Cumartesi, Haziran 03, 2023

KORKMA DUYGUSU... TOPRAK VE ÖLÜM - GÖL İNSANLARI

TOPRAK VE ÖLÜM

Hayat ile ölüm arasında iki karış toprak bulunur? 

Ademin oğluları Habil ile Kabil arasında çıkan kavga sonucu? 

Habil kardeşini öldürmüş cesedin başında şaşkın bekliyordu. 

Ne yapacaktı şimdi cansız yatan bu bedeni. 

Oradan oraya sürükleyip durdu ilkin yoruldu. 

Ayaklarında derman kesildi ve çöktü kardeşinin başucuna. 

Pişman olmuştu ne ki pişmanlık ölüme çare değildi. 

Kardeşiydi sürüyüp durduğu bir ölüye dönüştü. 

Artık bir cesedi vardı ne yapacağını bilmediği kurtulmak istediği bir kardeş cesedi. 

Bir karga gördü o sırada toprağı eşeleyen kargayı önce canı oyalansın vakit geçirsin diye izlemeye koyuldu. 

Karga bıkmadan usanmadan derinleştiriyordu toprakta açtığı çukuru. 

Merak etmişti Kabil neler olmakta idi. 

Nihayet o çukura başka bir karga leşini getirip bıraktı. 

Sonra da üzerini örttü eşelediğini topraklarla.  

O vakit anladı Kabil kardeşini Habil’i toprağa saklamalıydı. 

Kimse görmesin diye kimse bulmasın diye. 

O gün bu gündür bizde ölülerimizi toprağa saklıyoruz. 

Hep orada toprakta önce etleri sonra kemikleri çürüyor. 

Üşüyorlar mı araların da konuşuyorlar mı? 

Ruhları arada sırada yanlarına geliyor mu? 

Hiç bilmiyoruz onu bilen yalnızca toprak. 

Toprağın bile bildiğini bilmeyen acizleriz? 

Biz ölülerimizi mi toprağa saklıyoruz. 

Yoksa toprakla üzerinin örtüp kendimizi mi ölülerimiz den saklıyoruz.

MERHAMET SINAVI

Çölde sıcak bir gün bir bedevi saatler süren yolculuk ve güneşin kavurucu sıcağından bunalıp devesini bir gölgeliğe sürdükten sonra dinlenmeye çekilir. 

Tam sofrasını kızıl kumların üzerine serip heybesinden yiyecek ve içecek bir şeyler çıkardığı sırada gözüne uzaklarda bir karaltı ilişir neden sonra o karaltının kendisine yaklaştığını görür.  

Az bir süre sonra yanına gelenin üstü başı toz toprağa bulanmış ve aç biilaç çölü yalın ayak geçmeye çalışan zavallı bir adam olduğunu anlar.  

Gönlü boldur bedevinin gel der ve sofrasına buyur eder çaresiz adamı yaradan ne bahşettiyse birlikte yeriz diye de gönül hoşluğunu ifade eder. 

Birlikte karınlarını doyurduktan sonra her ikisi de üzerine çöken ağırlıkla bir köşede uyumaya çekilir. 

Fakat hakikat bu ya bedevinin acıyıp sofrasına buyur ettiği o zavallı adam uyumaz sadece gözlerini kısarak uyur gibi yapar ve az önce sofrasına oturup ekmeğinden yeyip suyundan içtiği bedeviyi gözler onun uyuduğuna kanaat getirince de bedevinin kenar da duran devesinin üzerine atladığı gibi kaçmaya başlar.   

Uykuyla uyanıklık arası kendine gelen bedevi birde ne görsün daha birkaç saat önce acıyıp da önce gönlünü sonra sofrasını açtığı o zavallı adam devesinin üstünde dörtnala kendinden uzaklaşmaktadır. 

Bedevi bir hışımla hey ne yapıyorsun dur kaçma diye arkasından seslense de nafile kendisini çölün ortasında yapayalnız devesini çalıp giden adamın arkasından baka kalırken bulan bedevinin ağzından dökülen cümleler ibretliktir. 

Bedevi seni soframa buyur ettim ekmeğimden yedin ona yanmam, suyum dan içtin ona da yanmam, hatta devemi çaldın beni binek siz bıraktın ona da yanmam ama yüreğimde ki merhameti söküp aldın ya işte ben asıl ona yanarım der.

ÖLÜM SANA YAKLAŞMAKTADIR 

Ey insanoğlu ölüm sana yaklaşmaktadır. 

Fakat sen geleni görmüyorsun gidişin bir ziyaret gidişi değil geri gelmeyeceksin! 

Hasan-ı Basri şöyle buyurdu; Şüphesiz sıhhatli olanınız hastalanır. 

Genç olanınız ihtiyarlar ihtiyarlayan da ölür akıbet dediğim gibi değil midir? 

Yarın ruh bedenden ayrılmayacak mı insan malından mülkünden ayrılıp kefene sarılmayacak mı yarın mezar çukuruna terk edilmeyecek mi? 

Bir gün ölüp gidince kendileri için çalışıp sıkıntıya düştüğü kimseler onu unutur sevgisi kalplerden silinir. 

Ey insanoğlu ölüm sana yaklaşmaktadır. 

Fakat sen geleni görmüyorsun gidişin bir ziyaret gidişi değil geri gelmeyeceksin. 

Yakında konuşamaz olacaksın ölüp gidince artık bir dost olarak bilemeyeceksin. 

Çağrılırsın cevap veremezsin duyarsın akıl erdiremezsin. 

Beldeler harap oldu kabileler dağıldı evlatlar yetim kaldı. 

Gözlerin aktı nefsinle baş başa kaldın dişlerin kenetlendi. 

Dizlerinin bağı çözüldü evlatların başkalarının yanında garip kaldı.

ÇÖLDE Kİ GEZGİN

Farzet ki bir vahadasın yaşadığın toprağı dünyadan arındırılmış haliyle bir vaha olarak düşünmen de bir sakınca yok. 

Farzet ki artık orada yaşamaya mahkumsun. 

Yıllar yılı bu vaha ile çölün arasında gidip geldin bir arayışın içinde olduğunu düşünüyorsun. 

Aramakla bulunmayacağını arayanın bulacağını biliyorsun.  

Yaşamakta olduğun vaha her yanıyla dünyadan ve yıldızlardan arındırılmış. 

Belli bir ömür sürmüş olan yolculuğun son durağını bellisiz. 

Susuzluktan çatlamış dudaklar bilgiye susamışlıktan yarılmış bir beyinle nice yerleri dolaşmış.  

Nice çölleri aşmış nice vahaları arkada bırakmış nice konak yerlerini ufuklarda gözlemiş olarak geldiğin son durak.  

İşte böyle bir yer vaha doğmuş olmak yetmiyor soluk almak yetmiyor. 

Mahkum olduğunu yalnızlığını bilmek de yetmiyor. 

Yalnızlığından bunaldığın anlarda kendinle sohbet etmek yetmiyor.

ÖLÜMÜ UNUTMAK

Kur’an-ı Kerim, her fani ölümü tadacaktır buyuruyor. 

Müslüman kişi için en büyük gaflet ölümü unutmaktır doğan mutlaka ölecektir ölümden kurtuluş yoktur. 

Müslüman kişi bu dünya hayatının geçici olduğunu bilen ve ebedi hayata hazırlanan kimsedir. 

Müslüman kişi dünyanın bir imtihan meydanı olduğunu bilir yaptığı iyiliklerin ödülünü alacak zulüm ve kötülüklerinin cezasını çekecektir. 

Ahirete inanmayan kimse İslam’ın şartlarını yerine getirseler Müslüman olamaz. 

Müslüman kişi Allah’tan korkar bu korku Müslüman’ı Müslüman yapar. 

Ahiret inancı sözde kalan yüreğine inmeyen ölümü hatırına getirmeyen kişi karanlık gafletler içindedir. 

Ölüm insan için en büyük vaiz ve ibrettir. 

Ölümden ibret almayan kişi bitmiştir. 

Yüreğinde canlı bir ahiret inancı olmayan kimseden korkmalıdır. 

Ölümü hatırımızdan hiç çıkartmayalım

KARDEŞ ÖLÜMÜ

Kardeşim Cemil Çelikel’in anısına.  

Ne kapı vardır giresi, ne yemek vardır yiyesin. 

Ne ışık vardır göresi, dün olmuştu gündüzleri!

Yunus Emre.       

Çankaya’nın Ankara’ya hakim mevkiinde apartman balkonun da acılara gömülmüş etrafı izliyordum. 

Ağustos ayının son günleriydi yeni yağmış yağmur damlacıkları ağaçların yaprakları üzerinde inci taneleri gibi parlıyordu. 

Dar sokakta ulu meşe akça ağaç ve sedir çamı hem bir birleriyle hem de güneş ışığını kesen apartman duvarlarıyla boğuşarak apartmanın üst katında ki balkon hizasına ulaşmışlardı. 

Ağaçların aç köpeklerin önüne kemik atılmış gibi boğuşmalarına bakınca Nazım Hikmet’in yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine dizelerini anımsadım. 

Bazı zaman güzel bir söz gerçeğin üstünü böyle örter ağaçların didişmeleri hiç de kardeşçe değildir.  

Ağaçların didişmeleri yaşamın kaynağı olan ışığa kavuşmak içindir.

Işıktan yoksun kalınca öleceğini bilircesine ulu meşe ve akça ağacın dalları arasında kayboluş sedir. 

Çamı onların arasından başını mızrak gibi çıkarmıştı ince uzun bu boy vermiş dal bana yaşamı değil de ölümün hatırlatıyordu. 

Çünkü yönüyle tam da Karşıyaka mezarlığını işaret ediyordu. 

Bir gün önce kardeşimi bu mezarlığa defnetmiştik. 

Kardeşim toprağa vermek insanın bir yarısın toprağa vermek gibidir. 

Ben Habil’i öldüren Kabil’in de büyük acılar çektiğine inanırım. 

Hayatta iken ne kadar didişirse didişin kardeş ölümü insana bir yarısı yok olmuş gibi acı verir. 

Üstelik ben en sevdiğim küçük erkek kardeşimi vermiştim kara toprağa. 

Büyüklerimiz ölümlerin en hayırlısı sıralı ölümdür sözü her zaman kulağımdadır. 

Ama bu sözü Azrail hiç duymamış gibi çoğu kez içimizden en  gencini en güzelini alır. 

Sanki ölmeden önce ölüm acılarını daha çok hissedelim diye bizi bir ağacı budar gibi budar yapayalnız bırakır. 

Bu dünyanın acılarını paylaşacağımız kimseyi bırakmaz yanımızda. 

Kardeşim birçok insan için yaşlı sayılsa da benim küçük kardeşimdi. 

O mu benim sıramı çaldı ben mi onun yaşamını çaldım bilemiyorum. 

Yalnızca sedir çamının mızrak gibi uzanan başının gösterdiği mezarlık yönüne bakıp acılarımı besleyip büyütüyordum. 

Kardeşimi toprağa verip üzerine acele toprak attıktan sonra sanki biraz oyalansak ölüm gelip bizi de bulacakmış gibi iki kişi koluma girerek beni mezarlıktan çıkarmışlardı. 

Oysa ben toprağın benim üzerime atılmasını kardeşimin yerine bu dünyayı bırakıp gitmeyi ne çok istemiştim! 

Mezarlık yalnızca ölüme saygıdan mı nedense hiç bozulmamış sayfiye kasabası gibi güzeldi apartmanımızın önündeki gibi ağaçları boğuşmaya mahkum etmeden hepsine yeterli gün ışığı bırakarak çeşit çeşit ağaçlarla süslemişlerdi. 

Ölülerin evlerinde eşitti herkese hakça dağıtılmış toprak hepsi de sonun da gözlerini toprağa doyurmuş gibi bir avuç toprağa razı olmuşlardı. 

Üstlerinde göklere uzanan apartman gibi mezar taşları yoktu. 

Keşke ölüme saygı duyduğumuz kadar yaşamada saygı duysaydık diye düşünmüştüm. 

Ölü evine vardığımızda evde ki kalabalığın önceleri acı çekenlerin acılarını dindirme de yararlın olduğunu düşündüysem de bunları görmek için illa helvamı ikram etmek gerekirmiş diyordum. 

Bütün gece gözümü kırpmamış kardeşimle konuşmak istemiştim. 

Ama ölümün önüne geçemediğimiz gibi zamanı da durduramıyoruz. 

Biraz sonra gecenin gündüzden ayrıldığı o ilahi anda sabah ezanı okunmaya başlandı. 

Gün ışığı ile mezarlık yöresi seçilmeden içim de beni boğan karanlığı yok olduğunu hissettim neden kardeşime ulaşamadığımı anlar gibi oldum. 

Biz artık başka dünyalardaydık kardeşim sonsuzluk alemine göçmüştü ona ancak aynı dünyada iken ulaşabilirdim.

Her nefis ölümü tadacak Kur’an-ı Kerim, Ali-İmran, Enbiya ve Akıbetu sureleri olduğuna göre bir gün benimde sıram gelecekti. 

O zaman ölüm bir ayrılık değil kavuşmak olacaktı.

Gün de ışımış bir birileriyle didişen ağaç yaprakları üzerinde oynaşıyordu. 

Yaşam savaşı veren sedir çamının mızrak gibi tepesi bana hayatın devam ettiğini söylüyordu. 

Cahit Çeliker.

ŞEMS-İ TEBRİZİDEN DERS

Bir gün Mevlana’ya felsefe ile meşgul olan bir grup insan geldi. 

İmam’a ilişkin konular da soruları vardı. 

Mevlana bu felsefecileri Şems-i Tebriz’iyse gönderdi. 

Felsefeciler Şems’e geldiklerinde o talebelerine bir kerpiç üzerine nasıl teyemmüm edileceğini gösteriyordu. 

Gelenlerden biri en çok takıldıkları üç soruyu peş peşe sıralayı verdi:  

1. Allah var dersiniz ama görünmez gösteremezsiniz gösterin de inanalım! 

2. Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz sonra da cehennem de ateşle ceza verilecek dersiniz ateşten yaratılmıştır. 

3. Ahirette her kez hakkını alacak yaptıklarının karşılığını görecek diyorsunuz rahat bırakın şu insanlar istediklerini yapsınlar. 

Sorular biter bitmez Şems elinde ki kerpici soruları soran felsefecinin kafasına vurdu. 

Felsefeci hemen kadıya gitti ve Şems’ten ben soru sordum o bana kerpiçle vurdu dedi. 

Şems-i Tebriz’de kendini savundu o bana sordu bende cevabını verdim. 

Kadı bu işi açıklamasını isteyince de şu izahatı verdi? 

Efendim bu adam bana Allah-Teala’yı göster dedi. 

Bende elimde ki kerpici başına vurarak sorusunu cevaplandırdım. 

Şimdi başının ağındığını söylüyor bana başının ağındığını gösterebilir mi? 

Adam şaşırdı ve ağrı gösterilir mi ancak hissedilir dedi. 

Şemste taşı gediğine koydu işte nasıl var olan ağrı gösterilemez ise? 

Allah da vardır, ama gözle görülemez demek istedim! 

Şems savunmasına şöyle devam etti; 

Bu adamın ikinci sorusu ateşten yaratılmış olan şeytanın ateşle nasıl cezalandırılacağı idi. 

Ben bunu açıklamak için başına topraktan yapılmış bir kerpiçle vurdum başı ağırdı oysa kerpicin de insan gibi asıl maddesi topraktır. 

Nasıl toprak toprağa acı vermiyorsa ateşte ateşten yaratılmış şeytana azap verecektir. 

Üçüncü sorusu bırakın insanları isteyen istediğini yapsın niçin ahirette yapılanların karşılığı verilecek diye korkutuyorsunuz şeklindeydi. 

Bende ona canımın istediğini yaptım ama bundan hoşlanmadı ve beni size şikayet etti. 

Felsefeciler bu açıklamalar karşısında ne söyleyeceklerini bilemediler ve çok mahcup oldular

BARDAK DEĞİL GÖL?

Hintli bir usta çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. 

Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. 

Yaşamında ki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde yaşlı usta ona bir avuç tuzu bir bardak suya atıp içmesini söyledi. 

Çırak yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükür meye başladı. 

Tadı nasıl diye soran yaşlı adama öfkeyle acı diye cevap verdi. 

Usta kıkırdayarak çırağın kolundan tuttu ve dışarı çıkardı sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü. 

Ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken? Usta aynı soruyu sordu tadı nasıl.

Ferahlatıcı diye cevap verdi genç çırak. 

Tuzun tadını aldın mı diye sordu yaşlı adam. 

Hayır diye cevapladı çırağı. 

Bunun üzerine yaşlı adam suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi. 

Yaşamda ıstırabın miktarı hep aynıdır. 

Ancak bu ıstırabın acılığı neyin içine konulduğuna bağlıdır. 

Istırabın olduğunda yapman gereken şey onu veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.

O için sen de artık bardak olmayı bırak göl olmaya çalış. 

Mutlu olmak ve çevremizde görev deşlik oluşturmak varken. 

Karamsarlık ümitsizlik ve mutsuzluk tercih edilecek bir duygu durumu değildir.

ANIN TADINI ÇIKARALIM

Bir gün bir Tibetli Hindistan’da bir bilgenin yanına gitmiş. 

Ona geçmişte başına gelen kötü olayları anlatıp dert yanmış. 

Sonrada gelecekte olmasından korktuğu kötü şeyleri ve kaygılarını sıralamış. 

Bu arada bilge önüne koyduğu mangalda patates pişiriyormuş? 

Bir süre sonra yakınıp duran ziyaretçiye şunları söylemiş. 

Artık olma yan ve henüz var olmayan şeylerden yakınmak neye yarar gel biz seninle patates yiyelim. 

Biraz hem patatesin hem de bu anın tadını çıkaralım ne dersin? 

Geçmişin keşkekleriyle geleceğin kuşkularıyla yaşanmaz an bu andır gün bu gündür neler olduysa olmuştur. 

Geçmişin acıları ve gelecek endişeleri ancak bu günü kaybettiriyor. 

Biz unutmayalım yarın bugünde geçmiş olacak.

İKİ KARDEŞ

İki kardeşe babalarından kalan beraber sürüp ektikleri tarlada yetişen ekinleri hasat sonunda iki kardeş eşit olarak bölüşürler ve her biri payına düşeni tarlanın ucunda ki evlerine taşırlar. 

Gece olmuş kardeşlerden birinin gözüne uyku girmedi acaba demiş. 

Ben payımı tam hakça bir bölüşme sonunda mı aldım aldığım pay tam hakkım mıdır? 

Sonra düşünmüş ki kendisi evli değildir çocukları yoktur. 

Kendisinden başka beslemek bakmak zorunda olduğu kimse yoktur. 

Oysa kardeşinin eşi ve iki çocuğu vardır. 

O halde kendisi ekinin yarısını almakta haksızlık etmiştir. 

Bu düşünceler içindeki kardeş gecenin bir vaktin de yatağından kalkar ambara iner ve taşıyabileceği kadar ekini sırtlar tarlanın öteki ucunda ki kardeşinin evine doğru yola çıkar.

Oysa o sıralar da tarlanın öteki ucundaki evinde öteki kardeş de uyuyamamış yatakta sağına soluna dönmüş bölüşmenin hakça olup olmadığının hesabını yapmış ve oda bir haksızlık olduğu kanısına varmıştır. 

Bu kardeş de düşünmüştür ki Allah kendisine yaşlılık günlerinde bakmaları için iki çocuk vermişti eşi vardı kardeşinin ise yaşlılığında kimsesizliğinde bakacak kimsesi yoktur, dolayısıyla ekinden payın çoğunu o almalıdır.

Bu kardeşde gecenin o vakti yatağından kalkar ambara iner taşıyacağı kadar ekini sırtlanır karşı yakada ki kardeşinin evine doğru yola çıkar. 

İki kardeş tarlanın tam ortasında karşılaşırlar. 

Karşılaşınca da ikisi de karşıların da kimin aklından neler geçtiğini anlayarak göz yaşları içinde bir birlerinin boynuna sarılırlar.

HİNDİYİ ÇALANI BUL 

Bir gün hali vakti yerinde ailesiyle mutlu bir Arap vatandaşın Hindisi çalınmış. 

Babası oğlunun yanına giderek kalk oğlum bizim Hindi çalınmış demiş. 

Oğul ise yahu şimdi bir Hindi için bütün mahalleyi dolaşacağım boş ver diyerek yatmaya devam etmiş. 

Aradan kısa bir süre sonra bahçede keyif yapan oğlunun yanına tekrar gelerek bu defa Develerinden birinin çalındığını söyleyerek bulmasını istemiş. 

Oğlu yine oturduğu yerden kalkmayıp zenginliğine de güvenerek yahu bir Deve için bütün mahalleyi dolaşacağım diyerek giden bir Deve olsun demiş. 

Aradan bir süre daha geçince oğul canhıraş koşarak eve gelmiş; 

Baba yetiş eve gelirken kız kardeşime saldırmışlar yolda perişan vaziyette baygın buldum eve getirdim, demiş. 

Arap yerinden fırlayarak kızının yanına koşarken git o Hindiyi çalanları bul demiş. 

Oğlu da baba sen ne diyorsun kardeşime saldırmışlar bu namus meselesi sen hala Hindi diyorsun demiş. 

Bunun üzerine babası demiş ki ha bu bize ders olsun o gün yapmadın bari bundan sonra ders olsun Hindiyi çalan anlasın ki başkaları yüz bulup sana bunları yapmasın.

KORKU

Korku insanın ve diğer canlılarında tanıdığı bir içgüdüsel duygudur. 

O gelince medeniyet namına neler varsa insan aklından duygularından ne varsa uzaklaşma başlar. 

İnsan kültürel bir varlıktan natürel bir varlık alanına siner korkuyla kanun nizam yasal diğer düzenlemeler kalkar onunla birlikte akılcı düşüncede kalkar. 

Sadece hayatta kalma dürtüsü kalır duygu ve aklın sadece ona kitlenmiş işleyişi kalır. 

Doğrular yanlışlar gider yerini sadece doğrusu yanlışı olmayan ama sadece ayakta ya da hayatta kalma güdüsü var olur ve insan diğer canlılardan o kadar iftihar ettiği farklarını üstünlüklerini bir yana bırakır ve ortak noktalara yakınlaşır. 

Cesaret gerçekten başarılı olanlar başat gelen özelliğidir. 

Çünkü çoğu zaman insanı başarılardan alıkoyan cesaretsizliktir. 

Cesaret on kısımdır; biri korkmak dokuzu dikkat ve ihtiyattır. 

Cesaret birçok insanın arzuladığı hata birçok insanın kendinde var olduğuna inandığı fakat hayata geçirmekte zorlandığı bir konudur. 

Cesaret bilinçsizce ileri atılmak gözünü karartarak hareket etmek olmamalıdır. 

Cesaret bir şeye karşı ilk adımın atılmasını başlangıcını sağlar deneme cesareti olmayan insanların zihinleri yürekleri korkular ve endişelerle doludur. 

Kendilerine inanmazlar ve en önemlisi kendilerinden korkarlar. 

Tercihlerini cesaretle deneme yönünde kullanan insanlar hayatta ki en renkli başarıları yaşarlar. 

Karşılaştıkları her zorluğu sıkıntıyı er ya da geç bu özellikleriyle aşarlar. 

Başarısızlık kötüdür ama başarmayı hiç denememek daha kötüdür. (T.Roosevelt.) 

Zor oldukları için cesaret edemediğimiz işler biz cesaret edemediğimiz için zordur. (Seneca.) 

İnsan kıyıyı uzun süre göremeyeceğini kabul etmeden yeni toprakları keşfedemez. (A. Gide.)

BAŞKASINI YÜCELTME.

Başkasını ilah gibi yüceltmenin baş sebeplerinden biri! 

Tek İlah’ta (Allah)’da toplaması gerek. 

Anlamları ile kişinin başka nesnelere yöneltmesi hayatın anlamını karartır. 

Kontrolsüz duygular ve ihtiyaçlar kişiyi farkına varmadan bir şeyleri ya da birilerini ilahlaştırmaya hazır hale getirir. 

İnsan kendisini aşağılayıp başkasını yücelten davranışların temelinde yanlış inançlar. 

Ve kültürlerde etkili ama en önemlisi başkasına kul-köle eden psikolojik mekanizmaların nasıl geliştiğidir. 

Zayıflık ve acizlik hissi duygularını kontrol edemeyen kimselerde güce doğru meyil oluşturur. 

O benim her şeyimdir! Sözü aslında önemli problemin işareti! 

Bir kimse biri için ya da her hangi bir şey için bu sözü söylüyor ve böylece inanıyorsa bunun anlamı. 

Şey karşısında kendisinin hiçliğini kabul etmektir. 

O şey her şey ise kendisi hiç bir şey demektir. 

Böylesine bir şartlanma köleleşmedir. 

Köle ve efendisi yanında efendinin hayatı için sadece bir hiçtir

KENDİNİ AŞAĞILAMAK.

İlah algısı bozulmuş toplumda hiç bir şey düzgün gitmez! 

İnsan kendisini çok etkileyen şeyi o kadar yüceltiyor ki ilahlaştırıyor. 

Başkasını ilahlaştırırken kendisini alçaltıp hiçleştirenler. 

O üstün varlığı özünden kopuk kendisini sıradanlaştırıp alelade hale getirenlerdir. 

İnsan başkasını ilahlaştırırken kendisinden kaynaklanan sebepleri işin en önemli tarafını teşkil eder. 

İnsan kendini aşağılaması ve o oranda başkasını yüceltmesi sebep olan hususları şu şekilde özetlenebilir; Mutluluk insanın kendisini geliştirmesidir. 

Kendini gerçekleştirmek ise bedensel ve ruhsal yeteneklerinin geliştirmesidir. 

İnsan yeteneklerini farkına varması onları uygulayıp hayata geçirmesi ve böylece tatmine ulaşması sağlamalıdır. 

Bu tatmin duygusu insanı mutluluk diye adlandırılan şeye ulaşmasıdır. 

İnsanın bir yeteneği varsa o yönde tatmine ihtiyaç hissedecektir. 

O tatmin sağlanamaz ise boşluk hissi yani tatminsizlik açığa çıkar bu durum mutsuzluğun açığa çıkmasıdır. 

Yeteneklerinin ne olduğun bilmeyen kişiler kendilerini iyi hissedemez. 

Kendini tanıma bilme farkın dalığına varamayan kimseler için hayat anlamsız görmeye başlar. 

Bu anlamsızlık sıkıntılara şikayetlere huzursuzluklara ve insanı başka arayışlara iter. 

İnsan hayatında oluşan boşlukları başka şeylerle doldurmaya çalışır insanda farklı beklentiler oluşur.

İNSANDA Kİ GÜVENSİZLİK

Kendine güveni yeterince gelişmemiş birinin başkalarını olduklarından daha yukarılar da kendinden daha üstün görmesi kaçınılmazdır. 

Kişiliğini yeterince geliştirmemiş ve güçlenmemiş kişi olaylar karşısında vakur net bir tavır sergile yemez. 

Güvensizlik duygusu başarısızlığa başarısızlık aşağılık karmaşıklığa götürür. 

Ve bir kısır döngüdür gider böyle insanı bitirene dek! 

Kendi sorumluluğunu taşımaktan korkan insan? 

Bu ruh hali kendini başkalarına mahkum etmiş demektir.

SOSYOPATLARIN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Harvard Üniversitesi’nden Psikolog Dr. Martha Stout, The Sociopath Nex Door’un kitabında ‘Sosyopatları’ Şu özellikleri ile ifade ediliyor. 

İnsanları etkileme ve kandırma konusunda becerikli. 

Kimseyi inanmayacağı yalanları allayıp pullayarak yuttura bilen? 

Tehlikeli ve mantıksız eylemler de bulunmaktan çekinmeyen ve en ufak bir vicdan azabı çekmeyen. 

Tehdit edip karşısındakilere kendi çıkarları için zarar verebilen. 

Çarpıtılmış gerçekleri bir öykünün arasına ustaca gizleyerek saf ve iyi niyetli insanları kandırabilen. 

İnsanlara hükmetmeyi seven ve bedeli ne olursa olsun kazanmak için uğraşan. 

Zeki olmakla beraber zekasını diğer insanları kandırmak üzere kullanan? 

Gerçek yaşantısında kimseyi sevmeyen? 

Hiç bir zaman özür dilemeyen? 

Hiç bir zaman yanlış yaptığına inanmayan ve hata yapsa bile özür dilemeyerek saldırılarına devam eden.

TEMBELLİK.

Nisan ayında bitirdiğimiz şu günlerde bahar rehaveti yorgunluğu üzerimize iyice çöktü yataktan kalkmak çalışmak istemiyoruz keşke hayatımı (Tembellik) ederek geçirme şansım olsaydı diyenlerdenseniz. 

Tembellik sözlükteki anlamı; Çalışmaktan nefret etmek, savsaklamak ihmalkarlık üşengeçlik? 

Hareket eden bütün canlılar günlük yemeklerin alınların teriyle kazanmalı güvenli ve çabuk sonuçlar almayı her zaman beklememelidir. 

Tembellik fiziksel ya da ruhsal çabanın eksikliğini gösterir ve bu durumda insanı ruhunu yozlaştıran kişiyi mutsuzluk ve depresyona sürükler. 

Anlatılan bir hikayede: Adam öldüğünde kendisini hayatı boyunca kurduğu konfor ve güzelliklerle dolu harika bir yerde buldu.

Beyazlar içinde biri yanına yaklaştı ve şöyle dedi. 

Her ne istersen almaya hakkın var: Tüm yiyecekler zevkler eğlence hepsi emrine amade! 

Buna müthiş sevinen adam hayatta isteyip de yapamadığı her şeyi diledi doya doya yaşadı.

Bütün bu zevklerle dolu geçen yılların sonunda beyazlar içinde ki kişiye gidip şöyle dedi: 

İstediğim her şeyi yaptım şimdi uğraşabileceğim bir iş istiyorum ki yeniden faydalı hissedebileyim.  

Çok üzgünüm dedi beyazlı adam; ama sana vermeyeceğim tek şey bu burada iş yoktur. 

Sonsuza dek bezginlik içinde mi yaşayacağım yani? 

Tüm zamanımı böyle sıkıcı halde geçireceğime binlerce yıl cehennemde kalmayı yeğlerdim! 

Beyazlar içinde ki adam yavaşça adamın kulağına eğildi ve şu sözleri fısıldadı: 

Sen nerede olduğunu sanıyorsun ki?

WİNNİE ALBERT’E GÖRE TEMBELLİK

Dondurulmuş hazır gıdalara anında çıkan fotoğraflara patates püresine hızlı okumalara ve hesap makinelerine her geçen gün daha da çok odaklanmakta olan bir toplum nasıl hayatta kalmayı başarabilir?

TEMBELLİĞİN SOSYOLOJİSİ

Gereğinden fazla çalışanlar ile çalışmaktan kaçanlar aslında aynı şeye tepki vermektedirler. 

Her ikisi de bütün insanların yaşadığı olağan problemlerden bunaltıcı gerçeklerle yüzleşmekten ve normal bir hayatın doğasından olan sorumluluklardan kaçmaya çalışmaktadır. 

(Kaynak: The Compulsive Worker, Oxford. 2001)

BUDİZM’E GÖRE

Geleneklere göre ruhun uyanmasının karşısına dikilen en büyük engellerden biridir. 

Üç farklı şekilde kendini gösterir. 

Konforun getirdiği tembellik hep aynı yerde saymamıza neden olur. 

Kalbin tembelliği cesareti kırar ve harekete geçmemizi engeller biridir.  

Üç farklı şekilde kendini gösterir. 

Geleneklere göre tembellik ruhun uyanmasının karşısında dikilen en büyük engellerden biridir. 

Acının getirdiği tembellik ise bizi artık hiçbir şeyin öneminin kalmadığı noktaya getirir ve o zaman artık bu dünyanın bir parçası bile değilizdir. 

(Kaynak: Pema Shodron in Shambala Sun, November 1998)

TAO TE KİNG’İN YORUMU

Patikada yürüyen adam izlediği yol benimser. 

Namuslu ve dürüst bir adam erdemim benimser. 

Bir şeyler kaybetmiş bir adam kendini mahrumiyete bırakır.  

Yolu benimseyen adam yol tarafından memnuniyetle kabul edilir. 

Namuslu adam erdem tarafından kabul edilir. 

Kendini mahrumiyete bırakan adamda hüsrandan tarafından kabul edilir. 

Bu yüzden, 2007’yi neredeyse yarılamışken kendimize şunu sormayı adet haline getirdik: İlham nereden gelir? 

Yaşama sevinci nereden gelir?

Yıl neredeyse yarılandı ve ben bu süresince sınırlarımı zorladım ailemi geçindirdim en doğru ve iyi şekilde davranmaya çalıştım ve tüm bunlara rağmen istediğim noktaya gelemedim bütün bu çabaya değer mi? 

Işığın savaşçısı uyanışın uzun bir süreç olduğunun farkındadır. 

Ve insanın istediği noktaya ulaşması için niyet etme ve çalışmayı dengelemenin gerekli olduğunu bilir? 

Bu kişinin bir değiştiremeyeceğini bir yansıması değildir. 

Tam tersine bu sorunların temelinde eylemsizlik virüsü yatar. 

Evet belki her şeyi doğru şekilde yaptık ve sonuç hala görünür değil ama şundan eminim: Bunların sonuç gösterecek yeter ki pes etmeyelim. 

(Kaynak: Yedi Ölümcül Günah. Paulo Coelho)

YAŞAYACAĞIM.

Lise de ders çalışmakta olan öğrenci istediği gibi yaşayamamaktan şikayetçi. 

Üniversiteye gireyim siz beni o zaman görün istediğim gibi yaşayacağım. 

Ancak üniversiteye girince derslerinin çokluğundan  istediği gene yaşayamamak ta? 

İşe gireyim de beni görün nasıl yaşayacağım. 

İşleri yoğundur yine istediği gibi yaşayamamakta. 

Emekli olayım da o zaman görün nasıl yaşayacağım. 

Ve emekli olur, bir parkta oturmuş; Allah kısmet eder hayırlısıyla bir öteki dünyaya gidince o zaman görün istediğim gibi nasıl yaşayacağım der. 

Bu gün yaşayabileceğimizi yarına ertelemeyelim.

İNTERNET

İnternet bağımlılarının bağımlılıklarıyla başa çıkmak için baş vurdukları yöntemlere en son örnek bir televizyon yıldızı olan Mark Malkoff. 

Hayatını devamlı Twitter, Facebook, Youtube Bloglar, Haber siteleri. 

Mail çerçevesinde sürdürdüğünü fark edince sosyal medya detoksu uygulamaya karar verdi.

Detoksu beş günlük bir zaman biçen Makkoff bağımlılığının vahametini gözler önüne serecek bir şekilde de internetten fazla uzak kalamayacağı için bu beş gün boyunca kendini evinin banyosuna kilitledi. 

Mark geçmişte internetten uzak durmaya çalıştım ama bu sadece bir kaç saat sürmüştü.

Makkoff’un durmadan ertelediği ama sosyal medya detoks sırasında yapmaya karar verdikleri şöyle: Sevdiklerine mektup yazmak ABD Başkanlarını sırasıyla ezberlemek Thomas Pynchon’ın kitabını okumak. 

Mark sonunda 120 saatini internetten uzak bir şekilde geçirdi. 

120 saatin ardından aynı hız ve iştahla sosyal medyanın derinliklerine daldığını blogundan ve Twitter hesabından anlamak hiç zor değil.

Sosyal medyadan 10 günlük uzak kalmak zor ancak 10 gün cidden az bir zaman değil aklıma paylaşacak bir sürü şey gelecek; bir sürü güzel kare yakalayacağım ve içime atacağım güzel mekanlar keşfedeceğim ama duyurmayacağım kimseyle paylaşmayacağım tamamen içime kapanacağım.

GÖL İNSANLARI

— Hamdi uyuyan arkadaşlarını uyandırmamaya çalışarak pantolonunu giydi paçalarını diz kapaklarına kadar sıvadı ceketini omzuna alıp kulübeden dışarı çıktı. 

Dışarıda kırklar köyü harabesi yamrı yumru duvarların gölgesi altında karma karışık ve tembel görünüyordu. 

— Mezarlığın yanından kısa bir dua okuyarak geçip üstü sazlarla örtülü ahırın kapısını açtı eşekler birbirinin omzuna dayanmışlar gibi yan yana duruyorlardı kapının açılmasına içeriye birinin girmesine hiç aldırmadılar.

— Hamdi gidinin tembel merkepleri dedi hayvanların samanını verip kapıyı sıkıca kapatarak geri dönerken parmaklanın çökük avurtlarında gezdirdi. 

— Üç gündür boş oturduk tıraş olmak istermiş diye düşündü sarı kıllı sert bıyıklarını çekiştirdi. 

— Köy harabesiyle mezarlığın ötesi çepeçevre ormandı sabah oluyor ağaçların tepesinde bulutların ve dumanların arkasında. 

— Aydınlık aşağıdan yukarıya doğru genişliyordu kulübenin kapısında Bulgaryalı deli İbrahim’le karşılaştılar.

— İbrahim’in sırtında beyaz gömlek ayağında uzun paçalı donu vardı elinde ki teneke ibrikle altesten geliyordu yüzü kaba ve çopurdu kırmızı çamurdan yapılmış bir heykele benziyordu. 

— Hamdi’yi görünce gülümsedi kocaman elini omuzu hizasında sinek kovar gibi salladı bu sıralarda ne kadar dikkat edilse yumuk gözlerinin içini görmek mümkün olmazdı.

— Hayvanlara baktın mı Hamdi?

— Saman verdim.

— Arkadaşlar daha yatıyor mu?

— Bir Mustafa uyandı sigara içiyor arka arkaya içeri girdiler kulübe yıkılmış bir evin temel duvarlarım sazla örtmek suretiyle üstünkörü acele yapılmıştı. 

— Kapıyı deli İbrahim’in iri gövdesi kapattığından çatıya yakın yuvarlak camdan başkada pencere olmadığı için Ağa zade dedikleri Mustafa’nın yüzü karanlıkta kalıyor sigara içtikçe sivri çenesi kırmızı bir aydınlıkla yanıp sönüyordu.

— Hamdi merhaba Ağa zadem dedi erkence sigaraya sarılmışsın.

— Mustafa paketi uzattı siz de yakın bakalım!

— Eyvallah Hamdi sigarayı aldıktan sonra kapsız yorganların altında uyuyanları ayağıyla dürttü hey Kuru bacak Mehmet davran haydi Recep gün doğuyor.

— Kuru bacak Mehmet’le recep gözlerini oguştura oguştura gerinip oturdular. 

— Hamdi kenarda ki sandıktan iki ekmek çıkardı toprak zeminin yarısından itibaren küçük pencereye kadar uzanan sedirin üzerine koydu.

— Tenekeden aldığı beyaz peynir kalıbını havada tutarak salamura suyunu süzerken Salih örtüyü ser ulan dedi.

— Salih sedirin üstünde tek başına yatıyordu on iki yaşında idi  gürültüden uyanmış kocaman siyah gözlerini kırpıştırarak etrafına bakmaya başlamıştı saçları üç numara makineyle kesildiği için başı incecik boynu üzerinde daha yuvarlak görünüyordu.

— Hamdi ağır davranmayı hiç sevmezdi hemen kızdı aptal aptal bakarsın vazgeçtim sofra örtüsünden kes şu ekmekleri. 

— Salih pantolonunu ayağına süratle çekti ağzı daima açık duran paslı bir ustalı çakı ile ekmeği dilimlemeye başlayınca Hamdi tekrar çıkıştı: Bak yine elini yüzünü yıkamadan ekmeğe yapıştın soysuz!

— Unutmuşum Hamdi ağa Salih ön sırada bir dişi noksan olduğu için ıslık çalar gibi konuşuyordu sedirden atladı.

— Kapıdan çıkarken deli İbrahim ensesini yavaşça tokatladı: Unutmuşum olur mu sana kaç kere tembihledi gözlerini küçülterek çocuğun arkasından baktı: Sonra pişmanlık çekersin bu yaşta gurbete çıkmışsın kendini toplamazsan sürünürsün, temizlik imandan gelir değil mi Hamdi?

— Öyle… 

— İbrahim birdenbire Hamdi’ye döndü: Bu sabah yüzünü sende yıkamadın Çerkeş lakin ayıp değil insanoğlusun nasihat vermeden yaşayamazsın? 

— Hamdi bir şeyler mırıldanarak peyniri altı parçaya böldü dilimlerin üstüne koydu.

— Kuru bacak Mehmet kıpırdanan bir örümcek gibi kısa kolları ve ince bacakları ile hala geriniyordu kendi kendine: Şu Bulgaryalı lafı dikine doğrusuna söylüyor tam muhtar olacak herif dedi. 

— Yemekten sonra eşekleri semerleyip semerlerin iki yanma birer küçük küfe astılar. 

— Omuzlarına kürekleri alarak yirmi beş merkepten ibaret kervanı kırklar köyü harabesinden, 

— Deniz kenarında ki kumluğa doğru sürdüler oradan Terkos gölü kıyısına çakıl taşıyorlardı.

— Deniz ve Göl kulübeye yarım saat çekiyor yol ormanın içinden geçiyordu hafif bir yokuşu çıkınca ağaçların arasından karadeniz göründü, 

— Üç günden beri devam eden fırtına kenarda kısa köpükler bırakarak dinmişti. 

— Karaburun taraflarından rüzgarım bulmuş keyifli bir yelkenli geçiyordu. 

— Hamdi bir müddet tahlisiye gemilerinde tayfalık yaptığından kendisini gemici sayar denize dair konuşmayı severdi. 

— Damağını şaklattı: Köpoğlu deniz artık gemilere yol vermiş. 

— Eşekler parlayan çakılların yanına ayakları kuma gömüldüğü halde sakin sakin yanaştılar. 

— Dalgalar sahile bir ayda taşıyabilecekleri kadar çakıl getirmişti.

— Hamdi küreğin sapını göğsüne dayayıp eline tükürdü: Haydi arkadaşlar küfelerin muvazenesini bozmamak için bir kürek birine bir kürek ötekine atarak ikisini aynı zamanda doldurmak lazımdır. 

— Hamdi hepsinden çabuk eğilip kalkıyor hayvanları ötekilerden çabuk yüklüyordu yüzü terli ve rahattı. 

— Deli İbrahim ıslıkla bir Bulgar havası tutturmuştu küreği zorladıkça baldırları mosmor şişiyordu.

— Ağa zade Mustafa küsmüş bir çocuk gibi dalgındı güneşten solmuş yağmurdan ufalmış kasketinin önünden siyah saçları görünüyor az kamburca sırtı kürek sallamaya yaraşıyordu ağzında sönmüş bir sigara parçası unutulup kalmıştı.

— Kuru bacak Mehmet’le Recep, çalışırken ikiz mişler gibi birbirlerine benziyorlardı. 

— Halbuki uzun boylu geniş omuzlu kocaman kırmızı burunlu Recep kısacık vücudu eğri büğrü suratı buruşuk Mehmet’in taban tabana zıddıydı.

— Salih eşekler yükleninceye kadar kayaların yanına kabuk toplamaya gitmişti bunları pek seviyor biriktirmeye doyamıyordu. 

— Hamdi boz oğlandan başka yüklenecek eşek kalmayınca Salih’i çağırmak üzere kayaların bulunduğu tarafa baktı çocuk elleriyle işaretler yaparak koşuyor bağırarak bir şeyler söylüyordu.

— Ne var Salih diye seslendi.

— Leş var Hamdi ağa leş var. 

— Ne leşi ulan?

— Adam leşi.

— Kürekleri bırakmadan bir tehlikeye gidiyormuş gibi yan yana sımsıkı yürüdüler.

— Kayalara yaklaşınca alçalıp yükselen suların üzerinde boğulmuş adam göründü.

— Yüzü koyun yatıyor dalgalarla sallanıyordu sanki düşmemek için ellerinin üstüne abanmıştı. 

— Deniz burada taşların keskin yarıklarına mütemadiyen girip çıktığından ceset adeta homurdanmaktaydı.

— Hamdi tayfalıktan kalma bir alışkanlıkla: Şuradan kancayı ver diye bağırdı. 

— Deli İbrahim paçalarını biraz daha sıvadı ölüyü kumun üzerine arka üstü uzattılar. 

— Avurtları şeker emiyormuş gibi dolu dolu gözlerinden birisi aralıktı. 

— Bir lacivert gemici fanilası siyah abadan bir pantolon giymişti.

— Otuz yaşlarında görünüyordu derisine yıkanmakla temizlenmeyecek kadar kömür tozu sinmişti. 

— Hamdi çenesini kaşıdı: Kömür kayıklarında tayfa imiş besbelli!

— İbrahim kırmızı yüzünü astı: Bulgar’dan kömür getiren kayıklarda her hal çömelerek ölünün pantolonunu tutan ince kayışı itina ile çözdü.

— Ötekiler belki edep yeri görünür diye başlarını çevirdiler. 

— Cebinden meşini siyahlaşmış iki gözlü bir cüzdan çıktı bir tarafta nüfus tezkeresi ötekinde paraları duruyordu.

— Kuru bacak Mehmet küreği kuma hızla sapladı: Hele nüfus kağıdını bir oku nereliymiş bakalım? 

— İbrahim ıslak sayfayı ağır ağır okudu: Resul oğullarından Dursun Baba adı: İsmail Ana adı: Ayşe Giresun Tepe köy. 

— Vah vah Karadeniz uşağı bizim oralardan tevellüdü kaçmış baksana?

— 1328 kaç yaşında demektir? 

— Ağa zade Mustafa sigara yakıyordu kelimeleri dişleriyle çiğneyerek tembel tembel konuştu: Benim kadarmış yirmi altı yaşında? 

— İbrahim elini nüfus tezkeresiyle beraber, omuzu hizasında salladı genç ölmüş oğlancık derya insaf bilmez dalgalara ağır bir hiddetle baktı bu haşarı ve yüreksiz denizi eskiden beri sevmiyordu. 

— Paraları saydı: topu yekunu on iki kaymesi varmış fukaranın.

— Kuru bacak Mehmet kasketini çıkarıp tekrar başına koydu: Ne yapacağız Hamdi?

— Neyi sordun Mehmet paraları mı?

— Paraları da rahmetliyi de?

— Kulübeye götürürüz kaptan gelince muamelesini yaptırır. 

— Ya gelmezse hava sıcak kokar biçare.

— Bugün muhakkak gelir hafta başı geleli üç gün oluyor erzak tükendi sigara kalmadı aylıklarımızı da getirecek.

— Motorcuya: Perşembeye gidemez sem pazara oradayım demiş bugün Pazar. 

— Parayı da kaptana mı vereceksin Hamdi diye kağıdın da köyü yazılı biz gönderelim gitsin. 

— Kaptana veririz elbet gönderir. 

— Recep kocaman burnunu gürültü ile çekip emniyetsiz öksürdü: Sen bilirsin kaptan paranın üstüne oturursa cümlemiz vebal altında kalırız. 

— Bizden vermesi aslını ararsan bu sahili kaptan taahhüt almış denizden ne çıkarsa kendi malı sayılır.

— Recep başını çevirdi. 

— Hamdi küçük Salih’e: Getir şuradan Boz oğlanı dedi.  

— Boz oğlan kervanın en yaşlı en zayıf fakat en iri merkebi idi kurnaz hayvandı.

— Denizden göl kıyısını bir başına bulur çıkarırdı ama yük taşımayı pek sevmezdi ihtiyarlığına hürmet onu en son yüklüyorlardı. 

— İndirip cesedi boz oğlanın sırtına koyarak hareket ettiler.

— Yolda çalılar ve taşlar ölünün bir taraftan ayaklarına bir taraftan morarmış ellerine sürünüyor sanki hissedermiş gibi bu hal hepsini üzüyordu.

— Küçük Salih kulübenin yanına yıkılmış bir duvarın gölgesine dikkatle uzatıldığı zaman leşe bir daha baktı. 

— Tek gözü hala aralık duruyordu, ağzından köpüğe benzer sarımtırak bir su akmıştı. 

— Deli İbrahim üstüne bir saman çuvalı örterken: Dünyaya doymamış oğlancık dedi gözü açık gitmiş. 

— Beş adam, gurbette kimsesiz ölmeyi düşünüp somurtarak eşeklerin arkasından göle doğru yürüdüler.

— Salih dünyaya doymamakla, gözü açık kalmanın münasebetini anlayamamıştı.

— Terkos gölü denizin aksine üzerinde çıplak ayakla yürüyüp gitmek arzuları verecek kadar durgundu.

— Bazı yerlerinde iki mil kadar genişlediği halde girintili çıkıntılı sahilleriyle belli belirsiz akan bir ırmağa benziyordu.

— Kenara çakılları motora yükletmeye mahsus bir tahta iskele kurulmuştu. 

— İskelenin yanında teknesinin kalafat katranları görünen boyuna kısa enine geniş eski bir sandal karaya çekilmiş gibi hareketsiz duruyordu.

— Çakıl yığınlarının arasından iskelenin üstüne kadar dekovil hattı döşeliydi. 

— Hattın ortasına kancası çekilince, yana devrilen bir küçük vagon bırakılmıştı. 

— Hamdi üç günden beri dolu duran metre mikabı ölçüsünü bir tahta parçasıyla sıyırarak fazla çakılları döküp ayağıyla bir kenara sürdü. 

— Kuru bacak Mehmet’le Recep kalın tahtalardan yapılmış ölçeği kollarından tutup kaldırdılar içinde ki çakıllar yere çöküverdi.

— Eşekleri boş sandığın yanına getirip küfeleri boşalttılar.

— Yirmi beş merkeple ancak bir metre mikap çakıl taşıyabiliyorlardı. 

— Hamdi’ye göre küfeler küçüktü.

— Kuru bacak Mehmet’e bakılırsa eşek kısmı zebun hayvandı.

— Boz oğlana cesedi yüklettikleri için getirdikleri çakıl bu sefer ölçeği tamamıyla doldurmamıştı.  

— Diğerleri oturup dinlenirken Hamdi eksik kalan miktarı yerden topladığı fazla çakıllarla tamamlamaya çalışıyordu. 

— İşini bitirdikten sonra, omuzlarıyla beraber dirseklerini de arkaya çekip gerinerek sordu: Arkadaşlar metreden anlar mısınız?

— İbrahim başını hayretle kaldırdı: Metreyi ne yapacaksın yine Çerkeş domuzluğun tuttu her hal.

— Şüpheleniyorum şu bizim ölçek metreden büyük galiba kaptana on kere söyledim bir metre alıver dedim kulak asmaz açılır kapanır bir tahta metre kaç paradır ki? 

— İbrahim elini omuzundan aşağı salladı: Ölçüden bize ne büyük olsun küçük olsun biz taşıdığımız kadar çakıl taşıyoruz.

— Haklısın bize göre hava hoş lakin kaptan zarar ediyor ölçüye baksana neredeyse kulacım kadar bir metreden muhakkak ziyadedir gavur mühendis bizim kaptanı kazıklar gider. 

— Onu da kaptan düşünsün Allah Allah burada çalışmıyor muyuz?

— Çalışıyoruz aldığımız paraya göre. 

— Yahu Bulgaryalı, hep para der durursun iyi çalışana her zaman fazla para vermezler ama kötü de söylemezler. 

— Sen kendin: Kaptan eskiden hepimize ana avrat küfrederdi demez misin? 

— Bak şimdi adam kuzu kesildi vakitler bazı bazı motor çakılsız beklerdi gördün mü?

— Zarar edince sen bile küfürbaz olursun.

— Çerkeş gözünü aç çakılın metresini beş liraya satan adam zarar etmez. 

— Beş liraya değil ki iki yüz elli kuruşunu motorcuya veriyor yarı yarıya versin günde on sefer yapıyoruz her seferde bir metre taş çekiliyor. 

— Bizim kaptanın hakkı yirmi beş lira tutar geçen ay hesap ettim: Altı yüz lira kazanmış hepsi kar mı?

— Motorcu hakkı masarif bizim aylıklar o kadar gün fırtına oldu çalışamadık motorcunun hakkını karıştırma işte yirmi beş lira sayıyoruz.

— Ötekileri hep hesapladım yedi gün çalışmamışız masraf dediğin de bir şey mi? 

— Sen ayda on beş lira alırsın biz dört kişi yedişer buçuk liradan otuz lira iki lira da Salih’e veriyor kırk yedi etmez mi erzaka da üst üste seksen lira tutalım hesabı görüyor musun?

— Bulgarya hesabı işte seksen lira imiş?

— Yahu biz haftada yalnız iki kilo sigara içiyoruz haydi hatırın için yüz lira olsun.

— Vergisi falan yüz yirmi mahiye kırk yedi de bize mi dedik yüz altmış yedi bilemedin yüz seksen eksik ziyade iki yüz!

— Buna da bir sözün yoktur inşallah demek bizim kaptan oturduğu yerde dört yüz lirayı keseye atıyor.

— Hamdi biraz düşündü: Allah versin başkasının kazancına göz dikmek iyi değildir hakkıdır kazanacak burada onun sayesinde ekmek yiyoruz. 

— İbrahim avurtları dolu dolu güldü: O da bizim sayemizde efelik ediyor. 

— Bak iyi dinle Çerkeş: Biz olmasak bizim yerimize çalışacak ırgat da olmasa eşekler olsa para olsa erzak olsa kaptan bu kadar kazanamaz ama eşekler para erzak olsa da kaptan olmayı verse biz mahiye kırk yedi lira yerine altı yüz liradan ziyade kazanırız.

— Aklım ermez herif harabe ortasına sermaye dökmüş bunca eşek satın almış elbet kazanacak benden yana anasının ak sütü gibi hella olsun.

— Recep de bu fikirdeydi fakat Kuru bacak Mehmet içinden İbrahim’i haklı gördü. 

— Ağa zade Mustafa düşünüyor düşündükçe Hamdi ile İbrahim’e şaşıyordu bu hususta kendisinin de söyleyecek sözleri vardı lakin üstüne elzem olmayan şeylerle neden uğraşmalı? 

— Laf çakıl sandığının büyüklüğünden küçüklüğünden açılmıştı sağ elinin beş karışı tam bir metre geldiği halde deminden beri kalkıp ölçeği karışlamaya üşeniyordu. 

— Ancak dört sefer yaptıkları halde kervanın daima arkasında giden Boz oğlan kaypaklığa başlamıştı.

— Sezdirmeden ileri geçiyor ağaç gövdelerine sürtünüyordu.

— Bu suretle küfeyi devirerek yükten kurtulmanın mümkün olacağını nasılsa öğrenmişti.

— Hamdi arkadan seslendi: Boz oğlana bak Salih Eşekliği tuttu kütüklere kütüklere gider. 

— Deli İbrahim güldü: Boz oğlan bizden akıllı desene Hamdi!

— Neden?

— Baksana yorulduğunu bilir bayağı hayvancık! 

— Hamdi Bulgaryalı İbrahim’in yine laf dokundurduğunu anladı.

— Lakin sükunetini bozmadı: Ne yapalım biz insan oğluyuz onlar merkep. 

— Ekmek yediğin kapıya katiyen küfanlık etmeyeceksin Bulgaryalı.

— Sizde yorulunca durmak küfanlık mı sayılır?

— Maaşı hak etmemek küfranlıktır. 

— Ne sandın ölelim mi be?

— Çalışan ölmez ben buraya gelmeden önce siz sabahtan akşama kadar altı yedi sefer ancak yaparmış sınız ben geldim geleli on seferden aşağı düşmez oldu ölüyor muyuz?

— Ölmüyoruz ama yoruluyoruz.

— Neyin yorulması hava fırtına yaptı mı yan gelip yatıyoruz işte üç gündür oturduk biz oturunca kaptan uğramadı erzaktan zarar ettik helvaya peynire kaldık.

— Aldırma!

— Nesine aldırayım yalnız merak ediyorum kaptan sana cennette köşk mü yaptıracak.

— İbrahim’le Hamdi iddialaşırken ötekiler ekseriya lafa karışmazlardı. 

— Yanlarında yürüyen Ağa zade Mustafa zor bir şeye karar vermiş gibi sigarasını hiddetle yere attı yorgun olduğu için artık dayanamamıştı: Hamdi sana kızıyorum dedi olmaz yere eşek gibi didinirsin geçende İbrahim’e de söyledim gördüğümüz iş hani bir işe benzese yüreğim yanmaz cenabet şey!

— Çakılı küfeye doldur gölün kenarına yık gelip alsınlar nereye götürürler ne yaparlar bilmezsin.

— Nasıl bilmem Terkos köyünün yanında koca su fabrikası kuruluyor.

— İbrahim sinek kovar gibi elini salladı: 

— Fabrika yapılmadan evvel neyin eksikti yapılınca neyin ziyadeleşecek? 

— Kuru bacak Mehmet gizlice gülümsedi.

— Hamdi yeşil gözleriyle hepsinin yüzüne ayrı ayrı bakıyordu: Anlamadım İbrahim?

— Mustafa’nın demek istediği şu: Mesela çiftçi kısmı tarlacığını sürerken tohumluğunu saçarken sonunda ne olacağını bilir.

— Yağmur yağar da mahsul iyi çıkarsa yüzü güler bu sebepten kendini işe kaptırır çalışırken dünyayı düşünmez.

— Burada öyle mi? 

— İş bizi avutmuyor kürek sallamaktan adamın canı sıkılıyor düşünürken düşünürken hiddetleniyorum demen bu demek değil mi Ağa zade. 

— Mustafa memnun oldu: Yaşa Bulgaryalı dava vekili gibi adamsın, tamam böyle anladın mı Hamdi ağa sarmıyor çakıl çekmek. 

— Hamdi Kara Biğa’nın Çerkeş köylerindendi sevdiği kızı dengi değildir diye kendisine vermek istemedikleri için gurbete çıkmış altı seneden beri köyüne hiç uğramamıştı.

— Gurbete çıktı çıkalı Çorlu mızraklı süvari alayında askerlik İstanbul’da seyislik tahlisiye gemisinde tayfalık Adapazarında koruculuk ve birçok yerlerde işçilik yaptığı halde İbrahim’le Ağa zade Mustafa’nın ne demek istediklerini bir türlü anlayamıyordu çakıl çekmek neden kötü olsun. 

— Bunun öteki işlerden ne farkı var diye soracaktı vazgeçerek kolay kızmayan inatçı adamlar gibi başım önüne eğdi. 

— İbrahim onun uzun uzun sustuğunu görünce dirseğiyle karnını dürterek sordu: Ne düşündün kardeşlik? 

— Hiç! Allah’ıma şükür düşünecek bir şeyim yok. 

— Düşünecek bir şeyi olmak da düşünecek bir şeyi olmamak da kötüdür bugün için! 

— Gene başladın karışık laflara Bulgaryalı.

— Gölün kenarından kulübeye döndükleri zaman vakit öğleye geliyordu. 

— Birbirlerine belli etmeden sabahtan beri arada sırada hatırladıkları ölünün olduğu gibi durup durmadığına baktılar.

— Duvarın dibine en son gidip gelen İbrahim gülümseyerek: Baktım da yatıyor olduğu gibi dedi, nüfus kağıdımı on iki liramı verin karnım acıktı falan demez artık geçmiş gitmiş. 

— Yemeğin yarısında Ağa zade Mustafa’nın diş ağrısı tuttu yanağını eliyle kapatarak dışarı çıkınca,

— Hamdi söylendi: Şu domuzu çektiremedim geçenlerde Terkos köyünde hazır buradayız Sadık baba alıversin dedim kulak asmadın. 

— Mustafa dışarıdan cevap verdi: O zaman ağrısı kesilmişti. 

— Deli İbrahim: ağrıyan diş kerpeteni görünce siner dedi akılcıyı erer sanırsın şuna biraz çay kaynatalım sıcak sancının panzehirimdir ne dersin Hamdi ağa?

— İyi bildin Bulgaryalı ateşi yak çaydanlığı koy hep içeriz.

— Recep kapıya doğru bakıp sesini alçalttı: Ne de Ağa oğlu mübarek kendine kalsa çay bile pişiremez. 

— Kuru bacak Mehmet sağ elini karnının üstünde saz çalıyor gibi gezdirdi: Bir bağlama çalar o kadar ama bağlamayı da çalar hani  dağı taşı inletir Ağa zade.

— Hakikaten arkadaşları yapmasa mutafa açlıktan ölü kirden, pislikten kokardı. 

— Elini evde işe sürmediği hovardalıktan başka bir şey düşünmediği anlaşılıyordu.

— Mustafa oturup köyünden kimsesinden bahsetmeyi sevmezdi!

— Yalnız arada bir söylediklerinden babasının Çatalca taraflarında çok zengin bir köy ağası olduğunu, askerliğini bedelli yaptığını babasının olmaz bir lafına canı sıkılarak iki senedir gurbet gezdiğini öğrenmişlerdi.

— Kuru bacak Mehmet dışarıda dişini tutarak tek başına dolaşan Mustafayı seyrederken bunları hatırladı: Bizim oğlan akılsız dedi yarın kalk köyüne git.

— Baba yüreği bu kovsa bile yıllarca küs durmaz evlat yüzünü görünce yumuşar çoktan da yumuşamıştır başını döver olmuştur ya o da ayrı. 

— Kovulduğu yere gitmek ite mahsustur kendini bilen erkek tükürdüğünü yalamaz. 

— Elin ekmek tuttukça çalışırsın vücuttan düşersen devletin bu kadar hastanesi var. 

— Birine sokulur ölüp gidersin.

— İbrahim elini salladı: Ne deseniz boş Mustafa zaten yolu tuttu çağıran olmadığı için kıyın kıyın yanaşıyor işte Zonguldak’tan Terkos’a kadar geldi artık dayanamaz baba ocağına döner görürsünüz kulübenin önüne yere devrilmiş kütüklerin üstüne oturarak çayın kaynamasını bekliyorlardı.

— Dibi is bağlamış kırmızı çaydanlığın burnundan duman çıkmaya başlayınca Salih bardakları hazırladı. 

— Çay bardakları iki küçük reçel kavanozuyla iki sırçalı maşrapa bir de kenarı çatlak yoğurt kasesinden ibaretti. 

— Hamdi şeker külahını gelirdi küçük Salih daima birisi bitirdikten sonra içiyordu. 

— Hamdi herkese üçer tane şeker dağıttı. 

— Recep çayı karıştırırken başım kaldırmadan sordu: 

— Buralarda kara kedi olur mu Mustafa?

— Ormanda yaban kedisi çoktur lakin karasını beyazını bilmem.

— İbrahim güldü: Neye sordun Recep?

— Ölünün üstünden atlar da hortlak olur diye mi?

— Recep’in babası köy imamıydı. 

— Kuru bacak Mehmet’e göre dine mahsus bir sürü şey biliyordu.

— Öyle ya tekin sayılmaz hortlar mı demek?

— Hortlar gece vakti gezer dolaşır Allah korusun hepimizi rahatsız eder. 

— Bunlar masal uydurma laf İmamoğlu ölen adam dünya yıkılsa kalkıp dolaşmaz.

— Kıyamette bile kalkacağı şüpheli Mustafa diş ağrısını unutmuştu.

— Kıyamet kıyamet derler şunu bileniniz varsa bir anlatın dedi.

— Hamdi İstanbul’da bir müddet Amerikalı aşarı-antika alimlerinin yanında çalışmış bir kaç kere de Aksaraylı Arap Hoca ile define aramaya gitmişti. 

— Aksaraylı Arap Hoca’nın dünyaya ve ahirete dair çok derin malumatı vardı. 

— Hamdi bunların hemen hepsini karma karışık ezberlemişti. 

— Evvela alay ediyor zannettiği Mustafa’nın ciddi söylediğini anlayınca şaşırdı: Kıyameti bilmiyor musun?

— Sizin köyde imam hoca yok mudur?

— Vardır anlatmaz mıydı?

— Bilmem Ağa zade sen cuma namazına, ramazanda teraviye hiç gitmedin mi?

— Küçükken giderdim yani ihtiyarın zoruna Rabbim günah saymasın abdestsiz falan sıraya geçer öteberi şeytanlık kura kura yatar kalkardım. 

— İbrahim ötekiler gibi ürkmedi: Aldırma dedi abdestsiz namaz kılan bu dünyada bir sen değilsin! 

— Recep korkmuştu: Tövbe de tövbe de günah Bulgarya kafiri.

— Hamdi bir parça şeker kırıp, avurduna saklayarak anlattı: 

— Dinle Mustafa kıyametten evveli var Mehdi Resul gelecek.

— Mehdi Resul şimdi bir yerdedir?

— Hint’te mi Çin’de mi Arap’ta mı bilinmez Sancak-ı şerif yok mu?

— Sancak-ı şerif şimdi yüzünün üstüne toprakta yatar. 

— Vakti zamanı gelince kendi kendine kalkıp dikilecek işte o alamet Mehdi Resul göründü alametidir. 

— Mehdi sancağı eline alacak acele Müslümanların önüne düşecek büyük bir muharebe olacak bütün kafirler kılıçtan geçirilecek.

— Mustafa sözlerine akıl erdirebilmek için şüpheli şüpheli Hamdi’nin yüzüne bakıyordu.  

— İbrahim ara yerden kayıtsızca sordu: Mehdi Resul’ün harbi kılıçla mı olacak Hamdi?

— Hamdi: Kılıçla olacak elbet ne sandın? 

— Gavur mitralyöz tayyare kullanırsa? 

— Bu cihet Hamdi’nin hiç aklına gelmemişti.

— Böyle vaziyetlerde tereddüdün iman zayıflığına geleceğini bildiğinden acele acele cevap verdi: Öyle şey olmaz Mehdi Resul devrinde mitralyöz işler mi şişer kalır vallaha.

— İş kılıca dayanacak atların üzengisinden kan akacak ama sonunda insanlar rahat edecekler fakir zengin kalmayacak kurtla kuzu kardeş olacak.

— Kuru bacak Mehmet sıcak çaydan sonra buruşuk alnına biriken terleri sildi ve keyifle bağırdı: Ne güzel belki sancak doğrulmuştur. 

— Mehdi Resul’ün çıkması yakındır gelse de kurtulsak.

— Recep babasından öğrendiği gibi, derinden derine içini çekti: Bakalım sende iman bütünlüğü var mı?

— Kurtulmak öyle kolay değil. 

— Kuru bacak Mehmet kendisinden emindi: 

— Bak Mehdi Resul görünsün iman ciheti kolay. 

— Ben kaç paralık adamım ki vebalim suçum ne olacak? 

— Recep hemşehrisi olduğundan Kuru bacak’ı seviyordu orası da öyle dedi kırk yıl günahkar bir yıl tövbekar denilmiş.

— İbrahim gene gözlerini kısmıştı: Doğrusunu ister misin Hamdi senin Mehdi Resul’ün işine aklım ermiyor marifet kendi kendine doğrulmadan sancağı kaldırmakta. 

— Odun bile yandım Allah!

— Diye ayaklanınca Mehdi Resul ister yetişsin ister yetişmesin.

— Bir de kurtlarla kuzular kardeş olacak dedin korkarım bu işte gene kurtlar kazanır. 

— Hamdi Bulgar yalıya dargın dargın bakarak cevap vermeye hazırlanırken Mustafa tekrar sordu: Şu halde kıyamet dedikleri kılıç harbi öyle mi Hamdi? 

— İbrahim’den soluk bulsak da anlatsak kıyamet dünyanın sonudur. 

— İsrafil Peygamber borusunu çalınca, yeryüzünde ki canlılar hayvan insan sizlere ömür dünya dümdüz olacak Ağa zade öylesine ki nah avucumun içi. 

— Marşıktan yumurta yuvarla mağribi kırılmadan varsın dünyada bir Hak Teala bir de kurt kalacak.

— Rüzgar kurdun derisini ayaklarından başlayıp yüzecek derisi yüzülen kurt silme yara olup geberirken: Eyvah bende bu kuvvet varmış da kadrini bilmemişim diyecek ama iş işten geçti.

— Ağa zade Mustafa: Masal gibi yahu dedi.

— İbrahim ciddiyetle başım sallıyordu: Masal olmasına halis kurt masalı. 

— Lakin kurdun yüzülmüş pöstekisi ne olacak kimin hissesine düşecek orası belli değil. 

— Hamdi Bulgar yalının dinsizliğine artık kızmıştı.

— Ayağa kalktı: Ölürsen görür anlarsın zındık herif!

— Kuru bacak Mehmet boş çay fincanını yere bıraktı Mustafa’dan bir sigara istedi: Bizim oraların hocası kıyamet gününü böyle anlatmaz dedi güneş tepemize bir mızrak boyu alçalırmış hepimizi cayır cayır yakarmış cümlemizin günahı vebali tartılacak sırattan geçeceğiz.

— Recep tasdik etti: Öylesi de olacak böylesi de ikisi de hak. 

— Recep’le Kuru bacak Mehmet, İnebolu’nun Dere pınarı köyündendiler. 

— Senede altı ay gurbete çıkarlar vergi giyim kuşam tuz kil gaz yağı masarifini kazanır dönerlerdi.

— Recep’in köyde hali vakti iyi idi? 

— Lakin Kuru bacak ikisi kız dördü erkek altı çocuğuna karşılık kırk dönüm tarlası vardı. 

— Bu sebepten, hissesine düşen köylü sigaralarını, aybaşında Terkos köyü bakkalına satmasını sonra canı çektikçe arkadaşlarından sigara istemesini kimse ayıplamıyordu. 

— Rüzgar yükselmişti rüzgarda kumsalı dalgalar yaladığı için çalışmak kabil olmuyordu. 

— Hamdi bir gökyüzüne bir de kımıldamaya başlayan ormana baktı. 

— Uzaklardan yaprak hışırtıları arasından kömürcülerin balta sesleri işitilmekteydi.

— Hava patlayacak arkadaşlar dedi haydi deniz kabarmadan bir sefer daha yapalım gevezelik ettik.

— İbrahim küreği omuzladı: Ölümden korktuk denizden ölü çıktı belimiz büküldü otlayan eşekleri toplayıp önlerine kattılar denizin rengi morarmıştı.

— Küfeleri süratle doldurdular çakılları gölün kenarına boşaltıp kulübenin önüne gelince Hamdi: ben çamaşır yıkayacağım dedi isteyen varsa haydi hazırlansın.

— İbrahim’le Kuru bacak Mehmet: Biz de yıkarız dediler. 

— Salih ateşi yaktı üstüne gaz tenekesini koydu sonra kovalarla su taşımaya başladı. 

— Recep dizlerinden birisi yırtılmış olan pantolonunu yamamaya oturmuştu. 

— Ağa zade Mustafa kulübeye girdi sedire yüzü koyun uzanıp başını koluna dayadı. 

— Deli İbrahim kocaman ellerine hiç yaraşmayan bir hamaratlıkla çamaşır yıkıyordu.

— İşe daldığı zamanlar şarkı söylemek adeti olduğundan bir Bulgar havası tutturmuştu.

— Hayatı Bulgarya dan muhacir gelmesiyle başlamış gibi hikayesini kısaca şöyle anlatırdı: Osmanlı hududuna-Türkiye Cumhuriyetine hala böyle diyordu- ayak basına sevindik. 

— Önümüze eli defterli bir adamcağız çıktı ‘Safa geldiniz hoş geldiniz babacıklar.’ dedi bizi Tekirdağ taraflarına iskan edecek oldu. 

— Aklı erenlerimiz: ‘Dur bakalı katip! Nasıl yerdir ot biter mi adam barınır mı dediler.

— Katip: O da nasıl laf bir karpuzu olur tamam yirmi beş sağ okka çeker' diye türlü türlü diller döktü bizi yola yatırdı. 

— Hey anacığım bizi bir yere iskan ettiler ormanı bile yok. 

— Haydi yerlisine hoş diyelim biz alışmamışız.

— Seferberlikten bu tarafa sürülmemiş tarlada İbrahim ne yapar? 

— Ev niye kurduk çalışmaya başladık doğrusu karpuzu iyi idi? 

— Lakin nerede katibin yirmi beş okkalıkları nerede bizim yetiştirdiğimiz şuncacık bostanlar? 

— Baktım olmayacak çocuklarla kadını aldım Bursa’ya geçtim. 

— Orada çocuklar birbiri arkasına ishal oldular kızılcık reçeli bulgur pilâvı yoğurt ayranı para etmedi birer hafta aralığına gömdük gitti. 

— Bir ben bir kadın kaldık mı sana!

— Komşular kadının aklını çeldiler: ‘Yalnız İbrahim’in gelirtıyla ev dönmez haydi bizimle beraber ipeğe gel yevmiye alırsın dediler.

— Benim işim fena değildi lise mektebinde hademelik ediyordum. 

— Biraz sermaye tutunca beygir arabası alıp kiracılığa başlayacaktık karı milleti bir şeyi aklına koyar da yapmaz mı? 

— İpek işlemeye girdi sen sabah namazından akşam ezanına kadar kaynar suda çalışabilir misin a karı? 

— Üç aya varmadan yatağa düştü.

— Sıcak suda çalışmak göğsüne dokunmuş al belayı! 

— İnce illetten kurtaramadık. 

— Kaldık mı sana bir başımıza!

— İşte o gün bugündür bir abam var atarım nerede olsa yatarım hesabı bir başına olmak Rabbime mahsus derler hocalar pek inanmayacaksınız. 

— Bulgaryalı Deli İbrahim de bir basmadır işte İbrahim bunları söylerken başka birisine ait eğlenceli bir hikaye anlatıyor sanılırdı. 

— Yalnız memleket hasreti duyduğu zaman küreği birine hiddetlenmiş gibi hızlı sallar çamaşırı böyle kızgın kızgın çitiler şarkısını böyle bir acayip söylerdi. 

— Ses gittikçe yükseliyor gaydadan öğrenilmiş Makedonya havaları rüzgara karışıyordu.

— Ağa zade Mustafa bağlaması elinde kulübeden çıktı çamaşır yıkayanların yanına oturdu. 

— İbrahim’in türküsüne uymaya çalıştı iyi bağlama çalıyordu. 

— Bulgar gaydasının şımarık seslerine bizim türkülerimizin ağırbaşlı mütehammil ve kederli çeşnisini karıştırarak farkına varmadan yeni şeyler buluyordu.

— İbrahim türkülerinin başkası tarafından tekrarlanmasını severdi. 

— Arada bir: Oldu mu kardeşlik orası öyle mi hiç? 

— Diye gülüyor güfteyi hatırlamak için biraz durarak baştan başlıyordu Hamdi ile Kuru bacak Mehmet dalgın dinliyorlardı. 

— Küçük Sali bir kütüğe oturmuş, başını sallıyordu. 

— İbrahim bir müddet sonra şarkı söylemekten usandı: Ağa zade benden bu kadar dedi sen bir başına hangi havayı dilersen öttür! 

— O zaman Mustafa toprak yoldan çıngırak ve nal sesleri işitilinceye kadar arkadaşlarına bağlama çaldı. 

— Araba kulübenin kapısında durmuştu.

— Çamaşır yıkayanlar ellerinin sabununu kurulayarak koştular. 

— Mustafa bağlamasını kolunun altına sıkıştırıp ağır ağır yaklaştı. 

— Şerif kaptan arabacının yanından yere atlamış mavzerini kulübenin duvarına dayamıştı. 

— Merhaba tosunlar dedi ne var ne yok?

— Sağlığın kaptan dediler. 

— Geç kaldık bu hafta açlıktan ölmediniz mi? 

— Hamdi arkadaşlarının, yerine cevap verdi: Ölünür mü?

— Geçindik nerede Recep balıkta mı?

— Hayır içerde pantolon yamıyordu uykuda mı kaldı nedir?

— Bırak uyandırma uyusun.

— Sen nasılsın İbrahim ağa?

— Çalışırız kaptan çamaşıra girdik karı gibi. 

— Kuru bacak sen de mi çamaşır yıkıyordun ulan?

— Kuru bacak yüzünü büsbütün buruşturarak gülümsedi namaz kılar gibi ellerini göbeğine kavuşturmuştu. 

— Kaptan başını Mustafa’ya çevirdi: Maşallah bağlama kolunda yeni türküler var mı?

— Çoktan çalmadım parmaklarım hamlamışmış diye baktım. 

— İyi iyi size rakı da getirecektik ve lakin ısmarladığımız adam vaktinde yetiştiremedi gayri haftaya geç kalmamız da bundan…

— İbrahim tahtaları kırmızı çiçekli muhacir arabasına yeleleri boncukla örülmüş demir kırı beygirlere dalmıştı. 

— Hamdi Salih Kuru bacak Mehmet helva karavanasını peynir ve kavurma tenekesini fasulye torbasını ekmekleri ve sigara paketlerini kulübeye taşıdılar. 

— Recep pantolonunu acele giyerek erzakın sandığa yerleştirilmesinde Hamdi’ye yardım etti. 

Kaptan küçük iskemleyi alıp kapının önüne oturmuştu. 

— Hamdi işini bitirdikten sonra: Bu hafta işler durgun şerif ağa dedi bir defa üç gün boş oturduk fırtına kesilmedi bugün hem deniz kabardı hem leş çıktı.

— Leş mi çıktı?        

— Hamdi kulübeden cüzdanı getirdi: Giresun’un köylerinden ismi bir hoş kendisi 328 tevellütlü kömür kayığı tayfasından olmalı üstünde on iki lira parası vardı buyur say!

— Kaptan paraları saydı nüfus tezkeresine bakmadı: Nerede ölü?

— Buraya getirdik duvarın dibine yatırdık. 

— İyi etmişsiniz götürüp karakola teslim ederim muamelesini yaparlar üstünden liman kağıdı çıkmadı mı?

— Başka kağıt çıkmadı köyü nüfusunda yazılı? 

— Parasını çoluğuna çocuğuna yollarsın. 

— Yollarım elbet ne kadar çakıl çektiniz? 

— Bugün öğleye kadar çalıştık yok canım öğleden sonra da bir sefer yapıldı senin anlayacağın on günde altmış beş sefer tuttu. 

— O da yetişir aferin hayvanlar nasıl? 

— İyiler çalışıyorlar. 

— Yaralısı hastası yok ya? 

— Yok.

— Yemleri haftaya kadar idare eder mi? 

— Haftaya ne demek on beş gün idare eder.

— Tükenince haber verirsin motor işledi mi muntazam? 

— İşlemedi iki gün ancak geldi. 

— Size koyun da kestirecektim baktım rakı yetişmedi kavurma aldım. 

— İyi ettin bu gece kalacak mısın?

— Kaptan bazı geceler kulübede yatardı bunun için evden bir de yatak getirmişti. 

— Yok bu gece gideyim, dedi, ölünün muamelesi filan ister haftaya kalırım ay ışığı olur rakı da getiririm bir cümbüş yaparız.

— Baş üstüne. 

— Şerif kaptan kuşağının arasından bir kese kağıdı çıkardı: Al şunu arkadaşların maaşlarını ver kendi aylığını da alırsın büyük para vardı bakkal Rıza'ya bozdurduk hep ufaklık vermiş. 

— Zararı yok hani metre demiştim getirdin mi? 

— Vay canına aklımızdan çıkmış ulan!

— Etme kaptan ucuz bir şey alıver vallah billah gavur mühendisin ölçüsü metreden büyük haftaya mutlak bekle bir metre alır getiririm.

— Şerif kaptan birdenbire ayağa kalktı ileri-geri yürüdü çok sinirli çok hareketli bir adamdı kırk beş elli yaşlarında görünüyordu. 

— Gözleri biri birine yakın ve küçüktü.

— Suratında büyük bir bıçak yarası vardı yara sağ tarafta kulaktan çeneye kadar pembe bir çizgi halinde inmişti. 

— Bu sebepten sağ gözü daima kısılmış duruyor bugünkü gibi keyfi yerinde olduğu zamanlar bile yüzüne tehditkar ve mütecaviz bir mana veriyordu. 

— Konuşurken bir elinin başparmağıyla kalın gümüş kösteğini kımıldatır oturduğu yerden kalksa veya durduğu yerden yürüse belinde ki tabancanın kılıfını arkaya doğru iterdi.

— Daima kilot pantolon avcı biçimi ceket ve çizme giyiyor düğmelerini hiç iliklemediği ceketin altına mutlak siyah kuşak bağlıyordu.

— Beygirle geldiği zamanlar gümüş kırbacını unutmazdı ekseriya sarhoştu kaptan lakabı denizciliğinden değil mütarekede çete reisliği etmekten kalmıştı.

— Ölüyü arabaya taşıttıktan sonra fazla durmadı kalın sağlıkla tosunlar! Diyerek arabacının yanına oturdu Hamdi’nin uzattığı mavzeri dizlerinin üstüne koydu haftaya geliriz haydi amca bas gidelim. 

— Bir sözün var mı Hamdi?

— Hamdi rüzgar düşmez de boş kalırsak Terkos köyüne ineceğim biraz işim var! 

— Ağa zade Mustafa da birden bire karar verdim: Ben de gideceğim kaptan! Olur olur ısmarladık şimdi.

— Araba yolun dönemecinde gözden kaybolunca Hamdi yere çömeldi arkadaşları etrafına toplandılar. 

— Küçük Salih iki lira aylığını kaptanın doğruca babasına verdiğini biliyordu buna rağmen o da yaklaşmıştı. 

— Hamdi kese kağıdını yırtarak yere yaydı: Bu sefer hep bozukluk içinde yeni gümüş paralar da var sen bunları hiç gördün mü Salih? 

— Görmedim Hamdi ağa bir tanesini göster bakayım gene veririm gözleri parlıyordu yüzünün her zamanki yorgun hali değişmiş ağzımın büyümüş de küçülmüş ciddiyeti kalmamıştı.

— Hamdi nereden geldiğini bir türlü kestiremediği kederli bir şaşkınlıkla: Bu seferlik sana da para verilecek Salih dedi baban, kaptandan bu ay yüz yetmiş beş kuruş almış. 

— Yirmi beşini Salih’e ver harçlık etsin demiş al sana bir yeni yirmi beşlik. 

— Salih küçücük beyaz parayı avucunun ortasına koydu bir müddet baktı sonra: A... üstünde adam resmi var adam resmi dedi.

— Hamdi çenesini sert sert kaşıyordu: Gazi’nin resmi o bak bakalım benziyor mu? 

— Sahi, benziyor Gazi paşanın resmini koymuşlar düşünerek biraz sustu: Kardeşime yollarım şunu bana veriver Mehmet ağa kız köyde boynuna takar. 

— Delersen geçmez ulan. 

— Geçmeyi versin daha iyi kimse almaz fukaraya ziynet olur.

— Hamdi lüzumsuz yere en büyük sesiyle gülerek çocuğun yuvarlak başını okşadı.

— Ağa zade Mustafa yavaşça Hamdi’ye sordu: Lirayı kestin mi Hamdi? Kestim. İyi ama yarın Terkos’a ineceğiz belki lazım olur sen bana borcunu öde lazım olursa yine veririm ama yarım saat sonra istermişsin baş üstüne. 

— Hamdi müsrif değildi.

— İbrahim onun koynundaki eski cüzdana kaç kere: Su içinde elli kayma sayarım eksik çıkarsa zarar benim elverir ki siz Çerkeş domuzunu razı edin diye paha biçmişti. 

— Kuru bacak Mehmet düşünceli düşünceli: Sigaraları nasıl satacağız dedi gördün mü işi. 

— Kaptandan ruhsat istemeliymiş geçen ay gibi yapalım mı Hamdi? 

— Parasını sen ver götürür satarsın olur paketi beş kuruştan mıydı beş kuruştan.

— Bakkal Rıza Efendi yirmi para aşağısına alıyor otuz paket beşerden bir buçuk lira tutar bu ay otuz bir. 

— Temmuz ayı yok canım Kuru bacak Mehmet örselenmiş bir kösele parçasına benzeyen elini uzattı. 

— Başparmağından itibaren parmaklarının birini açık tutup birini kapatmıştı.

— Yüksek sesle saydı: işte  Mart 31 Nisan 30  Mayıs 31 Haziran 30 Temmuz 31 haklısın Kuru bacak. 

— Hamdi cebinden bir avuç bozuk para çıkardı ne zaman sigara satmak lafı açılsa Kuru bacak Mehmet sözü mutlak köye çevirirdi.

— Köye biraz harçlık gönderelim dedi geçen ay da gönderelim dedik unuttuk Terkos’a ineceksiniz bakkal Rıza efendiye verirsin o gönderir.

— Hamdi Kara bacak’ın durgunluğunu dağıtmak için gülmeye başladı: Bu ne para biriktirmek sonra koyacak yer bulamazsın para biriktirmek ne haddimize bizim.

— Tahsildar yorganı tencereyi satmasın yeter. 

— Parayı vergi için mi gönderirsiniz hep?

— Elbet vergi için. 

— Yazık kalıbına yazık! Hamdi’nin en öğündüğü şey gurbete çıktı çıkalı götürüp eliyle on para vergi vermemiş olmaktı.

— Kuru bacak Mehmet’in sıska omuzuna vurdu: Ben vergi nedir bilmem hep bizim gibilerden mi alacaklar. 

— Biraz da zenginler versin.

— Recep bir ot sapını dişleri arasında ezerek dinliyordu.

— Mehmet’in sustuğunu görünce burnunu çekerek sordu: Çifti çubuğu çoluğu çocuğu olmamak dile kolay. 

— Atar durursun Hamdi Efendi fabrikada çalışırken senden vergi kesmezler miydi?

— Keserlerdi. 

— O sebepten yüz elli kuruş yevmiyeydi bıraktım da buraya geldim. 

— Bir gün kafam kızdı günde yüz elliden ay sonunda elime kırk beş lira geçecek.

— Halbuki otuz dört küsur lira veriyorlar üst tarafı vergiye tutulurmuş. 

— Çektim kasketi yürüdüm o sırada kaptan birini arıyormuş.

— Çakıl çekmekte çalışır mısın?

— Dedi çalışırım!

— Dedim buraya geldim.

— Pazarlık etmediniz mi? 

— Kaptanla mı etmedik çakıl taşıyan motorun sahibi hidayet usta fabrikada makinisttir.

— O konuşmuş Allah Allah! Aybaşına yakın: İşini beğenmedim bana yaramazsın!

— Diye kovalasaydı?

— Yağma yok hakkımı isterdim. 

— Pazarlıksız gelmişsin?

— Size ne veriyorsa bana da o kadar verirdi. 

— Kulak asmadı diyelim. 

— Zorla alırdım paramı yağma yok.

— Kaptandan mı? 

— Kaptandan ne sandın!

— Ötekiler de alakadar olmuşlardı. 

— Kuru bacak: Bela heriftir kaptan dedi zorla iş yapmaz.

— İbrahim yere bakarak gülümseyen Hamdi’nin yerine cevap verdi: Senden yaman olmasın Kuru bacak!

— Senin işin elde mavzer efelik etmekten daha müşkül! 

— Gece fırtınalı geçti.

— Rüzgar uzak mandıraların köpek seslerin biri birine çarpan ağaç dallarının çatırtıları ile kayalarda dövünen denizin homurtusunu kulübenin etrafında bir tahta fıçı gibi yuvarladı durdu. 

— Hamdi, sabahleyin kahvaltıdan sonra İbrahim’e: Biz gidiyoruz dedi hayvanlar yemi kesince ormana bırakırsınız. 

— Benim çamaşırlar ıslaktır sermeyi unutma olur. 

— Kuru bacak Mehmet yirmi lira verdi yarısı benim yarısı Recep’in bakkal Rıza efendi gönderir.

— Posta kağıdını sonra alırız adresleri biliyor mu?

— Onda yazılısı var.

— Hamdi, sırtına yakası küçük sedef düğmelerle yandan ilikli bir siyah Çerkeş gömleği bunun üstüne kahverengi abadan bir yarım palto giymişti. 

— Bacaklarının küçükten beri beygire binmekten ileri gelen hafif çarpıklığı kilot pantolondan büsbütün belli oluyordu. 

— Ağa zade Mustafa da hazırdı arkasında İstanbul’un Kapalı çarşı koltukçularından aldığı lacivert elbise vardı. 

— Pantolon biraz kısa ceket biraz bol olduğundan Mustafa bu kıyafetle daha kısa boylu daha ufak tefek görünüyordu.

— Ceketinin içine beyaz jarseden bir boyun atkısı asmış göğsünde ki pembe kenarlı mendil yirmi beş kuruşluk dolma kalemiyle tutturmuştu.

— Yola çıkacakları zaman yorganın arasından beyaz saplı bursa bıçağını alıp beline soktu. 

— İbrahim gülerek sordu: Silahlanıyorsun Mustafa Sarıcalara muharebeye mi sandalı çözdüler. 

— Hamdi küreklere oturdu Mustafa eline uzun bir sırık almış kıç üstünde ayakta duruyordu. 

— Sığ yerlerde sopa ile dayanarak küreğe yardım edecekti durgun suyun üstünde yavaşça yola çıktılar. 

— Mustafa: Önce tıraş oluruz dedi sonra İneboluluların parasını yatırırız. 

— Dişini çektirecek misin?

— Ağrımıyor.

— Sen bilirsin unutturma dönüşte bulursak gazete alalım Salih okumaya meraklıdır sevinir oğlan unutmayız.

— Kürekler ıskarmozlarda gıcırdıyordu gökyüzü göle vurmuştu yer yer beyaz yer yer mavi renkler kırışıksız ve derin parçalarla uzanıp gidiyordu rüzgarda yosun ve çamur kokusu vardı.

— Suyun dibi apaçık duruyor eski sandal bir gün Hamdi’nin bir Beyoğlu mağazasının camekanda gördüğü kocaman bir kavanozun içinde yüzüyormuş gibi irili ufaklı balıkların ve yosunların üzerinden geçiyordu. 

— Mustafa: Köpoğlusu göl uyu bakalım uyu! dedi.

— Uyuyor mu sanırsın Mustafa su uyur mu?

— Uyuyor işte su neden uyumazmış.

— Bizde: su uyur düşman uyumaz derler.

— Deniz homur homur homurdanırken bilmez misin bunun kılı kıpırdamaz. 

— Sana bir şey söylesem inanır mısın Hamdi?

— Göl kısmı suların aptalıdır. 

— Hamdi küreklerin sapma doğru gülümsedi: Suyun akıllısı aptalı olur mu Ağa zade? 

— Denize bakarsan göl aptal şuna bak.  

— Koca İstanbul’a su veren adam hali var mı şunda?

— Sahi Ağa zade bütün İstanbul evlerine suyu burası verir sen buralısın bilirsin suyu acaba azalır mı?

— Azalmak ne gezsin  inadına çoğalır büsbütün çoğalırsa denize akan kanalın kapaklarını açarlar da suyunu azaltırlar görmedin mi?

— Kayıkçılar fırtınadan sonra kanaldan geçip denize çıkarlar. 

— Sahile düşen tahta kömür çuvalı tenekesiyle gaz yağı zeytin falan öteberi toplarlar öyle ya toplarlar.

— Terkos gölü evvel-eski var mı dersin? 

— Yok canım Terkos gölü yenidir bizim ihtiyarlar buranın seren camını anlatırlardı: Vaktiyle gölün yeri düzlük ovalıkmış ortasında bağlı bahçeli davarı sığırı saymakla tükenmez büyük bir köy varmış ne olmuş su mu basmış su basmış. 

— Allah’a asi olmuşlar namusu hayayı unutmuşlar.  

— Bir gece yatsı vakti köye yeşil sarıklı bir hoca gelmiş. 

— Milleti hak dinine davet etmiş hocayı bir eve misafir etmişler.  

— Yarı gecede yanına on dört yaşında güzel mi güzel bir kız göndermişler. 

— Hani baştan çıkarsın diye?

— Yeşil sarıklı hoca sabaha kadar teşbih çekip dua etmiş dayanmış.

— Lakin horozlar öterken şeytana uymuş elini kızın şalvarına götürünce bir top patlamış  sular: Gürrr diye boşalmış köyü basmış. 

— Kırk gün kırk gece yağmur yağmış; köyden hayvan olsun insan olsun bir can kurtulmamış. 

— Bahar üstü hava açık olursa suların dibinde köyün beyaz minaresini gören olur.

— Bundan başka bazı bazı horoz sesleri duyulur dağ taş çınlar. 

— Sarıca köy yok mu?

— Eskiler: Batan köyün gurbete gezenleri gelip kurdu.

— Mezhep genişliği oradan kalmadır derler.

— Terkos köyüne çıkınca tıraş oldular. 

— Hamdi İneboluluların parasını göndermek sigaraları satmak için ayrıldı. 

— Mustafa aşçı dükkanına girip arka tarafta ki bahçede çardağın altında bir masaya oturdu. 

— Burasını rüzgar tutmadığından hava sıcaktı.

— Kabak fidelerinin geniş yaprakları mısır koçanlarından sarkan püsküller sararmıştı.

— Tembel ve kirli tavukların arasında ibiği ve kanatlarının ucu kıpkırmızı bir horoz yan piri yan piri kabararak dolaşıyordu.

— Mustafa küçük Salih için aldıkları Köroğlu gazetesinin resmine dalgın dalgın bakarken Hamdi kasketini arkaya atmış terini silerek geldi karşısına oturdu: Gazete mi okuyorsun.

— Mustafa yok resimlerine baktım işleri bitirdin mi?

— Bitirdim ama karnım aç  eh acıktık vakit öğleye yaklaşıyor paydos düdüğü çalınınca buraları kalabalık olur. 

— Ne yiyelim?

— Köfte yaptırırız piyaz söyleriz bir şişe de rakı ısmarlayalım hay hay! Ismarlayalım. 

— Daha şişe yarı olmadan paydos düdüğü çaldı. 

— Dükkan ve bahçe üstü başı kapkara ustalar ve usta başlarla doldu. 

— Acele acele yemek yiyorlar yüksek sesle konuşuyorlardı. 

— Yakın masalardan birinde Türkçeyi pek fena söyleyen bir ecnebi ustabaşı şarap içmekteydi.

— Yorgun ve usanmış bir hali vardı bu hal Mustafa ile Hamdi’ye de sirayet etti. 

— Biri birlerine bir şey söylememelerine rağmen kalabalıktan canları sıkılmaya başlamıştı aylardır tenhalığa gürültüsüzlüğe alışmışlardı. 

— Mustafa bir şişe daha getirtti kadehler ziyadeleştikçe can sıkıntıları artıyordu.

— Sıcak büsbütün bastırmıştı Hamdi gönülsüz gönülsüz İstanbul hikayeleri anlattı. 

— Bir müddet sonra Mustafa kızarmış gözlerini daldığı yerden kurtardı: 

— Gidelim istersen yavaş yavaş dedi yolcu yolunda gerek.  

— Sıcak be serinlikte gideriz gölde rüzgar olur kalk haydi! 

— Sen bilirsin ikisinin de dizleri karıncalanıyor başları dönüyordu. 

— Su kenarında sıra sıra oturmuş amelelere rastladılar. 

— Yeni yapılan koca fabrika binası sanki bunların omuzlarına çökmüştü.

— Bol yamalı buruşuk elbiseleriyle yorgun insanlardan ziyade hastalara benziyorlardı.

— Hamdi mahpusluk gibi adamı zaman zaman öfkelendiren bu amele hayatını iyi biliyordu. 

— Sandalın ipini bir türlü çözemediği için küfretti.

— Gölde rüzgar yerine buğu halinde nemli bir sıcaklık vardı. 

— Mustafa kelimelerini dişlerinin arasında eze eze bir şarkı tutturmuştu. 

— Arada sırada Hamdi’nin yüzüne bakıp gülümsüyordu. 

— Şarkısını birdenbire keserek sordu: Doğru kırklara mı gidiyoruz?

— Hamdi beklediği lafın nihayet açılmasına memnun oldu: Ne olacak? 

— Bir şey yok sordum öyle. 

— Bir sözün var gibi durdun? 

— Sarıca köye uğrasak mı derim?

— Deminden beri buna mı sırıtıyorsun Ağa zade?

— Hani  sen de istersen benden gidelim demesi bana bakma.

— Senin canın fazla çekiyorsa uğrarız hay hay! 

— Hamdi sandalı sol sahile aldı kıyıdan gidiyorlardı.

— Mustafa sopaya var kuvvetiyle dayanıyordu. 

— Sarıca köye yaklaşırken kasketlerini tekrar tekrar düzelttiler. 

— Berberin sürdüğü kolonya genizlerine bir kadın gibi.

— Köye on dakika mesafede suyun kenarında ki mezarlıkta beş altı kadın görünüyordu.

— Birkaç tanesi yaklaşan sandala aldırmayarak tokaçlarla çamaşır yıkamaya devam ettiler.

— Diğerleri çıplak ayaklarını göle sallandırmışlardı.

— Havanın yağmursuz olduğu günler de sarıca köy kadınları hem böyle bekar çamaşırı yıkarlar hem de kısmet beklerlerdi.

— Oturanlardan birisi başını öteye çevirip eliyle ağzını kapayarak yan gözle sandala baktı: Kız Ayşe! Senin Mustafa geliyor.

— Hamdi ile Mustafa sandalı bağlıyor gibi davranarak arkalarını kadınlara dönmüşlerdi. 

— Sarhoşlukları kalmadığı için utanıyorlardı.

— Hele Hamdi başını eğerek yürüyen Azade’nin adeta arkasına saklandı. 

— Kadınların yanından böylece geçip mezarlığın içinde ki çalı kümelerinin arkasına oturdular.

— Daha sigaralarını yakmadan Ayşe yanlarına geldi. 

— Sırtına bir basma entari giymiş beline bir şal kuşak sarmıştı. 

— Beyaz yemenisi sarı saçlarını ve çenesini kapatıyor mavi gözleri ağlamış gibi parlıyordu. 

— Dudakları kalındı ve bir köşesiyle belli belirsiz gülümsemekteydi: Safa geldiniz dedi arkadaşının adı Hamdi değil mi Mustafa efendi? 

— Hatice ablam görür görmez tanıdı geçen ay beraber gelmişsiniz.

— Kuşağının üzerinde uçları birbirine uzak duran gergin göğsü konuşurken titriyordu.

— Kınalı parmaklarına çenesinde ki yemeniyi tutmuştu. 

— Mustafa gözlerini Hamdi’ye çevirerek cevap verdi: İyi bilmiş adı Hamdi. 

— Gene Hatice’yi mi istiyor? 

— Hamdi omuzlarını sallayınca Ayşe kadınlara doğru seslendi: Hatice gel gel kız!

— Hatice uzun boylu şişman bir kadındı elleri ayakları pek büyüktü göğsü karnına kadar sarkmıştı safa geldiniz! dedi.

— Ayşe güldü: Hamdi efendi seni istiyor.

— Ayakta bir müddet durdular.

— Gece kalacak mısınız?

— Mustafa doğrudan doğruya cevap vermedi: kocan hala gurbette mi Ayşe? Gurbette. 

— Kızının hastalığı nasıl oldu geçen de hasta diyordun?

— Öldü siz sağ olun. 

— Gece kalacak mısınız dedim?

— Yok gideceğiz. 

— Haydi kalk Hatice’yi efendisiyle bir başlarına bırakalım.

— Elbette gizli sözleri vardır. 

— Mustafa sigarasını yere atarak kalktı.

— Ayşe önden yürüyordu entarisinin etekleri boldu.

— Çıplak ayaklarına topukları çarpılmış kaba kunduralar giymişti.

— Adımlarını geniş geniş attığından bacaklarının yuvarlaklığı bir görünüp bir kayboluyordu.  

— Bütün kadınlarımız gibi kalçaları aşağıdaydı.

— Mustafa babasının evinde kalan tıkız çukur ova kısrağını hatırladı. 

— Bir çalı yığınını dolaşır dolaşmaz Ayşe beyaz dişlerini göstererek döndü. 

— Yemenisi çözülmüş oyalı uçlan göğsüne düşmüştü yanakları yuvarlaktı. 

— Mustafa yanına gelip kolunu tutunca nazlandı: Bırak canımı yaktın!

— Çok mu göresin geldi mi? 

— Gelmez mi ulan!

— Ayşe delikanlının gözlerinde ki parıltıya cesaretle baktı: Biraz daha yürü kahpelerin işi yok seyrederler.

— Ben utanırım mezarlığa da yakın günah olur.

— Mustafa somurtuyor Hamdi kürekleri yorgun yorgun çekiyordu.

— Başlarında ve yüreklerinde dalgınlığa benzeyen bir boşluk hissediyorlardı pişman olmuşlardı. 

— Sahilden sesleri işitilmeyecek kadar uzaklaşınca Hamdi bir sigara yaktı: Bu işi aklım almıyor Mustafa vay canına kötü be! 

— Hangi iş? 

— Şu Sarıca köyün hali?

— Baksana kadınlarının çoğu fena yola düşmüş kocaları da bilir mi? 

— — Hepsi değilse de Ayşe’nin herifi karısının yediği haltı bilir köy baştan ayağa bozuk diyemem lakin çoğu bu yoldadır. 

— Eskiden burası böyle değildi fabrika açıldı açılalı büsbütün azdı karılar fabrikaya bir sürü bekar amele geliyor. 

— Şurada kurtarma birlikleri de var para bol karı kıt!

— Önce oynak dulları baştan çıkardılar.

— Köy nikahı hoca duası derken eloğlu birkaç ay içinde başından atıveriyor. 

— Sonra sonra gelinler körpe kızlar başladı.

— Koca karılar bir ikisini mühendislere götürü götürü verdiler. 

— Yavaş yavaş köyün mezhebi bütün bütün genişledi para bu adamda din iman namus komaz baksana ellişer den bir lira verdik. 

— Dört rençper yevmiyesi ne olursa olsun ben şaşıyorum vesselam. 

— Hem şaşarsın hem de gelir Hatice abla ile oynaşırsın. 

— Akşamın alaca karanlığında çakıl yığını ile tahta iskele görününce Hamdi kürekleri bıraktı: Mustafa Sarıca’ya uğradığımızı arkadaşlar bilmesin İbrahim bizimle eğlenir.

— Söylemesine söylemeyiz lakin Bulgaryalı bilmem inanır bilmem inanmaz. 

— Sandalı sahile bağladıktan sonra suya girip gusül abdesti aldılar.

— Kaptan gelecek diye hazırlık yapılıyordu. 

— Deli İbrahim iki saat kadar uğraşarak bir miktar balık tutmuştu.

— Balıklar büyük bir kovanın içinde mecalsiz mecalsiz kımıldanıyorlardı. 

— Kuru bacak Mehmet’le Recep ağır bir yağ kokusu ve çalı dumanı içinde idiler. 

— Recep hamur açıyor kuru bacak tavada gözleme pişiriyordu.

— Gözlemeleri arkadaşlar arasında pek makbuldü.

— Bir kere de kaptan rastlamış çok hoşuna gittiğini söylemişti. 

— Hamdi kulübede piyaz için soğan doğruyor ara sıra elinin tersiyle yaşaran gözlerini uyuşturuyordu.

— Hava iyiden iyiye kararınca, bir tahta parçası üzerinde tuz döven Salih’e: Şu lambayı yak dedi soğan diyerek elimi doğrayacağım. 

— Lambanın ışığında ortalık derli toplu mu diye etrafa göz gezdirdi. 

— Toprak zemin bol su dökülerek süpürülmüştü.

— Sedirin üstünde Köroğlu gazetesi duruyordu.

— Gazeteyi okudun mu Salih?

— Okudum.

— Hamdi ağa ne yazıyor harp olacak mıymış?

— Orasını okumadım. 

— Bak şuna ya neresini okudun?

— Pehlivanlığa mahsus yazıyor orasını okudum. 

— Salih kulübenin loşluğunda noksan dişiyle yavaşça güldü. 

— Bu esnada bir silah sesi işittiler.

— Kurşunun ıslığı bir yerlere çarparak ormanın hışırtısı arasından geçti. 

— Hamdi: duydun mu diye başını uzattı.

— Duydum Hamdi ağa kaptan geliyor. 

— Kaptan pek keyifli olduğu zamanlar yaklaştığını mavzer atarak haber verirdi.

— Hamdi kulübenin kapısına çıktı kaptan kır atının üstünde idi. 

— Hayvan yüksek olduğu için Şerif ağa çelimsiz vücuduyla küçük bir çocuğa benziyordu heey! 

— Diye bağırarak tüfeğini havada salladı.

— Öteki elinin yumruğunu beline dayamıştı başını iki yanma sallayan yorgun beygiri tırısa kaldırdı. 

— Kapının önüne gelince dizginleri şiddetle topladı özencide ki ayaklarım iki yana gerip cakalı cakalı durdu.

— Hamdi: Safa geldin kaptan diyerek hayvanın başını tutmuştu mavzeri sen mi attın?

— Ben attım.

— Çocuk silah sesini duyunca kaptan geliyor dedi.

— Demek bildi bizim olduğumuzu bildi.

— Kaptan yere atladı kamçısıyla çizmesine vuruyordu. 

— Hamdi dizginleri Salih’e vererek eğerin üzerinden heybeyi indirdi. 

— Kolanları gevşetti terkiye bağlı çulu çözüp beygirin üstüne örttü: Zorlamışsın hayvanı kaptan eziyorsun biçareyi.

— Aldırma alışıktır. 

— Salih ay ışığı altında daha beyaz daha yüksek görünen beygiri yavaş yavaş gezdirmeye başlamıştı.

— Kaptan küçük ve acele adımlarla gözleme yapanlara yaklaştı: Hayrola ortalığı dumana vermişsiniz değirmen pidesi mi bu?

— Kuru bacak aşağıdan yukarıya baktı: Safa geldin kaptan.

— Değirmen pidesi değil Karadeniz gözlemesi seversin diye yapalım dedik. 

— Severiz ya elinize sağlık.

— Kaptan geri dönerek kulübeye girdi. 

— Heybeyi boşaltmakla uğraşan Hamdi’ye: Kavurmanız vardı ama ayrıca et getirdim mezelik olur. 

— Beş kilo da rakı var tenekeyi çıkardın mı?

— Çıkardım kaptan!

— Sofrayı nereye kuracaksın?

— Nereye emredersin ister içeri ister dışarı. 

— İçerisini bırak dışarıda oturalım ay ışığıdır.

— Baş üstüne.

— Kutu konservesi leblebi kaynamış yumurta getirdik. 

— Eksik olma.

— Kaptan sedire çıkarak mavzeriyle ceketini duvarda ki çivilere astı. 

— Gömleğinin kollarını sıvadı kolları esmer ve kıllıydı.

— Lambanın ışığı sağ kolunda ki denizkızı dövmesini aydınlattı.

— Kaptan her fırsatta bunu mahpushanede yaptırdığını söylerdi.

— Çevik bir hareketle yere atlayıp belinde ki tabancanın kılıfını arkasına doğru itti. 

— Mustafa nerede göremedim?

— Buradadır gelir şimdi. 

— Gelsin bize bağlama çalar çalsın bu gece coşarsam iki telli oynarım.

— Sofra örtüsünü kulübenin biraz ilerisinde ki çayırlığa serdiler çayırlık yüksekçe bir yerdi.

— Ortasında kabukları çatlamış kalın bir meşe ağacı vardı. 

— Köy harabesinden ötede ormanın yüzü kap karanlık duruyordu. 

— Yalnız yüksek ağaçların tepesine ay ışığı vurmuştu. 

— Göl istikametinde duran iki beyaz bulut parçasının ucu bakır bakır parlıyordu küçük iskemleyi kaptanın altına verdiler. 

— Kuru bacak Mehmet gözlemeleri genişçe bir tabağa yerleştirmiş üstünü tencere kapağı ile örtüp bir çuvalla sarmıştı.

— Kırılacak bir şey itinasıyla orta yere bıraktı kaptan kırçıl bıyıklarını yolmak istiyormuş gibi hızlı hızlı çekiştiriyordu.

— Haydi başlayalım lakin bir kere oturuldu mu sıralı sırasız fırlamak yok tadını kaçırırsınız. 

— Ne lazımsa getirin sonrasına çocuk hizmet eder. 

— Bağlamam aldın mı Mustafa?

— Hazır Şerif ağa meşede asılı. 

— Salih ayrı yiyeceği için beşi sofranın etrafına bağdaş kurup oturdular. 

— Tıraşı uzamış yorgun yüzleri ay ışığında daha yumuşak daha çizgisiz görünüyordu. 

— Kaptan kaseyi kaldırdı: Haydi muhabbete! 

— Muhabbetine kaptan!

— Rakıyı kocaman yudumlarla suratlarını buruşturmadan içtiler. 

— Ay ağır ağır yükseldi.

— Orman hafifçe esmeye başlayan rüzgarın altında yorgun bir hayvan gibi kımıldanıyor. 

— Gölden serin ve yumuşak yosun kokusu geliyordu.

— En çelimsizleri olduğu için Kuru bacak Mehmet ötekilerden evvel neşelendi.

— Bağlamayı indirip ağa Azade’ye uzattı: Göster kendini Ağa zade yak şu dağları!

— Mustafa başını eğerek sazın gövdesini kucağına bastırdı telleri gerdi.

— Yarım yırtık sesler evvela arka arkaya telaşla koşuştular gittikçe damla damla düştüler; sonra kalın sesli bir erkek inliyor gibi uzadılar. 

— Mustafa eğilmiş başı az kamburca sırtı ile neler hissettiğini neler söylediğini sanki biliyor tazenin ucunu tellere  orta parmağının tırnağını bağlamanın göğsüne vurup tempo tutarak çalıyordu. 

— Küçük tekne hazin bir hikaye ile ağzına kadar dolmuştu. 

— Halbuki Mustafa böyle coştuğu sıralarda bir şey düşünmez haberi olmadan çalışan parmaklarının çıkardıkları seslere kendisi de şaşardı. 

— Hamdi farkında olmaksızın yavaş yavaş sarıcalar köyünü Hatice ablayı hatırlıyordu omuz başı dişleniyormuş gibi tatlı tatlı sızladı.

— Maşrapayı rakı tenekesine daldırdı: İçelim arkadaşlar içelim anasını sattığımın.

— Rakıyı içtikten sonra yüzünün yarısını eliyle kapatarak içinden geçenleri sezip sezmediklerini anlamak için oradakilerin yüzüne ayrı ayrı baktı tekrar kaptanın hikayesini dinlemeye devam etti. 

— Kuru bacak Mehmet kendi kendine gülümsüyordu: Karı on lirayı alınca bir sevinir sevinsin sekizini harcarsa ikisini bir tarafa mutlak gizler gizlesin. 

— Bulgaryalı İbrahim’in yüreğinden yeleleri mavi boncukla örülmüş demir kın beygirlerin çektiği kenarları kırmızı çiçeklerle süslü bir araba gıcırdaya gıcırdaya geçiyordu. 

— Ölüm aman verseydi Bursa’da kalıp para biriktirecek çocuklarıyla karısını bir pazar günü üstüne beyaz tente çekilen bu araba ile gezmeye götürecekti.

— Şimdi kocaman yumruğu ile mütemadiyen ağzını siliyordu. 

— Recep güneş çıksa ekin biçmeyi harman kaldırmayı düşünür yağmur yağsa sürülecek tarlaları hatırlardı.

— Toprağına bağlı bir köylü olduğundan hepsinden daha dalgındı.

— Böyle ay ışığı bol yaz geceleri delikanlılar harman yerinde öküzleri salarlar ateşin etrafında oturarak konuşurlar. 

— Küçük Salih bir taraftan karnını doyuruyor bir taraftan aya bakıyordu. 

— Birkaç gün evvel ortasından yırtılmış gibi görünen bu beyaz şeyin bu gece Ağa zade Mustafa’nın cebinde ki ufak ayna gibi yusyuvarlak oluşu acayipti. 

— Kaptan her zaman içtiği için hiç değişmemişti. 

— Bir kabadayılık hikayesi anlatıyordu: Çetecilik zamanında böyle bir gece.  

— Ay ışığı varmış karıştıran taraflarında dağ cümbüşü yapıyorlarmış. 

— Muhabbetin ortasında gavur efe ile ağız dalaşına tutuşmuşlar.

— Gavur efenin önünde o vakitler on kişi duramazmış. 

— Lakin kaptanın göğsüne daldırmış.

— Biçare bu yarayı aylarca işletmiş gezmiş kulakları çınlasın hala canım senin gibi baba yiğide feda olsun der. 

— Ben senin gibi elini korkak alıştırmamış kabadayı görmedim diye hala parmak ısırır gavur efe biraz durdu.

— Hey gidi insanoğlu hey! Dedi; adam öldürmekten kolay iş yoktur. 

— Lakin bizim gibi eskiden alışmalı.

— Kasede ki rakıyı bitirdi. 

— Sağ gözü daha ufalmıştı testilerle duran sol gözü gittikçe kırmızılaşıyordu parmaklarım şıkırdattı. 

— Salih su getir ulan uyuyor musun orada? 

— Uyumuyorum amca! 

— Sen çiftetelli oynamasını bilir misin? 

— Bilmem. 

— Yuf olsun insan çiftetelli oynamasını bilmez mi?

— Öğren mutlak bak ben oynayayım da gör kollarını kabartıp göğsünü şişirerek yerinden kalktı.

— Hamdi’nin yeni doldurduğu kaseyi çenesinden akıta akıta içti: Mustafa vur çiftetelliyi haydi vur kıvrak oynuyordu. 

— Başım ve omuzlarını titreterek parmaklarını şakırlatırken mavzerli huşunetinden ayrılmış azametle kösteğini kımıldatan kamçısı ile asabi asabi çizmesine vuran ağırbaşlı mal sahibi kılığından çıkmıştı. 

— Süzgün gözleriyle yüzü munis göründüğünden küçük vücudu erkek kıyafetine girmiş bir kadım andırıyordu yorgun bir kadın gibi sevimliydi. 

— Bir müddet sonra geniş bir hareketle elini kuşağının arasına sokup bir deste banknot çıkardı parmaklarını tükürükledir.

— Bir lirayı hızla çekti Mustafa’nın omzuna doğru attı: Çal Mustafa aferin!

— Yeşil kağıt Mustafa’nın omzunda biraz duralayarak bağlamanın teknesine oradan da yere düştü.

— Ağa zade Mustafa üstüne cıvık bir şey sürülmüş gibi telaşla sazı kesti. 

— Lirayı avucun da buruşturduktan sonra küçük Salih’e fırlattı: Al Salih sana kaptan ağa bahşiş veriyor. 

— Hamdi Mustafa’nın yüzünü hiçbir zaman bu kadar sevimli görmemişti ne de olsa kişi evladı.

— Ayda yedi buçuk liraya çakıl çeker de hovarda bahşişine el sürmez diye düşündü.

— Kaptan erif ağa çiftetelliden usanca, mendiliyle alnını kurulayarak yerine oturdu. 

— Benden bu kadar haydi Kuru bacak bir Karadeniz havası yap iyi becerirsin köpoğlusu. 

— Kuru bacak Mehmet çarşambayı sel aldı türküsüne başladı.

— Gözlerini yummuştu heceleri inatla uzatmasını seven barbar ve pürüzlü bir sesi vardı ki meyvemsi kuşlar yediği için meyvesiz kalmış dağları iyi anlatıyordu.

— Türkünün sonunda Mustafa içi tamamıyla tükenmiş gibi yorgun ve somurtkan durdu: Keselim artık!

— Kaptan mendilini boynuna sarıyordu: Sahi çalgı yeter.

— Biraz da nişan endamı yapalım var mısın Çerkeş Hamdi?

— Hamdi öğündü: Askerde keskin nişancı idi lakin bunca yıl elimize almadık. 

— Görürüz görürüz.

— Salih, koş mavzeri getir doludur dikkat et.

— Ceketimin cebinde de ayrıca fişekler var onları da getir. 

— Tüfek gelince kaptan elli altmış metre kadar ilerde ki taşın üstüne bir yumurta koydurdu ayağa kalkıp avuçlarına tükürdü bacaklarını bir parça açmıştı. 

— Silahı kaldırdı öyle uzun boylu nişan almaya lüzum görmeden namluyu yukarıdan aşağıya indirirken göz hizasıyla tetiğe bastı. 

— Hepsi taşın üstünde beyazlığı hafifçe parlayan yumurtaya bakıyordu. 

— Mavzer patlar patlamaz yumurta dağıldı.

— Hamdi: Yaşa kaptan yaşa! Dedi. 

— Bir yumurta daha koydular.

— Kaptan aynı sükunetle onu da parçaladı epey sarhoş olduğu halde tüfeğini kaldırırken eski bir ihtiyatla dimdik duruyordu.

— İkinci yumurtayı da vurduktan sonra silahın dipçiğini yere dayayarak azametle sallandı.

— Hamdi ile arkadaşları askerlik etmiş silah kullanmış adamlardı.

— Nişancılığın kıymetini biliyorlar Şerif ağaya saygıyla bakıyorlardı.

— Mustafa güç bir şey itiraf ediyor gibi: Aşk olsun dedi gece vakti meseledir.

— Haydi Hamdi, sen de kendini göster. 

— Hamdi gülümseyerek yaklaştı: Müsaade eder misin kaptan? 

— Al bakalım içinde üç mermi var üçünü de yak!

— Hamdi arka arkaya üç kurşun atıp silahı boşalttı. 

— Yumurta olduğu yerde sakin sakin duruyordu.

— Kaptan gülmeye başladı: Sen başka usulde nişan alıyorsun Hamdi bizim mavzer çeteci silahıdır.

— Tüfeğin kundağını sevgiyle okşadı doldururken: 

— Yakından vurmak daha müşküldür dedi kurşun sıçrar sen onu hesap etmedin!

— Biraz daha içtiler kaptanın gözleri kapanıyor başı göğsüne düşüyordu. 

— Adeti malumdu epeyce içti mi bir müddet uyuklar fakat mahmurluğu dağılırsa sabaha kadar içmek isterdi cıvık sarhoşluğu bundan sonra başlıyordu.

— Hamdi arkadaşlarına göz kırptı: Rakı tükendi gece de yarı oldu yarın iş var haydi artık yatalım!

— Recep kulübeye girip sedirin üstüne kaptanın yatağını serdi. 

— Hamdi ile İbrahim kollarına girdiler Kaptan müşkülatla soyunda ve yatar yatmaz uyudu.

— Hamdi uykusunun arasında bir ses duyarak uyandığı zaman kulübe henüz karanlıktı. 

— İşittiği sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. 

— Arkadaşları derin derin uyuyorlardı içerisi ter ve rakı kokuyordu. 

— Kaptanla küçük Salih’in yan yana yattıkları sedirin üzerinde bir kımıldanma vardı. 

— Hamdi bütün gayretine rağmen öksürüp doğrulamadı.

— Sol pazısu seğirmeye başlamıştı torbasında ki brovning tabancası yanında yatan Mustafa’nın daima yastık altında duran Bursa bıçağı aklına geldi. 

— Evham olmasın belki sayıklamıştır diye bir müddet kulak verdi.

— Evham ettiğini zannederken Şerif kaptan sigara yaktı.

— Hamdi göğsünden bir ağırlık kalkmış gibi soluyarak doğruldu.

— Acele giyindi kapıyı açarken kaptan sordu: Sen misin Hamdi?

— Benim ne var erken erken?

— Cevap vermedi.

— Çoktan uyanık mıydın? 

— Yok şimdi kalktım dışarıda ortalık serindi.

— Çıplak ayaklarını sürükleyerek yavaş yavaş göle doğru yürüdü. 

— Sahile inince bir müddet başı dönmüş gibi durdu.

— Göl rüzgarla ürpererek ağarıyordu. 

— Çabuk çabuk soyundu koşarak var kuvvetiyle suya atıldı. 

— Başım dışarı çıkarmadan nefesi kesilinceye kadar karanlıkta yüzdü. 

— Sonra geniş geniş ve hiddetli kulaçlarla göle vurdu soğuk su asabını yatıştırıyordu.

— Bir zaman hiç bir şey düşünmeden insana yalancı gibi gelen mosmor gökyüzüne bakarak arka üstü yattı.

— Dinlenmekten usanca tekrar derinlere daldı. 

— Her yukarı çıkışta abdest alır gibi ağzını çalkalıyordu. 

— Ortalık iyiden iyiye aydınlanınca kenara çıktı.

— Yumruklarıyla göğsünü uyuşturdu gömleğiyle donunu ıslak vücuduna giyip yere uzandı. 

— Toprağın katılığı yüreğinde ki sıkıntıyı sanki çekip alıyordu. 

— Geçenlerde Ağa zade Mustafa: Çakıl çekmek cenabet şey demişti. 

— Burada aylardır nasıl takılıp kaldığına şaştı. 

— İçinde birdenbire dehşetli bir tembellik bitmez tükenmez bir usanma duydu.

— Dünyanın ucu uzun İstanbul da sipahi ocağında seyislik yaptığı zamanlar parlak çizmeli kibar kadınlar aklına geldi. 

— Başkasıyla evlenen Zeliha’nın hatırası içinde çoktan kapanmış bir yara izi gibi hiç sızlamadan duruyordu.

— Muhtarın oğlu tezkere alınca düğün yapacaktı çoktan yapmıştır. 

— Düğünlerde delikanlılar küçük değneklerle tahta vururlar kızlar armonik çalar. 

— Vaktiyle köyde kendisi kadar güzel oynayan yoktur ayaklan şimdi hamlanmışım.

— Kederli kederli gülümserken kendisinden ilk defa şüphelenerek kaşlarını çattı.

— Kara Biga buralara yakındı.

— Adeta yüksek sesle: Biz de Ağa zade Mustafa gibi ağır ağır köye mi gidiyoruz dedi.

— Ceketini yanma çekerek ceplerinde bıkmadan usanmadan sigara aradı bulamayınca kızdı. 

— Hemen kasketini şiddetle başına geçirdi.

— Kulübeye yaklaşırken Kuru bacak Mehmet’e rastladı.

— Mehmet’in yüzü her zamandan daha sarı daha zayıftı.

— Neredesin Hamdi merak ettik dedi bakmadığımız yer kalmadı.

— Buradayım ahırda deniz kenarında aradık. 

— Gölde yıkanıyordum.

— Hayrola gece rüya mı gördün?

— Yok ter basmış kaptan gitti gitsin. 

— Hamdi bugün bizim hayvanı tımar etmemiş dedi.

— Unutmuşum bir şey yemedin mi sen?

— Yemedim canım istemiyor.

— Hasta mısın yoksa?

— Hastalığı da nereden uydurdun Kuru bacak? 

— Ne bileyim gözlerin fersiz yüzün bir hoş.

— Suya girdim ondandır. 

— Gece rakıyı çok kaçırdık.

— Merkeplere yem verdiniz mi?

— Verdik semerleri bile kapattık.

— Pekala Hamdi, kulübeden deniz kenarına kadar hiç konuşmadı.

— Sevgili eşeği Boz oğlanı geri kalıyor diye sopaladı.

— Küfeleri doldururken somurttuğunu görüp Karadeniz’de gemilerin mi battı reis diyerek şaka etmeye kalkan Bulgaryalı İbrahim’i tersledi. 

— Salih’e sebepsiz yere küfretti öğle yemeğinden sonra gölgeye oturmuşlar sigara içiyorlardı.

— Hamdi birdenbire sordu: Kaptan sizin neyiniz olur.

— Salih akrabamız.                           

— Orasını biliyorum neyiniz olur?

— Anamla kardeş çocukları kaptanın babası anama amca olurmuş. 

— Dün gece ne konuştunuz?

— Bir şey konuşmadık.

— Hamdi çocuğun inkar etmesine öfkelendi. 

— Yüzü kıpkırmızı olarak sesini yükseltti: Söylesene ulan Salih ağlamaya başladı.

— Hamdi elini çökük avurtlarına götürdü: Haydi merkepleri topla haydi oğlum.

— Çocuk ağaçların arasında kayboldu.

— Hamdi arkadaşlarına döndü: Meseleyi siz de biliyor muydunuz? 

— Bulgaryalı İbrahim gözlerini ufaltmış gülüyordu.

— Sen daha yeni mi öğrendin Çerkeş oğlu elbet biliyorduk lakin ne demeye hakkın var?

— Aylığını veriyor dilediği gibi kullanır. 

— Hamdi ikindiye kadar hem çalıştı hem düşündü.

— İkindi üzeri: Ben Salih’i şimdi götürüp babasına teslim edeceğim dedi. 

— Kuru bacak korktu: Kaptanı kızdırmayalım ağzı bozuktur bir kötü laf eder.

— Ederse bana eder haydi Salih, hazır ol köye gidiyoruz.

— Hamdi kulübeye yatsı vakti geldi arkadaşlar daha uyumamışlardı.

— İbrahim sordu: Ne oldu bakalım?

— Ne olacak babasına teslim ettim. 

— Ne dedin?

— Orada bir sürü herif var oğlanın ahlakı bozulacak kötü olacak bir daha göndermen dedim. 

— Şaşmadı mı? 

— Şaştı bizim kaptan var ya ne olabilir ki falan diyordu?

— Kaptana değil ya bu zamanda çocuğu dedene emniyet etme dedim artık bilmem anladı mı bilmem anlamadı mı. 

— Nasıl adam? 

— İhtiyar be elli beşlik var bir ayağı topal?

— Durmadan tütün içiyor evleri iki odalı yer evi tütün parasını çıkarıyordu. 

— Şimdi aylak gezecek diye dizine vurdu.

— Vah! vah dedi bunca yaş yaşamış ama hala öküz.

— İbrahim bir fenalığın önünü tamamıyla aldığını umarak kendi kendine memnun olan Hamdi’yi üzmemek için hiç cevap vermedi. 

— Salih, gürültücü neşeli bir çocuk olmadığı halde o gece bir şeylerini kaybetmişler gibi surat astılar. 

— Üç gün sonra akşam üstü kulübeye yorgun argın döndükleri zaman kaptan çıkageldi. 

— Hiddetli olduğu ve bütün hiddetini köpük içinde kalan beygirden almaya çalıştığı belliydi: Merhaba dedi paydos mu ettiniz? 

— Hamdi: Acaba Salih’in gittiğinden haberi var mı diye düşünerek cevap verdi: Paydos ettik.

— Kaç sefer yaptınız bugün?

— Dokuz sefer. 

— İyi iyi.

— İbrahim beygiri çullayıp ahıra çekti. 

— Kaptan kulübeye girince her vakit yaptığı gibi ceketini çıkarmamış mavzerini duvara asacağına yanma dayayıp oturmuştu.

— Karnım aç dedi ne varsa getirin bakalım.

— Geçen akşamdan rakı arttı hepsini içmedik biliyorum getirin şunu. 

— Sofrayı çabuk kurdular.

— Hamdi ne olur olmaz diye kaptanın yanına oturmuştu.

— Rakıyı sakin sakin içiyor fakat gözlerini şerif ağanın ellerinden ayırmıyordu. 

— Çoktan niyetlenmişti mavzerine davranır tabancaya sarılırsa üstüne çullanacaktı. 

— İş yumruğa kalsa kaptan gibi iki kişinin hakkından geleceğine emindi. 

— Salih’i köyüne götürdüğünden beri torbasından siyah kuşağını çıkarıp beline sarmış tabancasını bunun arasına sokmuştu. 

— Arkadaşları da kaptan da kendisinde silah olduğunu bilmezlerdi.

— Şerif ağanın durup dururken bir şey yapacağını ummuyordu.

— Lakin sarhoşken kolayca kavga çıkardığı elini derhal silahına götürdüğü malumdu.

— Bu gece hepsi de bir şeyler bekliyorlarmış gibi düşünceliydiler. 

— Hiç konuşmadan bir yere yetişeceklermiş gibi, acele acele içiyorlardı. 

— Neden sonra kaptan: Bağlama çalmıyorsun Mustafa dedi. 

— Gaz lambası yüzüne yandan vurmuş başının yarısı gölgede kalmıştı.

— Açık duran sol gözü fena fena ışıldıyordu.

— Telleri koptu gidip alamadık. 

— Kaptan yavaş yavaş Hamdi’ye döndü: Sen bir şey çalmaz mısın?

— Ben çalmasını bilmem. 

— Git işine bir zaman başını sallayarak güldü: Çerkeş olur da çalmasını bilmez mi?

— Çerkezler toptan at hırsızı olurlar at da çalmadın mı sen?

— Çalmadım.

— Sizi bilirim domuz gibi inatçı olursunuz çetecilik zamanın da Kara Biga taraflarında bir Çerkeş köyü basmıştım.

— Halifecilik ediyorlardı şöyle gerine gerine verdim kurşunu.

— Bizim millet cahildir Halifenin fermanını okudular sahi zannettik. 

— Yoksa sen de Kuvayı inzibatiyenden miydin?

— Hayır ben o sıralarda ufaktım. 

— İyi kurtulmuşsun satırdan.

— Öyle oldu.

— Hamdi kaşlarını çatmış yere bakıyordu.

— Kaptan rakı içti bıyıklarını çekiştirdi: Hamdi iyisin hoşsun gayretli çalışırsın ama üstüne vazife olmayan işlere de karışırsın.

— Ne gibi?

— Salih’i köyüne götürmüşsün.

— Götürdüm. 

— Sen bana sormadan işçime nasıl yol verirsin?

— Salih bize akraba da olur. 

— Oldu bir kere kaptan açma bunun lafını sonra yarın konuşuruz. 

— Ulan yüz verdikse astar mı istiyorsun?

— Aklını başına topla at hırsızı bana Şerif kaptan derler ben adamın gözünü patlatırım. 

— Hamdi başını kaldırdı kaptanın yüzüne dimdik baktı benim hesabımı gör kaptan dedi. 

— Ne hesabı?

— Ne hesabı olur yevmiyeleri ver gidiyorum on bir günlük yevmiyem var yarımşar liradan beş yüz elli kuruş tutar şunu ver dilersen şimdi giderim. 

— Şimdi git yarın git orasını kendin bilirsin lakin ben adama gece vakti para vermem.

— Hamdi birdenbire kızdı: Lafa bak geceden paraya ne? 

— İşte o kadar fazla uzatma kaptan beş yüz elli kuruşumu şimdi vereceksin. 

— Şerif ağa Hamdi’nin sesinde bir acayiplik sezdiği için ileri gitmedi. 

— Vermeyiz demedik sonra veririz üzerimde bozukluk yok. 

— Ne kadar büyük para var? 

— Ne yapacaksın ellilik var! 

— Çıkar bakalım bozacağım Hamdi ayağa kalkarak elini kuşağının arasına götürdü.

— Kaptan bu hareketten ürktü: Ulan beni soyacak mısın?

— Diyerek mavzerine davranınca diğerleri de bir yerden kumanda almışlar gibi hep beraber ayağa kalktılar. 

— Hamdi hepsinden daha sakin görünüyordu: Sonu fena olacak kaptan dedi paramı ver ben gideceğim.

— Kaptan beşinin yüzüne de ayrı ayrı baktı bu beş kişi bu anda korkunç derecede birbirlerine benziyorlardı. 

— Hepsinin gözleri kısılmış ağızlarında ki çizgiler incelmişti yüzüne düşman gibi bakıyorlardı.

— Kaptan parmağını tüfeğin emniyet tetiğinden ihtiyatla çekip çenesini kabartarak azametli azametli güldü: Deli olma Hamdi haydi otur. 

— Çalışmak istemiyorsan pekala paranı veririz gidersin öyle değil mi İbrahim! 

— İbrahim yardımcı arayan bu suali işitmemiş gibi cevap vermeyince Şerif ağa cüzdanını çıkardı. 

— Altı lira saydı: Al bakalım biz senin yüzünden çok kazandık elli kuruş da caba olsun ben yürekli adamları severim.

— Hamdi sofranın kenarına elli kuruş bıraktı: Ben cabadan yaşamaya alışmamışım. 

— İşte paranın üstü, beş yüz elli kuruşu alıp kuşağının arasına sokarken. 

— Ağa zade Mustafa: Benim hesabımı da gör dedi ben de yolcuyum kaptan! 

— Kuru bacak Mehmet’le Recep: Biz de gidiyoruz dediler.

— İbrahim gülerek elini omuzu hizasında salladı: Anca beraber kanca beraber.

— Madem hesap görülüyor bizim işi de bitiriver kaptan!

— Hamdi işin böyle olacağını hiç beklemiyordu arkadaşlarının yüzüne şerif ağadan daha hayretle baktı.

— Kaptan: Demek söz birliği ettiniz dedi aferin Hamdi aferin!

— Mustafa derhal cevap verdi: Ben zaten baba ocağına gidecektim.

— Hamdi düşünüyordu amelesin kalırsa kaptanın işi bozulacaktı. 

— Mavzerini hala elinde tutmasına rağmen bu küçücük adam beşinin karşısında pek kuvvetsizdi. 

— Adeta homurdandı: Buna bozgunculuk derler.

— Mustafa demine kadar böyle bir niyetin yoktu.

— Kaptan çakılı zamanında çekemezse zarar eder ekmeğini yedik. 

— İbrahim alay etti: Ne demeye gidersin kardeşlik sen ekmeğini yemedin mi? 

— Ben buraya sizinle beraber gelmedim bir başıma geldim bir başıma gidiyorum. 

— Sen bizden sonra geldin evvel gidemezsin gitmek iktiza ise önce biz gideriz. 

— Recep ağlıyor gibi burnunu çekti: Sen kalırsan biz de kalırız. 

— Hamdi efendi yoksa hesabımızı görsünler.

— Hamdi arkadaşlarının bu geceden sonra hele kendisi giderse burada kalmaya artık cesaret edemediklerini anlayamadı.

— Biraz düşündü kuşağının arasında sımsıkı tuttuğu tabancasını bırakarak yerine oturdu. 

— İşte gitmiyorum var mı bir diyeceğiniz? 

— Ötekiler uslu uslu oturunca kaptan güldü: Domuz Çerkeş bizimle alay ettin ulan farkına bile varmadık.

— Para lazımmış domuza haydi içelim doldur Hamdi.

— Temmuz ayında bunlara verdiğinin üç mislini teklif etse amele bulmasına imkan olmadığından kaptan rahat bir nefes almıştı.

— Gece arka arkaya içtiği halde kaptan bir türlü sarhoş olmadı. 

— Evvela Kuru bacak, sonra Recep daha sonra da Ağa zade ile İbrahim yattılar. 

— Hamdi, Şerif ağa ile karşı karşıya kaldı.

— Dışarıda rüzgar çıkmıştı orman ve deniz uğulduyordu.

— Kaptan ağır ağır: Divanelik ettin dedi bunların yanında böyle şey yapılır mı Hamdi?

— Ben sana malımı işimi emanet etmişim bir oğlan yüzünden yaptığını beğendin mi? 

— Ne yapalım kaptan biz cahil adamlarız aklıma böyle hükmetti böyle yaptım. 

— Az kalsın: Kusura bakma diyecekti yumuşamak üzere olduğuna hayret ederek hemen sustu. 

— İş bir kere çığırından çıkmıştı.

— Bugün değil de yarın bir hafta on gün sonra yahut çakıl işi bitince kaptan öcünü arayacaktı hırsız diye karakola verir.

— Ormanda ölüsünü bulsalar kanını diyetini kim arar?

— Diz kapağına bir kurşun değse ölünceye kadar sakat kal sürün mahkeme topallığını iyi etmez adama fazla bir değnek parası aha verir. 

— Hamdi bunları süratle düşünerek ayağa kalktı: Bana müsaade kaptan! 

— Ne o yatıyor musun? 

— Hayır gidiyorum.

— Nereye gidiyorsun hani kalıyordun? 

— Hamdi kabadayı cevap verdi: Erkek kısmı bir kere söyler gidiyorum dedim gideceğim!

— Bulgaryalı uyku arasında: Kardeşlik diye bir şeyler sayıklıyordu. 

— Hamdi bunu işitmedi arkadaşlarını tamamıyla unutmuştu.

— Kaptan yan gözle duvara dayalı mavzerine bakarak omuzlarını salladı: Ne yapalım yalvaracak halimiz yok ya gidersen gidersin esir değilsin!

— Hamdi elini tekrar kuşağının arasında ki, tabancasının üstüne koymuştu geri geri yürüyerek Salih’i götürdü götüreli hazırladığı çamaşır torbasını battaniyesiyle beraber duvarın dibinden aldı. 

— Kal sağlıkla kaptan hakkını helal et! 

— Kaptan yumruklarım sofranın üzerinden çekmeye cesaret edemiyordu: Helal olsun dedi lakin benden çok korkuyorsun. 

— Korkarım mavzeri iyi atarsın keyif için adam vurursun eşikte tekrar:  Sağlıkla kal kaptan dedi. 

— Ay ışığını kaim bir bulut kapatmıştı kenara sıçrayarak yıkık duvarların arasından eğile eğile koştu.

— Yirmi yirmi beş adım ilerde çalıların arasına yattı.

— Kulübenin açık kapısından toprağa sarı bir ışık vuruyordu. 

— Biraz sonra bu ışıkta sallanan bir gölge göründü.

— Mavzeri elinde dışarı çıkan Şerif ağa bir müddet başım uzatarak ormanın hışırtılarını dinledi.

— Nihayet Hamdi’nin arkasına saklandığı çalılığı geçip göle doğru hızlı hızlı yürüdü.

— Hamdi; kendi kendine: İyi düşünmüşüm sandalla giderim zannetti dedi.

— Ayak sesleri uzaklaşıp, işitilmez olunca kalktı. 

— Bu esnada göl istikametinden üst üste iki kurşun sesi duyuldu.

— Hamdi, Bulgaryalı İbrahim gibi elini omuzu hizasında sallayarak gülümsedi: Atarsın kaptan ne yapalım buralarını sana bağışlamışlar!

— Rüzgar, ağaçlarla beraber karanlığı da koparıp sürüklemek istiyormuş gibi azgın azgın esmeye başlamıştı.

— Tabancasını kuşağına sokup torbasının iplerini omuzuna taktı, ormana girdi…

Kaynakça:

1 .çeşitli köşe yazıları.

2. .(sinan yağmur/ aşkın gözyaşları)

3. iskender pala, dört güzeller toprak, su, hava, ateş. s. 28. kapı yay. 2008

4. şeyh sadi-i şirazi. ışığın kaynağı doğu 3 ibrahim ülger. berfin b. y. 2004. ist.

5. ömer seyfettin bilgi yay. 1992. ist.

6. kardeş ölümü. dil ve edebiyat ve kültür dergisi. kasım 2014/71. ist.

7. http://m.friendfeed-media.com/ f430f14e949069143259ae5ab09748e991410e4b

[pdf] kemal tahir-göl insanları. bilgi yayın evi-ankara göl insanları scanned by hlecter 13 kasım 2009 cuma saat paylaşılarak esinlenerek ve feyiz alınarak yazılmıştır.

GÖL İNSANLARI HAKKINDA

26.4.1973 Tarihli (Yeni Ortam)da Selim İleri (En büyük onur) başlıklı yazısında: Göl İnsanları kitabında insan onuru coşku ile bilinç arasında gezinir.  

Kesinlikle bilinçlenmiş, insan onuru bilincine varmış değildir. 

Göl insanlarından Hamdi ama yüreğinin sesini dinlediğinden korkusuzca karşı çıkmayı da bilir. 

Bir iğrençliğe bir kötülüğe karşı çıkar.  

Göl kıyısında ahlakın yasası çiğnenmiştir.

Ahlak Hamdi’nin (Ne yapalım buralarını sana bağışlamışlar!) dediği kaptan çirkin özlemleri ne göre yeni yasalar koymuştur burada.  

Kopup geldiği yerlerin arılığını taşıyan Hamdi dayanamaz. 

Doğanın genel geçerliğine güzel doğrularına bağlıdır. 

Hamdi’nin kaptana karşı çıkışında doğal ahlakın coşkusu yatmaktadır. 

Göl kıyılarının neden niçin ve ne için kaptana bağışlandığını düşünemez.  

Bu bilinçle düşünülecek bir meseledir. 

Yürekliliği ile hareket eder o kaptan uzak akrabalarından ergenlik çağındaki Salih’i çirkin özlemlerine kurban etmiştir.  

Doğanın güzel doğrularını kötülüğün bilinci ile çiğnemektedir. 

Hamdi alır götürür Salih’i baba evine. 

Şerif kaptana başkaldıracak gücü bilinci yoktur Hamdi’nin.  

Toplu bir başkaldırıyı ileri sürüyorum ondan büsbütün habersizdir Hamdi. 

Hatta öbür işçilerin işi bırakma istemelerini öğütlememesi kaçırılmış fırsattır.

Ancak (Göl İnsanları) hikayesi Kemal Tahir’in çağdaş gerçekçilik perspektifine uzak durduğu bir dönemin ürünüdür.  

Coşkunun yürek sesinin sezgileri Hamdi’de doğru yolu gösterir.

Gerçekten de çok önemli bir hikaye (Göl İnsanları) severek duyarak okuduğum taşıdığı cevherlerle onurlandığım büyük hikayelerden. 

Yazıldığı yılları göz önünde tutarak (1940- 1941) değerinin tartışılmazlığını daha iyi kavrayabiliriz.  

Türkiyeli insanlar geriye dönüp baktıklarında edebiyatlarının böyle bir hikâye’ye sahip olmasından sonsuz onur duyumalıdırlar.

-alıntıdır-

kaynakça:

dr. m. hulüsi dosdoğru. kemal tahir. yaşamı ve yapıtları. tel yayınları: 28. inceleme dizisi: 7. Sayfa 111  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder