgili arkadaşımın ellerini sıktım.
Rica ederim; diyordum suçumu yüzüme vurma ziyaret edemedim seni aramadım bundan dolayı suçluyum itiraf ediyorum af istiyorum artık bu konu bitti değil mi?
Tatil sana bayağı yaramış şimdi nasılsın bakalım?
Birdenbire bana sordu: İçinde bulunduğum sevda tufanının her noktasını biliyorsun doğru söyle bana nasıl bir davranışta bulunma mı önerirsin?
Sabır ve tahammül özellikle devamlı bir sabır?
İçtenlikle arkadaşcasına birbirimizin ellerini sıkarak ayrıldık.
İşlerime ait işlemleri bitirmiş rahatça gezebilmek için artık kendi başıma kalmıştım.
O zaman sevdiklerimi ziyarete başladım her gün bir tarafa gidiyordum.
Akrabadan birini görmeye dostlarımdan biriyle görüşmeye koşuyordum.
Sırada bir gün Erol’a rastladım önemli bir şey unutmuş gibi sordum: İsmail nerede oturuyor kendisini görmeyi pek arzu ediyorum da?
Bebek’te ki evde zavallı çocuk kendisi için bilseniz ne kadar üzgünüm annesiyle şimdi oraya çekildi.
Ağustos içinde bir Cuma günü gökyüzü yere sanki ateş püskürüyordu?
O kadar sıcak ki yalnızlık da bilseniz canımı ne kadar sıkıyordu?
Yanımda konuşacak birini bulsam bu derece sıkılmayacaktım?
Gayet sevdiğim bir kişiyi gördüm yanıma geldi: Bu ne sıcak hava diyor bu kimse; İsmail’in komşusuydu kendisiyle karşılaştığıma memnun oldum.
Öyle ya hemen dört ay oluyor ki İsmail’i görmedim sağlığı hakkında bu kimseden bilgi alabilirim sordum: İsmail ne durumda kendisini görüyor musunuz?
Arkadaşım birdenbire fena halde bozuldu ne diyeceğini şaşırmış insanlar da görülen tuhaf bir hal ile: Ha İsmail mi dedi zavallı gitti!
Ben de şaşkınlıkla sordum: Nereye? Sonsuza.
Allah aşkına gerçek mi söylüyorsun?
Pek sahi dün şehitlik civarında ki mezarlığa gömdük.
Yerimde fırladım Vapur Rumeli Hisarına yanaşmak üzereydi.
Kendimi iskele üzerine attım; orada ilk karşılaştığım kayığa bindim.
Aşağı doğru çekmesini kayıkçıya işaret ettim akıntıya kapılmış süratle gidiyorduk.
Ben ne düşünüyordum hiç bununla birlikte zihnim karma karışık bir takım şeylerle dolu idi korkunç hayaller gözümün önünden geçiyordu.
Yalnız arada bir dilimden “O da öldü o da öldü” sözleri dökülüyordu.
Evin önüne gelmiştik işaret ettim kayıkçı durdu hemen rıhtım üzerine atladım.
Evde tam bir sessizlik hüküm sürüyordu sanki evi bir ölüm sessizliği kaplamıştım.
Kapının önüne geldiğimde düşündüm ben şimdi buraya niçin geliyordum?
Bilmem bu yer İsmail’in yaşadığı son nefesini aldığı bu yer bende derin bir etki bırakıyordu.
Oraya ne amaçla gidiyordum bunu anlayabilmem mümkün müydü?
Elimi zili düğmesine uzattığım zaman titriyordum.
Kapıyı açan kişiye ne soracağımı zihnimde bir türlü toparlayamıyordum.
Ben bu evde artık kimi sorabilirdim halimde ki perişanlıktan karasızlıktan amacımı anlayarak: Erol yarım saat önce çıktı Mehmet’te sabahleyin erkenden İstanbul’a indi.
Artık orada durmaya gerek var mıydı dışarı çıktım sahil boyunca yürüyordum.
Biraz daha ilerleyince gözümün önüne sevliler mezar taşları dikildi kalbimi bir korku tuhaf bir ürperme kapladı.
Kendimde anlayamadığım bir duygu; bundan dört ay önce İsmail ile indiğimiz mezarlık yolunu bana tutturdu.
Taşlıklar kayalıklar arasında tırmanarak yukarıya doğru çıkmaya başladı.
Sıcak çok sıcak mezar taşları sanki ateş püskürüyor sevliler; Gölge yerine yere sıcak bir örtü yayılıyor ciğerlerim.
Şüphesiz sıcak bir hava teneffüs ediyordum ki kalbim böyle ateşler içinde yanıyordu durmayarak ilerliyordum?
İşte bir aralık o küçük fidan ziyaret ettiğimiz mezar iki yüz adım ileride görünüyordu dizlerimde bir yorgunluk dehşetli bir kesiklik geldi.
İşte o küçük fidan sağ tarafta ki mezar aynen duruyor üzerinde kurumuş ne olduğunu belirsiz bir gül acaba İsmail’i nereye gömmüşlerdi?
Gözlerimle etrafı arıyordum etrafta öyle yeni bir mezar yok bir ses sanki bilinmezden gelen bir ses bana şöyle diyordu: Şaşkın ayaklarının ucunda şu yeni kazılmış toprağı görmüyor musun?
Yerinden biraz yükselmiş olan şu toprağın altında işte İsmail yatıyor.
Dikkatle baktım küçücük fidanın sol tarafında bir tepecik taze toprak yığıntısı başucuna dikilmiş tahta parçası hayatın gerçeği bundan mı ibaretti?
O değerli vücudun dünyaya gelip gittiğine şimdi şu tahta parçası mı işaret edecek?
Oradan kaçmak uzaklaşmak istiyordum kuvvetim kalmamıştı.
Yukarıya çıkabilmek için harcadığım kuvvet beni güçsüz bırakmıştı.
Bununla beraber büyük bir gayretle aşağıya doğru koşmaya başladım.
Ertesi gün evden çıkmak üzereyken Erol geldi.
Bir birimizin elini sıktık her ikimizde şaşkınlık içindeydik üzgün umutsuz bakışlarımızla bir birimize derdimizi anlatmaya çalışacaktık yazık!
Nihayet Erol kendisini toplayarak dedi ki: Dün eve gelmişsin tabii o kötü haberi almışsındır.
Evet o gün vapurda duydum eve koştum hiç biriniz orada yoktunuz.
Şehitliğe çıktım bir yığın toprak.
Biz o değerli vücudu işte o toprak altına gömdük birdenbire bir ölüm adeta utanmasam hayır söyleyemeyeceğim.
O akşam beraber güle oynaya yemek yemiştik.
Yemekten sonra sinirlerinde bir kriz hissetmekte olduğunu söyledi.
Bizden izin isteyerek geç saatlerde odasına çekildi.
Biz geç saate kadar şarkı söyleyip eylenmiştik.
Sabahleyin kalktığımız zaman yas içinde bulunuyorduk.
Annesi; odasına girmiş oğlunu yatak içinde serili bulmuş.
Halının üzerine atılmış bir ufak şırınga masasının üzerinde bırakılmış küçücük bir şişe mühürlü bir zarf olayın önemini zavallı anneye anlatmış.
Acı bir feryat hepimizi uyandırdı koştuk.
İsmail hayattan çoktan uzaklaşmış bulunuyordu ölümü bu biçimde oldu.
Sebebine gelince bu dakikada nasıl bir kalp çarpıntısına uğradığımı bilemiyordum.
Erol acaba o acı gerçeği biliyor muydu belki fakat her ne biçimde olursa olsun ona dair acı bilgi almamak isteği ile dedim ki kardeşim; bu gibi durumlarda pek neden aranmaz kuvvetli heyecanlar dışarıdan hissedilmez hayatın bin türlü felaketleri.
Evet evet işte bu gibi zayıf kalpleri mezara götürüyor.
Bunu söylerken cebinden büyük bir zarf çıkardı: Sizin için dedi.
Erol biraz sustu sonra dedi ki: Masa üzerine bıraktığı mektup annesin hitaben yazılmıştı.
Uzun bir mektup bütün bu zavallılarda göründüğü gibi o da yaşamaktan usandığını ölmeye karar verdiğini bütün sevdiklerinden af istediğini onları rahatsız ederse ruhunun acı içinde kalacağını yazıyordu?
Anlıyorsunuz ya bir takım şairane tesirli sözler oh!
Onu okurken bende hüngür hüngür ağladım.
Sonra beni şehitliğe gömünüz diyor.
Erol kalktı vedalaşarak odadan çıktı ayrılırken bir şey unutmuş utangaç bir adam tavrı ile dedi ki: Rica ederim size yazılmış mektupta neler olduğunu bize söylemeyiniz!
Belki bazı acıklı şeyler tekrar elimi sıktı ağır adımlarla uzaklaştı.
Sabahleyin gözlerimi açtığım zaman kendimi gerçek alemin de buldum.
Bana yazdığı mektup burada son buluyordu bu uzun acılı mektup birkaç defa okudum.
Her okuyuşumda gözlerimden akmaya başlayan yaşların kalbime damladığını duydum.
Bundan sonra Erol’u aramadım hatta kendisiyle karşılaşacağım yerlere gitmekten bile çekinirdim onun için bu acıklı macerayla ilgili bildiğim şeyler bundan ibaret kalmıştı.
Hikaye burada son buluyordu?
Tam dört yıl sonra bir rastlantı bu acıklı hikayeye son bir bölüm ekledi.
Geçenlerde Beyoğlu’nda bir elbise mağazasına uğramıştım aradığım şeylere bakmakla meşgulken biraz ileri de biri ağır ve gururlu bir sesle mağaza çalışanlarından birine söylüyor du: Rengi mutlak siyah olacak?
Dikkatle baktım Erol fakat biraz ihtiyarlamış gibi görünüyor.
Saçlarında kır serpintiler göze çarpıyordu elimde olmayarak Naziyeyi sordum?
Erol ne cevap vereceğini şaşırmış gibi biraz düşündükten sonra dedi ki: Naziye öldü ve beni bu macerada bir dereceye kadar yabancı düşünmüş olmalı ki açıklamaktan çekinmedi.
Derin bir yorgunluk ve acıklı göstererek: Ah ne ölüm dedi.
Çok feci çok dehşetli İsmail’in ölümünden yirmi gün sonraydı.
Erol sözüne devam edemez olmuştu çocuk gibi ağlamaktan utanıyor muşçasına yüzünü ekşitti başını diğer tarafa çevirdi.
Erol bana: Biraz oturalım dedi ayakta durmak beni o kadar yoruyor ki?
Görüyordum, keder, üzüntü, endişe o mert adamı bitirmiş böyle ayakta duramayacak bir duruma getirmişti.
Bana bir sandalye uzattı kendisi de karşıma oturdu: Erol elimi avuçlarının içine almış sıkıyordu bu konuşmanın bende ki üzüntüsüne son vermek için sözünü bitirmek istedi: O öldü bizi de kalben öldürdü onu da şehitliğe gömdük oraya bulunduğu mahalle İsmail’in sağ tarafına.
Görüyorsunuz ya sanki biz de yaşıyoruz sanki bir yaşam sürüyoruz.
Erol’un gözlerinin tekrar sulandığını gördüm kalbinin ezikliğini duydum.
Bu insancıl adam o hain kadının anısına hala saygı mı duyuyor?
Onun hayalini sevmekte hala mı devam ediyordu?
Bu üzüntü bu acı açıkça onu göstermiyor muydu?
Kendisini avutmak için: Ne çare dedim yaşam mücadelesi kardeşim elbette.
Cuma günleri şehitliğe çıkarım o zaman hayatın acılarını bir dakika için unutmuş olurum.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra rahatsız olduğunu gösterecek bir şekilde yüzünü ekşittikten sonra sözünü başka yola götürmek istedi: Fakat beni niçin aramıyorsunuz dedi.
Erol’un bu sorusuna karşı söyleyecek bir söz bulamamıştım.
Bundan böyle ziyaret edeceğime söz verdim.
Erol’dan ayrıldığım zaman kalbimden kadınlara karşı lanet eden bir ses gelmişti.
Ah bu kadınlar bu kadınlar dedim.
Mağazadan çıktıktan sonra ağır adımlarla düşüne düşüne Tepe başına doğru ilerledim.
Bahçeye girdim ağaçların altına oturdum.
Bahçede kimse yoktu ben yalnızdım.
Mevsim Sonbahar yapraklar dökülürken ağaçlardan yaşam izleri çekilirken orada kimin işi olabilirdi?
O yalnızlık içinde düşünmeye daldım kendi kendime: Zavallı İsmail! Sonsuza kadar orada bulunacaktı.
Ah bu değerli vücutlar şimdi.
İşte hayat dedim bunun zevki nerede?
Tadı mutluluğu hangi yerinde?
Bu aralık yüzüme kurumuş bir yaprak düştü hayalden uyandım.
İşte bu yaprak da en hafif bir rüzgara bile dayanamayarak yere düşen çürüyüp yok olmaya mahkum olan şu yaprağın düşüşünde bana hayatın gerçeğini gösteriyordu.
EVLİLİĞİN EL KİTABI
Ben İsmail; benim düşünceme göre Pentagonya Devletinin eğitim sistemi meteoroloji dairesinin elinde olmalıdır.
Bunun için size geçerli nedenler gösterebilirim; ama siz profesörlerimiz meteoroloji dairesine niye gönderilmeleri gerektiğini söyleyemezsiniz okumaya bilirler; bu yüzden de sabah gazetelerine bir göz atıp o gün nasıl bir hava beklendiğini merkeze telleye bilirler ama bu önerinin bir de diğer yüzü var.
Size havanın arkadaşım Selim ile bana nasıl kibar bir eğitim sağladığını anlatacağım Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına paralel olarak başlayan Toros dağlarında altın arıyorduk.
Kasabada çantasında fazladan ümit taşıyan Keçi Sakallı bir adam bize avans vermişti; böylece biz de yanımızda bir orduya barış konferansı boyunca yetecek kadar erzak ile bayırlarda toprağı kazıyorduk.
Bir gün dağları aşıp şehirden gelen postacı durup üç kutu konservemizi yedi ve bize yeni tarihli bir gazete bırakıp gitti.
Hava durumu hakkında bazı önseziler yayınlayan bu gazete bulunduğumuz kasaba içinde “Ilık ve açık Batı yönünde hafif rüzgarlı” diye palavra sıkmıştı.
O akşam kar yağmaya başladı Doğudan da sert bir rüzgar esiyordu.
Herhalde sadece gezici bir Kasım sağanağı dır, diye düşünerek Selim ile ben kampımızın dağın daha yükseklerinde bulunan eski bir boş kulübeye taşındık.
Fakat kar üçayak yüksekliğine ulaşınca iş ciddiye bindi; Karda mahsur kaldığımızı anladık iyice derinleşmeden epeyce odun topladık; iki ay yetecek kadar yiyeceğimiz olduğu için de her şeyi oluruna bıraktık.
“Eğer adam öldürme sanatını kışkırtmak isterseniz iki adamı bir ay boyunca altıya beş metrelik bir kulübeye kapatın insanın doğası dayanamaz buna.”
İlk kar taneleri düşmeye başladığında Selim ve ben bir birimizin şakalarına gülüyor tavada pişirdiğimiz adına ekmek dediğimiz zımbırtıya şükrediyorduk.
Üçüncü haftanın sonunda Selim’e şöyle bir bildiride bulundum.
Uçan bir balondan teneke bir tavanın dibine damlayan kesik sütün sesini hiç duymadım kesinlikle ama senin ses organlarından çıkan bir boğuk gürültüden ibaret cılız akıntıyla karışınca sütün sesi mızrapların çıkardığı müzik gibi kalır sanırım her gün çıkardığın o yarı çiğneme sesi bana bir ineğin geviş getirişini anımsatıyor tek farkı inek çıkardığın sesleri yalnız kendisi ne denli hanım efendidir.
Oysa sen değilsin Bay Selim, dedim?
Bir zamanlar benim dostumdun sana şunu itiraf etmekte bazı çekincelerim var ki eğer seninle üç bacaklı bir it eniği arasında seçim yapacak durumda olsam bu kulübe sakinlerinden biri hemen kuyruğunu sallamaya başlardı.
İki üç gün bu şekilde devam ettik ve sonra da bir birimizle konuşmayı kestik.
Mutfak malzemelerini ikiye böldük; Selim yemeğini ocağın bir tarafında pişiriyordu.
Ben de diğer tarafında kar pencerelere kadar yükselmişti bütün gün ateş yakmak zorundaydık.
“Anlayacağınız hiçbir zaman okuyup Ali’nin üç Veli’nin beş elması varsa türü işlemler yapmaktan öte bir eğitim almamıştık.”
Üniversite derecesine hiçbir zaman özel bir gereksinim duymamıştık.
Yine de orada burada sürterek acil durumlarda kullanabileceğimiz bir çeşit içsel bilgi edinmiştik?
Kar yüzünden Toros dağlarında kulübeye hapis olunca ilk defa hissettik ki okumuş ve bilginin daha yüksek dallarını öğrenmiş olsaydık düşüncelere dalmak için elimizde biraz kaynağımız olurdu?
Bütün yol boyunca kolej öğrencilerin kampüslerinde çalışırken görmüşümdür ama öğrenimine işlerine yaradığını anlayamamışımdır.
Niye mi “Çünkü bir keresinde Ahmet’in atı hastalanınca uzaklara bir araba gönderip baytar diye geçinen şu garip insanlardan birini getirtti ama at yine öldü.”
Bir sabah Selim elinde bir sopayla erişilmeyecek yükseklikte ki bir rafı karıştırıp duruyordu yere iki kitap düştü.
Ben tam davranacakken Selim ile göz göze geldik bir haftadır ilk kez konuştuk parmaklarını yakma dedi.
Sana arkadaş olarak ancak uyuşuk bir kaplumbağası layık olmasına rağmen yine de insaflı davranacağım.
Seni bir çıngıraklı yılan kadar hoş sohbet donmuş bir turp kadar yardımsever halinle bu dünyada başıboş bırakan ana-babanın yaptığından daha fazlasının yapacağım yazı-tura atacağız kazanan seçtiği kitabı alır kaybeden de diğerini.
Yaptık ve Selim kazandı kitabını kaptı ben de benimkini aldım sonra her ikimizde evin bir köşesine çekilip okumaya koyulduk.
Bir külçe altına bu kitabı gördüğüme sevindiğim kadar sevinmezdim.
Selim ise kitabına küçük bir çocuğun şekere baktığı gibi bakıyordu.
Benim ki Herkimer imzalı zorunlu bilgiler el kitabı adında yaklaşık on çarpı on beş santim boyutlarında küçük bir kitaptı yanılıyor olabilir ama bence dünyanın en büyük eseriydi.
Bugün bile yanımda; içindeki bilgiler sizi veya her hangi birini beş dakikada elli kez yerinize oturabilirim.
Lafın gelişi Hz. Süleyman veya New York Tribünden konuşalım Herkimer her ikisinden de bahsetmiş?
Herif tüm bunları bulmak için herhalde elli yıl çalışıp milyonlarca milyon kat etmiştir.
Dünyada ki tüm kentlerin nüfusları var içinde bir kızın yaşını tahmin etmenin yolu ve devenin kaç dişi olduğu da?
Dünyanın en uzun tüneli yıldızları sayısı su çiçeğinin ne kadar sürede ortaya çıktığı bir kadın ensesinin ne kadar olması gerektiği?
Valilerin veto hakları Roma’ya ait su kemerlerinin inşa tarihleri günde üç şişe bira yerine kaç koli pirinç alına bileceği filan kasabanın yıllık ortalama sıcaklığı tohum ekme makinesi ile bir dönem havuç ekmek için gereken tohum miktarı, zehirlere karşı kullanılacak ilaçlar sarışın bir kadının kafasında ki saç teli sayısı?
Yumurtaların saklanmanın yolları?
Dünyada ki tüm dağların yüksekliği ve tüm savaşların tarihleri boğulanların ve güneş çarpanların nasıl kurtarılabileceği?
Kaç zaptiyenin bir kilo çektiği nasıl dinamit yapılacağı nasıl çiçek yetiştirileceği ve yatağın nasıl düzeltileceği doktor gelmeden önce ne yapmak gerektiği ve bunlar gibi daha yüzlerce şey hakkında bilgi veriyordu?
Herkim erin bilmediği yoktu doğrusu oturup dört saatte bitirdim kitabı öğrenimin tüm harikaları kitaba sıkıştırmıştı.
Kar ile Selim ile kavgalı olduğumuz unutmuştum bir tabureye oturmuş okuyordu; Yüzünde ışıltısı meşe kabuğu renginde ki sakalına yayılan yarı yumuşak yarı gizemli bir ifade vardı.
Selim, dedim senin ki nasıl bir kitap?
Kavgalı olduğumuzu o da unutmuş olmalı ki nefret ya da kötülük göstermeden ılımlılıkla yanıt verdi.
Homer K. M. diye birinin eseri. Homer K. M. de ne demek?
Ne ne demek sadece Homer K. M. işte.
Yalan söylüyorsun dedim? Selim’in beni bu şekilde sıkıştır masına kızarak kimse kitabına adının baş harfleriyle imza atmaz Homer K. M?
Çamaşır ipinde ki gömleğin ucunu kemirip duran buzağı gibi soyadını geveleyip duracağına adam gibi söylesene?
Sana doğu söyledim İsmail dedi.
Selim sakin sakin Homer K. M. imzalı bir şiir kitabı.
Önce pek bir şey anlamadım ama devam edince mizah duygusunu yakalıyorsun.
İki kırmızı battaniyeye değişmem bu kitabı güle güle oku dedim.
Aklımı meşgul edecek tarafsız doğru bilgiler istiyorum ben; aldığım kitapta da buldum galiba.
O senin dediğine istatistik derler; var olan bilgilerin en adisidir beynini zehirler.
Bana koca H. M. nin tahminler sistemi gerek şarap satıcısı gibi geldi bana devamlı hiçbir şey yapmamaya diye kadeh kaldırıyorlar ve biraz da homurdanıyorlar.
Galiba ama içkiyle öyle hoş bir sarhoşluğu var ki en kötü şikayetleri bile iki kuruşa paylaşmaya davet edermiş gibi geliyor kulağa şiir ne de olsa dedi.
Selim ve insanın duygularını metre ve santimlerle ifade eden senin o döküntüne tenezzül bile etmem felsefi içgüdüleri doğal yöntemleriyle açıklamaya gelince Koca K. M. senin adamı alt eder.
İşte Selim ve ben bu durumdaydık gece gündüz tek heyecanı mız kitaplarımızı okumaktı.
Şu kar fırtınası bize epeyce şeyler kazandırdı doğrusu karlar eridiğinde birdenbire gelip bana şöyle bir soru sorsaydınız: İsmail, bir çatıyı kutusu yüz yirmi liradan 20x28’lik teneke ile kaplamak isterseniz bir metre karesi kaça mal olur?
Saniyede yüz doksan iki bin mil hızla verirdim yanıtı bunu kaç kişi yapabilir?
Tanıdığınız herhangi birini gecenin yarısı uykudan uyandırıp sorun bakalım: İnsan iskeletinde dişler hariç kaç kemik vardır?
Ya da yasama meclisi oylarının yüzde kaçı veto hakkını reddedebilir?
Bunları söyleyebilir mi size deneyin de görün.
Selim’in şiir kitabından ne yarar sağladığını tam olarak bilmiyordum?
Ağzını her açışında şarap tüccarını göklere çıkarıyordu; ama ben pek de emin değildim.
Selim’in sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla Homer K. M. denilen köpek herife göre hayat kuyruğuna bağlı bir teneke kutu idi nefes nefese kalana dek koştuktan sonra oturur dilini dışarıya sarkıtır ve teneke kutuya bakarak şöyle derdi: “Eee madem ki şu bira güğümünden kurtulamıyoruz gidip köşede ki meyhaneden doldurtalım da birlikte kafaları çekelim.”
Ayrıca galiba İranlı imiş; İran’dan Türk halısı ve Malta kedisinden başka bahsetmeye değer bir şey çıktığını da hiç duymadım.
O bahar Selim ile ben maden filizi bulduk hemen satıp yolumuza devam etmek adetimizdi.
Avansımızdan her birimiz sekizer bin lira aldık ve sonrada dinlenmek adam gibi yeyip içmek ve sakallarımızı biçtirmek için Toros dağının Nehir kıyısında ki kasabaya indik.
Burası madenci kasabası değildi vadinin içinde yer alıyordu ve taşradaki çiftçi kasabaların dan biri gibi gürültü patırtıdan bulaşıcı hastalıklardan uzak bir yerdi?
Varoşlar da biten üç mil uzunluğunda bir Tramvay hattı vardı; Selim ile ben bir haftanızı tramvayla gezerek geçirdik geceleri de kasabanın en güzel otelinde kalıyorduk?
Hem gezmiş hem de okumuş insanlar olarak kısa zamanda yüksek sosyetenin içine girdik; şık ve günün modası pek çok eğlenceye davet ediliyorduk.
Kasaba sosyetesinin Kraliçesi Bayan Naziye ile ilk defa Belediye sarayında itfaiye şirketin yararına verilen bir piyano resitali ve bıldırcın yeme yarışmasında tanıştık.
Bayan Naziye dul bir kadındı ve kasabanın çift katlı biricik binanın sahibiydi.
Bina sarıya boyalıydı ve nereden bakarsanız yumurta gibi apaçık görünüyordu.
Kasabada bu sarı eve talip olan Selim ve benden başka daha yirmi iki kişi vardı.
Bıldırcın kemikleri toplanıp atıldıktan sonra dans başladı yirmi üç kişi birden sürü halinde dörtnala Bayan Naziyenin yanına koştu ve dansa davet etti.
Ben danstan vazgeçip eve kadar kendisine eşlik etmek için izin istedim.
İşte tam bu noktada on ikiden vurdum yolda Bayan Naziye: Yıldızlar bu gece ne kadar parlak ne hoş değil mi Bay İsmail?
Kaderleri için son derece etkili bir biçim de çaba harcıyorlar.
Şu gördüğünün büyük yıldız atmış altı milyar görmeye devam edersiniz mil uzakta ışığı bize tam otuz altı yılda ulaşır.
On sekiz ayaklı teleskopla yıldızların kırk üç milyonunu göre bilirsiniz bunlara da üçüncü kadirde ki yıldızlar da dahildir; biri şimdi sönecek olsa ışığını iki bin yedi yüzyıl daha görmeye devam edersiniz.
Allah’ım dedi Bayan Naziye bunları hiç bilmiyordum hava ne kadar sıcak saatler boyu dans etsem ancak bu kadar terlerim.
Nedeni basit dedim insanda hepsi birlikte çalışan tam iki milyon ter kesecikleri vardır.
Her biri dörtte bir uzunluğunda ki ter kanallarını uçucu ekleyecek olursanız yedi mil eder.
Hayret dedi Bayan Naziye anlattığınız şeyler sanki sulama çukuru Bay İsmail tüm bu bilgileri nasıl öğrendiniz?
Gözlemleyerek Bayan Naziye dedim bu dünyada dolaşırken gözlerimi hep dört açarım.
Bay İsmail dedi öğrenim görmüş insanlara hep hayranlık duymuşumdur.
Bu kasabanın mankafa serserileri arasında bilgili insan o kadar az ki sizin gibi kültürlü ve centilmen ile sohbet etmek benim için büyük zevk ne zaman isterseniz sizi evime kabul etmekten memnunluk duyarım.
İşte böylelikle sarı boyalı evin sahibinin gözüne girmiştim.
Her Salı ve Cuma akşamı evine gidip Herkim erin doğadan keşfedip derlediği evrenin harikalarını ona anlatıyordum.
Haftanın geri kalan her dakikası ise Selim ve kasabanın diğer sefa düşkünlerine kalıyordu.
Selim’in K. M. den öğrendiği kur yapma yöntemini Bayan Naziye üzerinde uygulayacağı hiç aklıma gelmemişti.
Bir gün öğleden sonra Bayan Naziyeye bir sepet erik götürüyordum?
Kadına evine giden dar sokaktan aşağı doğru gelirken rastladım gözleri kıvılcım saçıyordu.
Şapkası bir gözünün üzerine doğru tehlikeli bir şekilde eğilmişti.
Bay İsmail Bay selim sanırım sizin dostunuz oluyor diye söze başladı.
Dokuz yıldır dedim.
Hemen bırakın onu dedi kibar bir adam değil o!
Niye Bayan dedim sıradan bir dağlıdır kendisi; bir müsrifin ve yalancının tüm kalabalıkların ve bilinen zaaflarını taşır ama ne kadar ciddi bir durum olursa olsun yine de onun bir centilmen olduğunu inkar etmeye yüreğim el vermiyor.
Kılık kıyafet küstahlık ve gösteriş bakımından göze batabilir ama içi temizdir.
Bayan; en küçük suçlara ve aşırı şişmanlığa karşı vurdumduymaz olduğunu görmüşümdür.
Selim ile dokuz yıllık beraberliğimden sonra Bayan Naziye diye sözünü toparladım onu suçlayamam ve suçlanmasına da izin veremem.
“Dostunuzun yanında yer almakta kendinizce haklısınız Bay İsmail dedi Bayan Naziye ama bu bana herhangi bir kadının namusunu zedeleyecek dereceden tiksindirici tekliflerde bulunduğu gerçeğini değiştirmez.
Koca Selim niye yapsın ki böyle bir şey dedim onunla alay edilecek tek şey bilirim ki bunun da sorumlusu şiddetli kar fırtınasıydı.
Bir keresinde dağlarda kar yüzünden mahsur kalınca bir takım düzmece şiirlere tutuldu belki de davranışlarını bunlar bozmuştur.
Bayan Naziye: “Tanıştığımızdan beri bana Ruby Ott adında birinin kafir şiirlerini okuyup duruyor; şiirlerine göre hakkında bir şey söylemek gerekirse kadın hiç de iyi değil.”
Öyle ise Selim yeni bir kitap bulmuş dedim.
Çünkü önceden K. M. adını kullanan birinin kitabını okuyordu.
Her ne halt ise onu okursa daha iyi dedi Bayan Naziye bugün artık haddini aştı ondan bir buket aldım üzerine de bir not iğnelenmişti.
Bakın Bay İsmail siz ilk bakışta bir hanım efendiyi tanırsınız; sosyetenin içinde ki yerimi biliyorsunuz bir testi şarap ve bir somun ekmek alıp bir adamla ormana kaçarak onunla şarkılar söyleyip ağaçların altında oynaşabileceğimiz hiç düşünür müsünüz?
Yemeğin yanında biraz bordo şarabı içerim ama bir testi şarapla çalılıklara dalıp bu şekilde haltları işleyecek biri değilim ve tabii ki şiir kitabını da yanına alacakmış öyle dedi.
Böyle skandal pikniklere kendi başına gitsin ya da Ruby Ottunu alsın yanına ekmek fazla olmadığı sürece eminim reddetmez.
Şimdi söyleyin Bay İsmail dostunuzun centilmenliğine ne dersiniz.
Eee Selim’in daveti belki sadece bir çeşit şiirdi ve hiçbir kötü niyetim yoktu belki de değişmeyeli şiirlerdendi.
Bunlar kanuna ve düzene karşıdırlar.
Ama kastettiklerinin söylediklerinden farklı olduğu gerekçesiyle basım izni alırlar.
Bunu affedersiniz Selim’in adına memnun olurum zihinlerimizi şiirin alçak havasından kurtarıp gerçek bir ve düşün yüksek düzeylerine çıkalım böylesine güzel bir öğleden sonra da?
Burası sıcak olmasına rağmen unutmayalım ki Ekvatorda daimi don çizgisi üç bin metre yüksekliktedir.
Kırkıncı ve kırk dokuzuncu enlemler arasındaki iklim bin ile üç bin metre yüksekliktekine benzer.
Oh Bay İsmail dedi Bayan Naziye şu hoppa sinir bozucu şiirlerinden sonra söylediğiniz bu güzel şeylere işitmek beni rahatlatıyor.
Gelin yol kenarında ki şu kütüğün üzerine oturup şairlerin insaniyetsizliğini bayağılığını unutalım güzellik ancak anlaşılan gerçeklerin ve kanunlaşmış ölçülerin muhteşem sütunların da bulunabilir.
Bu oturduğumuz kütük üzerinde Bayan Naziye istatistik şiirinden çok daha güzeldir.
Halkalar onu altmış yaşında gösteriyor.
Yeraltının yedi yüz metre derinliğinde üç bin yılda kömür olur.
İnsan Dünyanın en derin kömür madeni Newcastle yakınlarında Killing Worth’tadır.
Bir buçuk metre uzunluğunda doksan santim derinliğinde bir kutu bir ton kömür alır.
Eğer maden damarı kesilecek olursa üst kısmından sıkıştırmanız gerekir.
İnsan ayağında otuz tane kemik vardır.
Londra kulesi 1841’de yanmıştır.
Devam edin Bay İsmail dedi bu fikirler pek orijinal ve rahatlatıcı istatistik kadar hoş bir şey yok bence.
Fakat Herkim erden öğrendiklerimin faydasını ancak iki hafta sonra gördüm.
Bir gece yangın var bağrışlarıyla uyandım fırlayıp kalktım giyinip manzarayı seyretmek için otelden çıktım.
Bayan Naziyenin evinin yandığını görünce bir feryat kopardım.
İki dakika sonra oradaydım sarı evin alt katını tamamen alevler sarmıştı kadın erkek çoluk çocuk,köpek kim varsa oradaydı; çığlıklar atıyor.
Feryat ediyor havlıyor itfaiyecilerin ayaklarına dolaşıyorlardı.
Selim kendisini tutan altı itfaiyecinin elinden kurtulmaya çalıştığını gördüm alt katta her yerin alevler içinde olduğunu kimsenin içeriye girip sağ çıkamayacağını anlatmaya çalışıyorlardı.
Ona Bayan Naziye nerede diye sordum.
Görünürlerde yok dedi itfaiyecilerden biri yatak odası üst kattan içeri girmeye çalıştık ama beceremedik şirketimizin yangın merdivenide yok henüz.
Büyük alevin ışığına doğru koştum ve cebimden el kitabımı çıkardım kitabı ellerimde hissedince güldüm heyecandan aklımı yitirmiş olmalıyım.
Sayfaları hızla çevirirken haydi aslanım Herk bana hiç yalan söylemedin yüzümü hiç kara çıkarmadın haydi aslanım söyle bana ne yapmam gerektiğini söyle dedim.
117. Sayfada ki kazalarda ne yapmak gerek bölümünü açtım parmağımı gezdire okuyarak sonunda aradığımı buldum muhteşem Herkimer hiçbir şeyi es geçmemiş.
Şöyle yazıyordu: Gaz veya dumandan boğulma: Keten tohumundan daha iyi gelen bir şey yoktur gözün dış kenarına biraz keten tohumu koyun.
El kitabımı cebime tıktım ve yanımdan koşarak gelen bir çocuğu yakaladım biraz para vererek koş eczaneden bana altı liralık keten tohumu getir çabuk ol altı lirada sana vereceğim dedim.
Kalabalığa doğru haydi şimdi Bayan Naziyeyi kurtaralım diye bağırdım.
Ceketimi ve şapkamı çıkartıp fırlattım itfaiyecilerden dördü ve diğer vatandaşlar beni yakalayıp girmenin kesinlikle ölüm demek olduğunu tavanların çökmeye başladığını söylediler.
Gülmek istemediğim halde gülerek: Göz olmadan keten tohumunu göze koymamı nasıl beklersiniz diye bağırdım.
İtfaiyelerinden birinin yüzüne dirseğimi indirdim halktan birinin dizine tekme savurdum ve diğerine de çelme takıp yana savurduktan sonra evin içine daldım?
Önce ben ölecek olsa size bir mektup yazıp öbür dünyanın sarı evin içinin o günkü halinden daha kötü olup olmadığını bildiririm; Ama durun daha inanmayın böyle şeye lokantada alelacele ısmarladığınız tavuk kızartmasından biraz daha fazla kavurdum.
O kadar ateş ve duman yüzünden iki kere yere yıkıldım neredeyse Herim ere lanet okuyacak tım ama itfaiyeciler azıcık akan sularıyla yardımıma yetiştiler ve böylelikle Bayan Naziyenin odasına varabildim dumandan kendini kaybetmişti.
Çarşaflara sarıp omzuma aldım söyledikleri kadar kötü değildi?
Yoksa kesinlikle kurtulamazdım kadını evden elli metre kadar öteye taşıdım ve çimenlerin üzerine yatırdım?
Sonra tabii ki kadının eline bakan diğer yirmi iki adayın her iki ellerinde su dolu kovalarla onu kurtarmak için etrafımızı sardı ve eczaneye gönderdiğim çocuk elinde keten tohumuyla koşup geldi.
Bayan Naziye başını saran örtüyü açtım gözlerini açtı ve: Siz misiniz Bay İsmail dedi.
Şşşş ilacınızı almadan konuşmayın dedim.
Kolumu boynuna doladım ve yavaşça başını kaldırdım diğer elimle keten tohumu paketini açtım eğilerek inceltmeden gözünün dış kenarına üç dört tane tohum yerleştirdim.
Bu arada kasaba Doktoru dörtnala koşarak geldi Bayan Naziyenin nabzını yakalayıp bu tür saçmalıklarla ne yapmaya çalıştığımı sordu keten tohumu dedim.
Ben doktor değilim ama bunu nereden öğrendiğimi size göstere bilirim gidip ceketimi getirdiler ben de çıkarıp el kitabını gösterdim.
Duman veya gazdan boğulmanın çaresi için 117. sayfaya bakın dedim gözün dış kenarına keten tohumu koyun diye yazıyor.
Duman emici olarak mı işe yarıyor yoksa Gartro-Hipotam sinirini mi harekete geçiriyor.
Bilmiyorum ama Herkimer böyle diyor ve hasta içinde önce o çağrıldı görüş alışverişi yapmak isterseniz itiraz yok.
İhtiyar Doktor kitabı aldı ve gözlüğünü takarak itfaiye feneri altında bir göz attın Bay İsmail açıkçası teşhisinizi okurken yanlış satıra bakmışınız boğulmayla karşı verilen reçete bakın şöyle: Hastayı derhal temiz havaya çıkarın ve yan yatırın keten tohumu tedavisi göze toz ve kül kaçması için bir satır üstte ama yine de.
O sırada Bayan Naziye araya girerek: Bana baksanıza bu görüş alışverişi de benimde söz söylemeye hakkım var sanırım şu keten tohumu hayatta denediğim her şeyden daha iyi geldi bana dedi ve sonra da başını kaldırıp yeniden kolumun üstüne yasladı ve şöyle dedi: İsmail canım biraz da öteki gözüme koysana.
Yarın veya her hangi bir gün kasabaya gelecek olursanız eğer bir zamanların Bayan Naziye Okşan’ın şimdinin ise Bayan İsmail oğlunu varlığıyla bezenen ve güzelleşen yeni güzel sarı bir ev göreceksiniz?
Ve içeri girerseniz salonun orta yerinde ki mermer masada Herkim erin zorunlu bilgiler el kitabını kırmızı marokenle ciltlenmiş olarak ve insan mutluluğuna ve bilgeliğine ilişkin her konuda akıl vermeye hazır bir halde bekliyor bulacaksınız…
FEDAKARLIK.
Dergisinde yayınlayacağı yazıları seçmek için kendine özgü bir buluşu vardır.
Aydın yayıncılığın magazin yönetmeninin öyle gizli saklı bir yanı da yok bu kuramın.
Doğrusunu ararsanız bunu size masasında otururken tatlı tatlı gülümseyip altın çerçeveli gözlüğünü dişine hafif hafif vurarak olduğu gibi anlatmaktan zevk bile alır.
Dergimize gelen yazıları okuyup basılacakları basılmayacakları ayıracak özel bir kadro kurmasına gerek yoktur.
Bize gönderilen yazılar hakkında çeşitli sınıflardan birdenbire her bakımdan farklı okurlarımızın düşüncelerini alırız der kuramı budur.
Yönetmenin; gelelim bu kuramın uygulanışına: Gelen yazılar epey birikince yönetmen bunları bütün ceplerine tıka basa doldurur günlük işleri için her uğradığı yere dağıtır dairelerde çalışan memurlar kapıcılar odacılar asansörcüler getir götür işleri yapan çocuklar yönetmenin yemek yediği yemek yediği lokantanın garsonları akşam gazetesini aldığı gazete satıcısı bakkal sütçü istasyon bekçisi bilet kesiciler evde ki aşçı hizmetçi gönderilen yazıları okuyup yayınlamalarına ya da yayınlanmamalarına karar verenler hep bunlardır?
İşte bu yolla dergi çıkarmak pek başarılı sonuçlar vermektedir.
İşler rekor hızıyla yürümekte satışta aynı hızla artmaktadır.
Kitap da yayınlar aydın ortaklığı başarıya ulaşmış bir kaç eserin üzerinde de görürsünüz bu ortaklığın adını yönetmen basılan kitaplarımız içinde derginin gönüllü yazı eleyicileri ordusunun salık vermediği tek kitap yoktur der.
Yazı kurulunun birtakım geveze üyelerinin sözüne bakılırsa; ara sıra derginin bu bakımdan karma karışık eleyicilerinin denediğine uyularak elden kaçırılan eserler arasından sonradan başka yayın evlerince yayımlanan ve büyük satışlar yapan kitaplar da çıkmıştır.
Söz gelişi kişinin yükselişi ve düşüşünün asansörcünün karısına bırakılması büyük bir terslikmiş patronu tam ittifakla beğenmeyip geri çeviren büro odası imiş onun arabasını hakaretle gözden geçiren tramvay kondüktörü olmuş kurtuluşu kaynanası iki ay kalmak üzere henüz yanlarına gelmiş abone kısmında çalışan biri sınıfta çakmıştır.
Kraliçenin korosu odacıdan şu notla geri gelmiş: Al kitaptan da o kadar yine de Aydın kuramına tuttuğu yola sadık kalmıştır.
Hiç bir zamanda gönüllü yazı eleyicisi yokluğu çekmeyecektir.
Çünkü bu çok geniş bir alana yayılmış olan yazı kurulu üyelerinin dergi yazı kurulu üyelerinin dergi yazı evinde ki genç daktilo Bayan Ayşe ters kararıyla Aydın yayıncılık yer yüzünün alt yanını kaçırmasına sebep olan kömürde çalışan işçiye varıncaya kadar her birinin gönlünde yatan aslan günün birinde derginin yönetmeni olmaktı.
Söyleyemediklerim adlı küçük romanını yazdığında İsmail Aydın yayıncılığın tuttuğu bu yolu pekiyi biliyordu.
Şehirde ki bütün dergilerin yazı işleri bürolarının eşiklerini öylesine inatçısına çok aşındırmıştı ki her birinin işleyişini iç yüzünü adı gibi öğrenmişti İsmail.
Dergi yönetmenin yazıları okuyup incelemeleri için yalnız her çeşitten insanlara dağıttığını değil içli aşk hikayelerini daktilosu Bayan Ayşe’ye verdiğini bile biliyordu?
Yönetmenin kendine özgü alışkanlıklarından biri de; yazıları okumaları için verdiği kimselerden raporlarının içtenliği üzerinde parlak adlar bir etki yapmasın diye yazarlarının adlarını hep gizli tutması idi.
İsmail söyleyemediklerine hayatının bütün gücünü bütün çabasını vermişti.
Altı ay kafasını ve yüreğini nesi var nesi yoksa ona dökmüştü pek güzel yüksek romantik ihtiraslı katıksız bir aşk hikayesi idi?
Kutsal sevgiyi yeryüzünün bütün nimetlerinin şereflerinin en üstüne (Hikayeden aktarıyorum bunları).
Yerleştiren onu cennetin en seçkin armağanlarının listesine kaydeden neşir halinde bir şiirdir.
Bu seçkin sanat alanında ün kazanmak için yeryüzünde feda etmeyeceği hiçbir şey yoktu.
Çabalarının ürünlerinden birinin aydın yayıncılıkta yayınlanması düşünü gerçekleşeceğini bilse; sağ elinin kesilip atılması bile umursamaz bir apandisit heveslisinin bıçağı altına seve seve yatardı.
İsmail söyleyemediklerimi bitirip Aydın yayıncılığa kendi elleriyle götürdü.
Derginin yönetim yeri kocaman kalabalık kapısı kapıcılı bir yapıdaydı.
Yazarımız kapıdan içeri adımını atıp asansöre doğru yürümek üzereyken birden bir patates ezme makinesi uçtu koridordan uçmasıyla İsmail’in şapkası kazaya uğradığı gibi kapının camı da tuz buz oldu hemen.
Ardından bu mutfak aracının açtığı bizden iri yarı hastalıklı üstü başı pis pantolonu askısız bir adam olan kapıcı uçup geldi.
Korkudan çılgına dönmüş soluk soluğa kalmıştı.
Bu merminin ardından da pasaklı şişman bir kadın saçları salkım saçak havada dışarı uğradı taş döşemenin üstünde kapıcının ayağının kaymasıyla umutsuz bir çığlık atarak kalıp gibi yerlere serilmesi bir oldu adamın üstüne çullanıp saçlarından kavradı.
Kadın danalar gibi böğürdü, adam huysuz kadın hıncını aldıktan sonra kalktı muzafferane arkaya düşen ehli hayvan inini andıran gözlerinden saklı odalarına döndü kapıcıda doğruldu bitikti yerin dibine girmiş haldeydi.
İsmail oldukça acı bir istihza ile işte evlilik hayatı dedi.
Sabahlara kadar gözüme uyku girmedi bir kız düşünürdüm şey bu olayı kiracılara yetiştirmeyin olmaz mı işimden olmayı istemem.
Holün öbür ucunda ki asansöre binip Aydın yayıncılığın yönetim odasına çıktı.
İsmail söyleyemediklerimi yönetmene bıraktı.
Hikayenin işlerine yarayıp yaramayacağı hakkında bir cevap verecekti.
Aşağıya inerken başarısını sağlayacak büyük planını inceden inceye tasarladı.
İsmail aklına parlak mı parlak bir şey gelmişti böyle bir düşünceyi bulduğunda ötürü kendini tutamayıp dehasına hayranlığını belirtti.
Aydın yayıncılığın daktilosu Bayan Ayşe yazarımızın oturduğu yapıda oturuyordu?
Bu geçkin çırpı gibi herkese katılmayan süzgün içlilik hastası bir kızdı.
İsmail onunla yeni tanışmıştı yazarın cesaret ve feragat yüklü tasası şuydu:
Dergi yönetmeninin Bayan Ayşe’nin aşk ve içlilik hikayeleri hakkında ki yargılarına son derece güvendiğini biliyordu.
Bayan Ayşe’nin zevki bu soy roman ve hikayeleri yer gibi okuyan orta seviyede ki sayılmayacak kadar çok kadını temsil ediyordu.
Söyleyemediklerim ana fikri İlk görüşte aşık olmaktı.
Hikâye hep bu telden çalıyordu: Yürekler konuşmaya başlar başlamaz erkeği ya da kadını işte şimdi bulduğu ruh arkadaşını tanımaya iteleyen çıldırtan kendinden geçiren dayanılmaz ruhu heyecandan heyecana sürükleyen duygu.
Bir an düşünelim: Kendisi de Bayan Ayşe’yi böyle delice sevdiğini sezdirirse; bu yeni insanı kendinden geçirten duygulanmaların etkisiyle Bayan Ayşe’nin de?
Söyleyemediklerim romanını Aydın yayıncılık yönetmenliğine alabildiğine överek basılmasını salık vermekle karşılıkta bulunmasından daha doğal ne olabilirdi?
Düşüncesi buydu İsmail’in hemen o gece Bayan Ayşe’yi tiyatroya götürdü.
Ertesi Akşam’da oturduğu evin loş salonunda ona yakıcı aşk dakikaları geçirtti.
Söyleyemediklerim orasından burasından aklında kaldığı parçaları okudu sonun da Bayan Ayşe’nin başı onun omzunda dayalı kalakalmış.
İsmail işi kur yapmakla bırakmadı bu benim hayatımın dönüm noktasıdır.
Diyordu kendi kendine ünlüler arasında yer kapmak için her şeyi göze aldım.
Cuma sabahı Bayan Ayşe kendisine okumak için verilmiş bir iki müsveddeyi yönetmene götürmek için dergi yönetim evine gitti.
Yüreği küt küt atarak sordu İsmail: Teslim edeceğin kısa romanlar içinde şey nasıl diyeyim özellikle pek beğendiğin bir şey var mı?
Var bir tane dedi Bayan Ayşe kısa bir roman bayıldım ona yıllardır bunun yarısı kadar olsun güzel hem de hayattan alınmış gerçek bir hikaye okumamıştım.
İsmail yönetim evinin dış bölümünde ki parmaklığın orada ayak işlerine bakan çocuk karşıladı.
Yazıları beğenilmeyen yazarlar yönetmenle yüz yüze gelip konuşma imkanı bulamazlardı.
İstisnalar dışında İsmail içinden kendi kendini pohpohluyordu.
Yüreğinde biraz sonra ki başarısıyla karşısında şu oğlanı dövülmüş sıpaya çevirebileceği umudunu o doyumsuz umudu besliyordu.
Romanını sordu oğlan yasak bölgeye girdi bir çekin kalınlığından daha kalın bir zarfla döndü?
Patron üzgünlüğünü bildiriyor müsveddeniz bizim dergiye yaramazmış.
İsmail Ayakta başı dönerek durdu?
İsmail biliyor musunuz siz diye kekeledi, kendisinden okunması istenen bir romanı bu sabah Bayan Ayşe geri getirdi mi acaba?
Oğlan akıllı akıllı: Getirdi ya cevabını verdi.
Bayan Ayşe bizim ihtiyara o kitap için pek enfes bir şey dediğini bile duydum adıda ya mazlumun evlenmesi ya da bir işçi kızın zaferi idi.
Sonra da sır açar gibi: Baksanıza adınız İsmail değil mi?
Sizin işte ben hiç istemeden bir yanlışlık yaptım galiba patron bana geçen gün dağıtmam içi bir kaç müsvedde verdi; ben de Bayan Ayşe’ye verilmesi gerekeni kapıcıya kapıcının kini Bayan Ayşe’ye vermiştim yine de bundan bir şey çıkmaz herhalde canım.
O zaman İsmail müsveddesine daha yakından bir göz attı ve kapakta söyleyemediklerim başlığının altında kapıcının bir kömür parçasıyla kargacık burgacık yazdığı şu notu okudu:
Bomb… k!...
İSMAİL’İN AŞK İKSİRİ
Işık bakkaliyesi şehrin aşağı kısmında caddeye yakın olduğu yerdeydi.
Işık ilaç işini ıvır-zıvır koku ve dondurma satma işi olarak görmüyordu.
Eğer derdinize deva için bir ağrı kesici sorarsanız size bonbon şekeri vermezler.
Işık çağdaş eczacılığın iş tutumu yöntemlerini lanetliyordu afyonunu kendisi işler yatıştırıcılarını kendi arıtırdı haplar sürekli olarak uzun reçete masasının arkasında yapılır kendi kapsüllerinde yuvarlanır.
Bir ıspatula ile kesilir parmaklarla doldurulur ve küçük yuvarlak karton kutular ile satılırdı.
Dükkan öksürük hapları ve şuruplarına aday olan şamatacı ve gürültücü çocukların toplandığı köşedeydi.
İsmail, Işık’ta geceleri çalışırdı ve müşterilerin dostu kısaca dükkan eczacılığın pek parlak olmadığı yerdeydi?
Burada eczacı bir akıl verici devası bilgisine saygı duyulan bir yol gösterici bilgeliği kutsal sayılan ve ilaçları genellikle kullanılmadan çöpe sepetine atılan birisiydi; böyle olması da gerekir.
Zaten bu yüzden İsmail’in gözlüğünün iz bıraktığı burnu ve ince bilginin büktüğü biçimi; ışık çevresinde pekiyi biliniyordu ve söyledikleri ilgi ile izleniyordu.
İsmail Bayan Remziye’nin iki kapı yanında yatar ve kahvaltısını yapardı.
Bayan Remziye’nin Rezzan adında bir kızı vardı uzun sözün kısası anlayacağınız gibi İsmail Rezzan’ı seviyordu.
Rezzan İsmail’in tüm düşüncelerini kaplıyordu ama İsmail utangaçtı; umutları çekingenliği ve korkuları içinde çözümsüz kalıyordu.
Tezgahının arkasında çok üstün birisiydi; sallapati giysileri her çeşit kimyasal madde lekesi kokuyordu.
İsmail kaynağında ki, sinek tam zamanında geldiniz!
Bay Aydın’da, Rezzan’a yayılan tatlı gülücükleri yakalamaya çalışıyordu ama İsmail gibi konuya uzak düşmüyordu.
İsmail’in arkadaşı ve müşterisi idi ve barlarda geçirdiği tatlı bir akşamdan sonra bir yara için tentürdiyot ya da bir kesik için bant almaya sık sık ışık bakkaliyesine gelirdi.
Bir öğlenden sonra Bay Aydın sessizce ve durgunca içeri girdi; bir tabureye güzelce yumuşak bir yüzle kararlı uysal oturdu havanı getirip içinde benzein ezen arkadaşına İsmail diye seslendi.
İyice aç kulaklarını bana ilaç gerek eğer gereken sende varsa.
İsmail, Bay Aydın’ın yüzüne baktı ama pek bir şey göremedi ceketini çıkar, dedi sanıyorum ki kaburgalarına bir bıçak darbesi yemişsin.
Sana kaç kez söyledim bu Cengizler bir gün yuvanı yapacaklar diye.
Bay Aydın gülümsedi onlar değil dedi.
Cengizlerin işi değil ama yeteri kadar bildin sorunumu ceketimin altında kaburgalarıma yakın bir yerde.
Hey İsmail, Rezzan ve ben buralardan kaçacağız ve bu gece evleneceğiz.
İsmail’in sol işaret parmağı havanı çeperinden yakalanmış kımıldamadan duruyordu havana elini sert bir şekilde vurdu ama bir şey duymadı.
Bu arada Bay Aydın’ın gülümsemesi karmaşık bir üzüntülü bakışa dönüşmüştü.
Eğer kararını değiştirmezse durum böyle diye sürdürdü konuşmasını iki haftadan beri kaçış planları yapıyoruz bir gün evet diyor akşamına nanay?
Bu gece için karar vermişti; bu kez Rezzan iki günden beri kararını değiştirmedi ama beş saat oldu hala ortada yok korkarım ki beni burada bıçak kemiğe dayanıncaya dek bekletecek.
İlaç istediğini mi söylemiştiniz dedi İsmail her zaman ki durumun tersine Bay Aydın hasta görünmüyordu.
Bir ilaç hazırladı ve parmağına çaldı bu çift ayak bağına bu gece yanlış başlamamak için bir milyon harcadım dedi.
Üst mahallenin yukarısında bir katın eşyalarım ve kaynamaya hazır birde çaydanlık bile var eğer Rezzan karar değiştirirse o başka.
Bay Aydın sustu kuşku doluydu o zaman ilaç senin neyine dedi.
İsmail kısaca ne yapabilirim ki ihtiyar Rıza, Rezzan’ın babası birazcık hoşlanmıyor.
Benden diye konuşmasını sürdürdü bir haftadır.
Rezzan’ı dışarıya benimle bırakmıyor.
Rezzan hiç bir zaman Bay Aydın ile küçücük de olsa bir yuva kurmaya hayır demez.
Beni hoş göreceksin Bay Aydın dedi İsmail bir reçete hazırlamalıyım yakında almaya gelecekler.
Söylesene dedi Bay Aydın birden bakarak, söylesene İsmail bir ilaç yok mu hani bir türlü toz sevdiğim bir kıza verdiğinde seni daha çok sevmesini sağlayan.
İsmail dudağı burnunun altında aşağılayıcı bir biçimde kıvrıldı; ama yanıt vermedi.
Bay Aydın: Bay Ahmet bir kez bana kentin yukarı bölümünden bir seramikçiden biraz aldığı bu tozu sevdiği kıza maden suyu içinde verdiğini söylemişti.
İlk dozdan sonra Bay Ahmet kızın gözünde bir numara; ötekiler beş para etmez oldu iki haftaya varmadan evlendiler.
Bay Aydın kararlı ve anlaşılır idi bir insan onun İsmail’den daha iyi bir adam olduğunu sert görünümünü sağlam temeller üzerine oturduğunu görebilirdi.
Düşman bölgesini ele geçirmeye hazırlanan iyi bir general gibi olası herhangi bir yanlışlığa karşı her noktayı sağlama almaya çalışıyordu.
Sanıyorum ki diye sürdürdü Bay Aydın umutla bir akşam onu yemekte gördüğümde Rezzan’a verecek bu hediyelerden biri olsaydı onu kıskıvrak bağlayabilir ve verdiği karardan caymasını önleyebilirdim.
Onu sürüklemek için bir dümene gerek yok kanımca bu zımbırtı bir iki saatte becerisini gösterirse her şey tamam olacak.
Bu kaçma şapşallığı ne zaman olacak diye sordu İsmail.
Saat dokuzda dedi Bay Aydın yemek yedi de saat sekiz de Rezzan baş ağrıları ile yatağa gider dokuz da ihtiyar hayati beni arka bahçeden alır.
Buradan Recailerin çitini geçerim penceresinin altına gider ve yangın merdiveninden aşağı inmesine yardım ederim öğüdü düşünerek erken yapmalıyız her şeyi bu arada Rezzan sıfırı tüketmezse her şey çok kolay olacak bu zımbırtıdan bir tane bana hazırlanmalısın İsmail?
İsmail yavaş yavaş burnunu ovalıyordu?
Bay Aydın dedi bu tür ilaçlar konusunda çok özenli davranmak eczacının doğası gereğidir.
Yalnızca sana bu bilgileri güvenle açabilirim ama senin için bu karışımı yapacağım ve göreceksin bak Rezzan seni nasıl düşleyecek.
İsmail tezgahın arkasına geçti orada her biri bir çeyrek ölçü de morfin kapsayan iki tablet toz durumuna getirdi biraz süt şekeri ekleyip karşımı titiz biçimde beyaz bir kağıtta sardı bir yetişkin bu tozu alırsa zararsızca bir kaç saat derin uykuya dalardı.
Bu küçük paketi Bay Aydın’a verdi ve olanak bulursa bir sıvı içinde eritmesini söyledi ve arka bahçe bol bol yürekten teşekkür aldı.
İsmail’in davranışının kurnazlığı daha sonra ki atılım ile apaçık ortaya çıktı.
İhtiyar Rıza’ya haberci yollayarak Bay Aydın’ın Rezzan ile kaçıp evlenme planını iletti.
İhtiyar Rıza iri yarı ve atak birisiydi büyük iyilik dedi kısaca İsmail’e.
Tembel it odam Rezzan’ın kinin tam üstünde yemekten sonra oraya gideceğim ve tüfeğimi doldurup bekleyeceğim eğer arka bahçeye gelirse bir düğün arabası yerine bir cankurtaran içinde gidecek buradan.
Rezzan derin bir uykuya dalarken kana susamış babası silahı ve uyarılmış beklerken İsmail karşıtının işinin bittiğini düşünüyordu.
Bütün gece ışık bakkaliyesinde trajik haberin gelmesini bekledi ama gelmedi.
Sabah sekizde gündüz çalışanlar geldi ve İsmail hemen ihtiyar Rıza’ya koşturdu olup biten için ama bir dakika!
Dükkandan dışarı adımını atar atmaz Bay Aydın caddeden geçen bir tramvaydan fırladı ve eline yapıştı.
Bay Aydın tutku dolu bir gülümsemeyle sevinçten kıpkırmızı idi bırak be dedi.
Bay Aydın cennet sırıtışı ile Rezzan merdivenine randevu zamanından daha önce geldi ve tam 9. 30 ulaştık katta idi.
Bu sabah yumurta pişirdi Allah’ım ne denli şanslıyım!
Bir gün bize gelmelisin İsmail ve bizimle birlikte yemek yemelisin köprü yakınında bir yerde işim var şimdi oraya gidiyorum.
Toz-toz diye kekeledi İsmail.
Ha, bana verdiğin o zımbırtı mı dedi Bay Aydın gülümsemesini yayarak şey şöyle oldu ihtiyar Rızalarda geçen akşam yemek masasına oturdum ve Rezzan’a baktım kendime şöyle dedim.
Bay Aydın kızı almak istiyorsan açıkça al onun gibi bir saf kan ile hiç hokus pokus yapmaya kalkma.
Bana verdiğin paketi cebime koydum orada başka birisi daha vardı.
Gelecekte ki damadına kılçık atmak isteyen ihtiyar yaşlı Rıza’nın kahvesine tozu boşalmak için fırsat kolladım tamam mı?...
***
Paylaşılarak esinlenerek ve feyz alınarak yazılmıştır.
Kaynakça:
1. son yaprak. o. henry. çeviri: idil akoğlu-ilknur güracar. gözlem yayınları. cağaloğlu -istanbul.
2. zavallı necdet. saffet nezihi. yıldız yayıncılık. Ankara. 2006.
,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder