Buhranlarımızdan esinlenmeler ve Kemal Tahir’in batı çıkmazından kurtulmamız için önerdiği yol!. Bizde topyekun Batı kopyacılığına halkla birlikte karşı çıkış şüphesiz Kemal Tahir’den çok önce başlamıştır. Ama bu konuda elde doyurucu tek eleştiri Said Halim Paşanın (Buhranlarımız) adlı kitabıdır. Bizde bu yüzden Kemal Tahir’in Batı çıkmazının karşılaştırılmazlığı edemedik. Aşağıda ki satırlar Said Halim Paşanın (Buhranlarımız) adlı yapıtından esinlenerek kaleme alınmıştır.
Batıcılarımız insanların kanun nizam ve nizamlar için değil kanun ve nizamların insanlar için meydana getirildiğini hiçbir zaman anlamak istememişlerdir.
Bir Fransız’a: Fransa Devlet adamları komşunuz İngiltere’nin yasalarını ülkenizde uygulamaya kalksa durumunuz ne olur diye sorsanız? Fransa yok olur karşılığını alırsınız akıl için yol birdir.
Batı Anayasalarının eksik bir kopyası olan (Kanun-u Esasi)’miz memleketimizin siyasi ve sosyal durumunu inanç gelenek görenek ve psikolojisi ile asla bağdaşmamıştır.
Bu bağdaşmazlık ulusal varlığımız için en yıkıcı etken olmuştur. Toplumumuzun temel gelişim kurallarını bilmeyen ya da bilmek istemeyenler. Batıdan rastgele aktardıkları bir takım yasalarla toplum düzenimizi altüst etmişler.
Bu eski yapının yıkılmasını hızlandırmışlardır. Üstelik bu dipten doğruya yanlış ve çelişkili uygulamalar kendimize olan güveni sarstığı gibi başkalarının bize karşı beslemekte olduğu saygı ve bağlılığın da ortadan kaldırmıştır.
Kanun-u Esasi uçsuz bucaksız Arabistan çöllerine kadar uzanan Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlığa yüz yılımızın en ileri batı ülkelerinin çoğunda henüz bulunmayan ölçüde siyasal ve sosyal hak ve özgürlükler getirmiştir. Oysa bu topraklarda yaşayan çeşitli toplulukların çoğu ilkel bir toplum düzeyindedir.
Bunlar Dinsel Tinsel ve bedensel olarak Ağaların Şeyhlerin yönetimi altındadırlar eğer zorla uygulanan sınırsız özgürlükçü (Kanun-u Esasi)’mize göre yürütülen seçimlerle seçmenler istediklerini seçselerdi. Osmanlı Meclisi Ağalar, Şeyhler, din gediklileri ve çoğu beyliğe soyunmuş eşkıya eskilerinden kurulmuş olacaktır.
Elbet böyle bir mecliste halka asla sınırsız özgürlük tanımayacak tersine eskiden olanları da ortadan kaldırma yolunu tutacaktır.
Memleketin bağrına dururken bu kundağı sokanlar halkın göstereceği tepkiyi önceden hesapladıklarından ona adlarını sanlarını daha önce hiç duymadığı kendilerini ve çevrelerini seçtirmeyi başarmışlardır.
Böylece toplanan mecliste halkın istediği değil kendileri yer aldılar mantık ve teori bakımından ne kadar kusursuz olurlar sa olsunlar yaşam gerçeklerine ters düşen tüm kanun ve yasalar yıkıcı ve göçertici olmaktan kurtulamazlar.
Üstelik yerin de kullanılmayan böyle aşırı özgürlükçü kurallar giderek tersine dönüşüp sonunda parçalanmaya ön ayak olurlar.
Batıdan alınma (Kanun-u Esasi)’miz yalınız Osmanlı siyasal çıkarlarına aykırı düşmekle kalmayıp sosyal yapımızla da çelişmiştir.
Bilindiği üzere Osmanlı toplumunda (Burjuva) yoktur. Oysa (Kanun-u Esasi)’nin alındığı Batı toplumlarında (Burjuvazi) milletinin siyasal ve sosyal varlığında en aktif rolü oynayan sosyal sınıfın adıdır.
Aklı evvellerimiz Osmanlıda Burjuva sınıfının rolünü (Memurlar)’a yüklemişlerdir. Oysa (Memurlarımızın) Burjuvazinin tarihsel görev ve atılımlarını asla taşıyacak güç ve yapıda değildir.
Osmanlıda (Memur) sorumsuz ilgisiz lagar ve kişisel atılımlardan yoksundur, yıpranmış bir bürokrasinin gevşek çarklarında genel bütçeye gittikçe yük olmaktan başka hiçbir yaratıcı gücü yoktur.
Böyle bir zümrenin Batıda ki atılımcı girişimci Burjuvazi ve Aristokrasi artıklarının yerini alması düşünülemez.
Bu yüzden Batıda tıkır tıkır işleyen ve sosyal sınıflar arasında ki dengeyi sağlamaya yarayan (Kanun-u Esasi) bizde bölünüp parçalanmayı çabuklaştırmıştır.
Oysa batıcılar takımı tepeden uyguladıkları yabancı yasalarla sosyal yapımızın değişebileceği ham hayaline kapılmışlardır.
Öte yandan Osmanlıda monarşi Batıdan ayrı bir anlam taşır. Bizde toplum (Türk-İslam) inançlarına uyan özel kurallarla yürütüldüklerinden oldum olası Batı anlamında sömürü söz konusu değildir.
Batıda Devlet sosyal sınıflara dayanır, Osmanlıda ise Padişahta içinde herkes Devlete dayanır. Batıda tarih boyu yürütülen Din ve Mezhep boğuşmaları toptan baskılar ve engizisyonlar toplumları kana boyayıp dururken. Osmanlı egemenliğinde yaşayan Hristiyanlar mutluluk ve güvence içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Batıda aynı Din ve aynı milletten olmalarına rağmen bağlı bulundukları sosyal sınıflar nedeni ile insanlar birbirinden çok farklı yaşama şartları ile şartlandırılmışlardır. Bu yüzden oralarda ki sosyal sınıflar arasında az çok bir denge sağlayabilmek için emekleri ile geçinenler sürekli olarak üsttekilerle siyasal-sosyal-ekonomik alanlarda çekişirler. Batı da her özgürlük bir sosyal direnme ve savaş sonucu kazanılmıştır.
Bizde böyle keskin sosyal sınıflaşma olmadığından hak ve özgürlük savaşlarında görülmez, eğer bizim toplumumuzda da özgürlükler Batıda olduğu gibi bir gereksinme duyulsa idi. Bizler de onu elde etmek için canla başla çalışırdık özgürlük için hiçbir gereksinme duymayan bir topluma zorla özgürlük uygulamak eşyanın tabiatına aykırıdır.
Osmanlıda Devleti meydana getiren çeşitli dilleri konuşan başka başka gelenek ve görenekleri olan farklı dinlerde bir takım uluslar yüzyıllarca bir çatı altında barış ve güvence içinde yaşamışlardır.
Bu elbette salt yıldırma ve sindirme metotları ile olmamıştır. Dünyada ki, en kritik coğrafya bölgesinde Osmanlıların nasıl olup ta egemenliklerini sürdürebildiklerine Batı Uygarlığı hala akıl erdirememiştir.
Osmanlıda Devlet Batı Hristiyan toplumlarında olduğu gibi millet temeline değil federatif bir anlayışa dayanmaktadır. Bunda ana ve bağlayıcı unsur Türklerin Devlet kurma ve yönetme güçlerinin etkisi büyüktür.
Batı kopyacılığının şunu unutmamaları gerekir: Osmanlı Devlet düzeni bütünü ile ortaya serilip günün şartlarına göre yeniden ele alınırsa Batılılaşma kırımının bünyesinde yaptığı öldürücü etkiyi ortadan kaldırabilir! Bizi zorla yapımıza yabancı Batıya uydurmaya çalışanlar aslında kişiliğimizden uzaklaştırılmaya zorlamaktadırlar.
Bunu yaparlarken üzerinde toplumumuz tiksinti ve düşmanlığını çektiklerini gördüklerinden; ayrıca Padişahı da suçlanmasına uğradıklarından planlarını gerçekleştirebilmek için Batının yardımına sığınmaktadırlar.
Osmanlı düzenini içinden parçalayıp yutmayı öteden beri kendisine amaç bilen Batıda Jön-Türklerimize arka çıkmaktadırlar.
Bu boğuşma da meydana gelen toz dumandan göz gözü görmez olduğundan at izi, it izine karıştığından, asıl suçlular zaman zaman halka kendilerini birer kahraman gibi yutturmayı başarmaktadırlar.
Hiç akıldan çıkarmamalıyız ki; bir despotu tek başına tahtından alaşağı etmekle bir toplumu sürgit özgürlüğe kavuşturamayız. Burada asıl önemli olan despotluğun yeniden geri dönmesini sağlayan bütün kapıları kapatmaktadır.
Batının 1,000 yıl gibi Orta Çağı boylu boyunca dolduran korkunç bir (Derebeylik düzeni) yaşadığını ve bizim bu cendereden hiç bir zaman geçmemiş olduğumuzu hiç akıldan çıkartmamalıyız.
Osmanlıda toprak düzeni Batının Feodal yapısı ile karşılaştırıldığında temel ayrılıklar tümü ile ortaya çıkar.
Bu yüzden Batıda büsbütün başka koşullarda meydana gelmiş yasaları zorla Osmanlı toplumuna uygulamaya kalkışırsak sorunlarımızı çözümlemek şöyle dursun onları büsbütün kördüğüm etmiş oluruz.
Bilindiği gibi bir şeyi düzelterek onarmak yerine onu atıp ne düğü bellisiz bir başkasını almak; en azından onu yeni bir denemeden geçirmeyi gerektirir. Oysa insanlar kazanılması kendilerine çok büyük emeklere mal olmuş değerlerini har vurup harman savuramazlar.
Batı kopyacılarımız bu yolda taş atıp da kolları yorumladığınız dan mıdır nedir? Toplumsal değerlerimizi küçümserler halkı aşağı görürler ve bu konuda ki bilgisizlik ve görgüsüzlüklerini yabancı örneklerle örtmeye çalışırlar.
Bütün bu yanlışlıklar, yarı aydınlar kendini bilmemesi ve milletini toplumu tanımamasından doğmaktadır.
Bu gibilerin giderek düşünce ve duygu alanında toptan göç meydana gelir. İnsanı insan yapan bütün toplumsal değer yargılarından yoksul kalırlar. Kendi ulusuna içinden çıktığı öz halkına yabancılaşır.
Batıcılar çevre ve toplumlarını yok saya saya sonunda korkunç bir yalnızlığa düşerler, bu yabancılaşma üst yapıyı tümü ile sarar. Yazınımızda ve öteki sanat ve düşün alanlarımıza da yayılır. Böylece toplumumuz balığın baştan kokma hesabı üstten yozlaşır.
Oysa güzel sanatların bir değer taşıyabilmesi için önce bir yurdu ve ulusu olması gerekmektedir. Son hesaplaşma da Batıcıların düşüncelerinde sanatları da halksız ülkesiz yani temelsiz dayanaksızdır.
Batının teknik ve bilimsel ilerlemelerinden yararlanmak başka şey tüm kimliğinden sıyrılıp gözü kapalı batının kucağına atılmak (Dimyata pirince giderken evde ki bulgurdan olmak) başka şeydir.
Kişiliğini yitirmiş bir toplum köklerinden koparılmış bir bitkiye benzer, uluslar ulusal değerleriyle birlikte uygarlıktan silinirler.
Gelenek göreneklerimizde her toplum gibi zamanla bir gelişme olmaktadır. Ama bu kendiliğinden olma gelişme hiçbir zaman onların kökten sökülüp atılması anlamına gelmez, sosyal bunalımlarımız incelenirken bunları yaratan dış ve iç etkenler doğru olarak saptanmalıdır.
Batı kopyacılığı bu bunalımları sürekli olarak yaratırken iç ve dış etkenlerden yararlanmaktadır. Frenkleşme, İngilizleşme, Almanlaşma, Amerikanlaşma kılıfları altındaki yozlaşmalar aydınımızı öteden beri toplumun alıntısı safrası haline getirmektedir.
Bu kimliklerini yitirmiş okumuş ve yarı okumuşlar, zamanla Batı komisyoncusu; halkımız ise kişiliğini yıkan yabacı her akıma düşman kesilmiştir.
Böylece Batıcılar kendilerini (İlerici) ve karşıların da yer alan halka (Gerici) yaftası yapıştırmışlardır.(Dervişin kerameti kendinden menkul!) Hesabı bu gerçek dışı yakıştırmayı yapanlar, daha sonraları halkını hiçe sayarak, onun adına onun alanında dilediklerince at oynatmalara kadar işi vardırmışlar.
Meşrutiyet oyunu bu koşullar altında sürdürülmüş; 200 yıldan beri Batılılaşma yaftası altında uygulanılmaya çalışan bu (Batırma) çabası inatla uygulanmıştır. Said Halim Paşanın (Buhranlarımız) adlı yapıtından esinlenerek şu toplumsal öz eleştiriye bu günde ekleyecek fazla bir şey olduğunu sanmıyoruz.
Ancak üstadın unutturulmaya çalışılan bu önemli kitabında yer alan ve açmazdan kurtuluşumuzun salt İslamcılığa bağlayan önerileri kanımızca günün gerçeklerine pek uymamaktadır.
Not: (Benim kanımca Said Halim Paşanın önerisi bugünde en geçerli ve doğru olanıdır. İsmail Özomay.)
Said Halim Paşa bir yanda Batıdan bilim ve teknik ilerlemenin kişiliğimizden hiç bir ödün vermeden alınabileceğini ve bunun asla (Batılılaşma) olmadığını söylerken öte yandan bilim ve tekniğin ayrılmaz bir parçası daha doğrusu tasarı ve kavram dağarcığı sayılan (Maddecilik)’e karşı çıkması onun az önce belirtmeye çalıştığımız ve kendilerine de saplantı kertesine varan ümmetçilik inancından ileri gelmektedir.
Oysa Osmanlı İslamlığı yaşamı boyu bir siyasal araç ve gereç olarak kullanmış ve onunla yüz yıllarca Hristiyan bağnazlığını etkisiz duruma getirmiştir. Batının hala akıl erdiremediği Osmanlı İmparatorluğunu meydana getiren çeşitli toplumlar yüz yıllarca barış içinde bir arada yaşatma ögelerinden biri olarak kullanmıştır.
İSLAM DÜNYA GÖRÜŞÜ
Osmanlıda İslam görüşü modern anlayışa yakın bir dinsel hoşgörü ve esneklik taşır.
Batı etkisi ile (Halifelik) zorla Osmanlıya bıraktırılınca Orta-Doğu Arapsaçına dönüşmüş İslam Dünyası bir daha belini doğrultamamış üstelik eski kutsal topraklarını da yitirmiştir.
Kemal Tahir kendisinden önce Batı kopyacılarının toplumumuzu yozlaştıra yozlaştıra yok etmeye doğru sürüklediğini açıkça belirten Said Halim Paşadan çok daha ileri götürerek konuyu bir bataktan kurtarıp bir başka batağa atlamamak için yalın gerçekçi bilimsel metodu (Eytişimsel maddeciliği) uygulamıştır.
Kemal Tahir Batı batağından kurtuluş yolunun Osmanlıya iyi akıl erdirmek tarihimizi çok iyi öğrenmekten geçtiğini kesin olarak açıklamıştır.
Kemal Tahir Osmanlıda Türklükten ve İslamlıktan gelen etkilerin doğru değerlendirilmesi gerektiğine; Osmanlı toplum düzeninde doğunun Bizans’ın Selçukluların ne ölçüde katkısı olduğunu çok iyi saptamasına dikkati çekmiştir.
Böylece o ne Batıcıların toplum çıkarlarımıza ters düşen davranışlarını saklamak için (Kızıl Elma!) yutturmacasına ortaya atan Ziya Gökalp gibi savlarından İllusilara saplanmış; ne de Mehmet Akif gibi Ümmetçilik halucinati onlarına kapılmıştır.
Kemal Tahir Osmanlı toplum düzeni ve toprak düzenini incelemede A.T.Ü.T. (Asya Tipi Üretim Tarzı)’nı gözden geçirmeyi önermiştir, bu da eytişimsel maddeci görüşün ürünüdür.
Kemal Tahir toplum düzenimizi değerlendirirken bir bölük yeni Batıcının yaptığı gibi onu Anadolu tarihinin çok derinlerine çekip bağlamaya uğraşmanın konuyu dağıtıp ufalamaktan ve son hesapta yozlaştırmak tan başka bir sonuç sağlamayacağına değindi.
Yalın gerçekçi Kemal Tahir’in zamansız ölümü ile bıraktığı yerden beyni batının kültür emperyalizmi ürünleri ile yıkanmamış Türk aydınları konuya sarılmalı; bunu yaparken de hala pek çok yanı tümü ile aydınlanmamış olan Osmanlı toplum düzeni geçmişin tozlu rafların da kitaplık mahzenlerinde küflenilmeye terk edilen yazıt ve yapıtlarda ki çalışmalarla pareler olarak ta A.T.Ü.T konusunu işleyip geliştirmeli ve Osmanlılıktan bu yana Türk toplumunun soysal sınıflaşmasını ülkemiz çapında ki kentleşme ve iş gücü ihracı olaylarını doğru olarak saptamaya uğraşmalıdır.
Aslında bu elbet iğne ile kuyu kazma gibi ömür ve sabır isteyen çok çetin bir iştir ama boğazımıza dek saplandığımız Batı batağından başka kurtuluş yolumuz yoktur.
BİTİRİRKEN..!
“Atalar Senki Târizi Dırahtı Meyvadar Üzre!”
Kemal Tahir’in yalın gerçekçiliği bilimsel tarihsel ve toplumsal köklü incelemelere temci araştırmalara karşılaştırmalara dayanır.
Bu nedenle O; (Kızıl Elma ütopyacılığına) da; (Ümmetçilik varsayımına) da; Batı uygarlığı kaynağı Anadolu potasından çıkartıyla ve böylece bize göbeğimizden Batıya bağlamaya yeltenenlerde; (Batılılaşma) batağında debelenen toplumumuzu tüm kişiliğinden ayırıp yukarıdan uygulama ve dipçik zoruyla Osmanlı kalıntısından yerli Burjuva üretmeye zorlayanların tabûlaşdırılmalarına da; Temel yapımızı inceleyip öğrenme gereği duymadan klasik Marksçı şemaya olduğu gibi uygulamaya özenenlere de karşıdır.
Kemal Tahir’e diş bileyenler yapıtları ile ortaya koyduğu, günümüzde ki ört-bas edilmiş ve halada gizlenmeye çalışılan gerçeklerimize bilimsel açıdan engel olamadıklarından başın dan beri ona karşı kaçak düğüşü jurnalciliği kara çalma yolunu seçmişlerdir.
Oysa Kemal Tahir toplumumuzun yaşayabilmesi için her şeyden önce yıkılırken bizi de çökerten Osmanlı toplum düzeninin temel yapısını bütün ayrıntıları ile meydana çıkartmamızın ve bu dev yıkıntının altından doğal ve gerçek kimliğine bürünüp tam bilinçlenerek kalkmamızın şart olduğunu yaşam boyu belirtmiş ve bu alanda kendisine düşeni yapmıştır.
O; sağdan soldan ortadan çeşitli ambalajlar içinde (Hasta adam) yutturulan Batı afyonunun onu uyuştura uyuştura zehirlediğini belgelerle aydınlatmış toplumumuzun ve öldürücü komadan tek kurtulma yolunun kendimizi tanımak toplum yapımızın özelliklerini doğru saptamak olduğunu göstermiştir.
Bunun için Osmanlıdan kalma bütün el yazması taş basması eski yapıt ve yapıtların elden geçirilip yeni baştan değerlendirilmesi tüm kitaplıkların ve kitap mahzenlerinin taranması boyna yabacı ülkelere ana kültür kaynaklarımızın izlenip meydana çıkartılması ile sağlanabileceği ortadadır.
Kemal Tahir toplumumuzun tam olarak kişiliğine kavuşması için ilgili bütün kayıtların gözden geçirilmesi gerektiğini ve herkesin kendi uğraş alanına giren toplumsal konumuza eğilip ilgilenmesini sağlık vermektedir.
O her zaman eşkıya karşısında Devleti, kargaşa dönemlerinde yasaları, zorba bunalımların da özgürlüğü savunmuştur.
Kemal Tahir’in geçmişimizi doğru olarak saptamamız gerektiğinde ne kadar diretmesi düşmanlarının onun için uydurdukları geriye dönüş özleminden değil tam tersine ileri atılımlarımızı gerçekleştire bilmemiz içindir.
Kemal Tahir romanlarında Batı kopyacılığının toplumum nasıl yozlaştırdığını ve temel yapımızı ne denli dinamitleyip insanımızın kimliğinden uzaklaştırdığını önümüze sermiş bunu yaparken de (Jön Türkleri) ne kadar eleştirmiş ise onlara izleyip (İttihat ve Terakkiyi) ve daha sonrakileri aynı objektif eleştiri süzgecinden geçirmiştir.
Onun yürürlükte ki tabulaştırılan tez’e karşı çıkmasını kimleri (Anti-tez) olduğu ortadadır.
İşte Kemal Tahir (Osmanlılık) (Antitez)’ini son hesaplaşmada Batı ile el birliği ederek yıkan (Batılılaşma batağından) kurtuluşu sağlayacak formülü ortaya atarak (Senteze) varma yolunu açmıştır.
Tahir yapıtlarında geçen kimi deyimi sanki kendi bulup yakıştırmış gibi Sarı paşayı kullandı diye suçlamaya kalkışanlar.
Ve bu deyimi “Küçültücü” bulanlar aslında yürürlükte ki (Uygulama) üzerinde hiç ağız açtırmamak kalem oynattırmak istemeyenlerdir.
Oysa Dünya da her düşünce ve uygulama hele üzerinden yıllarda geçtikten sonra elbet eleştirilir ve eleştirmek gerekir, üstelik “Sarı paşa” yakıştırması Kemal Tahir’in kendi buluşu değil kağıt üzerine “Milletin efendisi” olarak geçirilen köylünün malıdır.
Bence Kemal Tahir’in asıl büyüklüğü ve önemli yapıtları ile gerçeklerimizi dile getirerek bilimsel açıdan eleştiri ve öz eleştiri ortamı açmış olmasındandır.
Bilindiği üzere hangi konunda olursa olsun eleştiri ve öz eleştiri açılması ne kadar geciktirilirse yanlışlar ve sapmalar o ölçüde büyük olur bütünü ile inançlara dayandığı kutsal kitaplarda belirtilen kalıplaştırılmış din kuralları bile insan aklı ve mantığının eleştirisinden kurtulamamıştır.
Günümüzde bir düşünce ya da eylemin ayakta kalabilmesi onun her tür eleştiriye dayanıklılığı ile ölçülmektedir.
Bu güne dek yürürlükte ki (Uygulamanın) savunucusu görünen ler aslında onu temel amaçlarına (Atlama taşı) olarak kullanmaya çalışmışlar ve bunun dolaylı olarak engellediği için Kemal Tahir adını sanki ellerinden gelirmiş gibi karalamaya unutturmaya çabalamışlardır.
Bütün bunların yanı sıra Kemal Tahir’in yazınımızda ki artistik yaratıcılığı yazı diline kattığı kendine özgü eda çeşni ve üslup bu romancılık alanlarında ki kurgu ustalığı üzerinde sanat ve dilimiz açısından ne kadar çok durulup incelense azdır.
Kemal Tahir romanı toplum yapısının özelliklerine göre işleyerek dramlıktan yer yer toplumsal dramlığa dönüştürmüş ve böylece gerçek bir romanının yaratılmasına ön ayak olmuştur.
Kendilerini her tür ön yargılardan kurtarabilmiş tarafsız eleştiricilerimiz bu nokta üzerinde önemle durmaları gerekmektedir.
Kemal Tahir’in memleket sorunlarımızı tarihsel perspektifi içinde derilemesine incelerken uyguladığı yol kuşkusuz yalın gerçekçi eytişimsel maddeci metotdur.
(Romanın) ve (Eytişimsel maddeci metodun) Batı malı oluşunu ileri sürerek Kemal Tahir’i (Batı) kaşığı ile (Osmanlı) aşı kaşıklamakla suçlayanlar aslında bilerek demagoji yapmaktadırlar.
Çünkü kimliğinden tüm soyun durulmak istenerek toplumumuzun toptan (Batı kopyacılığı)’na itilmesi başka şey; artık uygarlığın ortak malı olmuş teknik ilerleme bilimsel metot ve yazıt türlerinden yararlanarak onları kendi toplum koşullarımızı göz önünde tutanak kullanmak başka şeydir.
Bu sonuncusu tarihin en eski dönemlerinden bu yana yaşamış bütün toplumlarca sakıncasız uygulana gelmektedir.
Kemal Tahir el ağız ve kalem birliği ederek (Kurulu düzen) adını verdikleri içinde debelenip durduğumuz (Batı çıkmazına) karşı konulmaz kesin belgelerle yapıtlarında noktaladığı için ona yönelik saldırılar çeşitli yönlerden ve türlü kılık ve kimliklere büründürülerek sürdürülmüştür.
Kimileri; Onun (Gerçek) canlı değişken bir kez elde edilince sürgit sahip olunamayan sürekli kontak kurabildikleri için boyna savaşılması gereken diyalektik bir kavram olarak tanımlamasını bile bile yanlış yorumlayarak onu?
Düşün doğrultusunda hep zikzaklar yapan daha önce çıkarttığı bir sonucu bir süre sonra yanılmışım diyerek değiştiren; yaşamı boyu yaptığı yalpalamaların bir noktasında düşüncesi ne katılanları bir başka noktasında karşısına alan ve bütün bu (Paradokslara) Romanına araç-gereç olarak kullanan düşünür, romancı değil yazacağı romanı düşünen biri yanılmışım diyerek değiştiren; yaşamı boyu yaptığı yalpalamaların bir noktasında düşüncesine katılanları bir başka noktasında karşısına alan ve bütün bu (Paradokslara) roman gibi niteleyerek küçümsemeye kalkışmışlardır.
Bu gibilerin Kemal Tahir’in zaman akımı içinde diyalektiğe uygun olarak durmadan kendini yenilemesini görmezlikten gelerek yadırgayanlar diyalektiği kendi donmuş kalıplaşmış havsalalarına sığdırma yanlardır.
Onların bir yerde onu kendilerinden sayarken daha sonra karşılarında görüp şaşkınlığa uğramaları doğaldır. Çünkü bu gibiler onun bulunduğu noktaya ulaştıklarında o çoktan orayı aşmış olacaktır.
Ama bu asla Kemal Tahir ana düşün doğrultusun da her esen yele göre yol değiştirip sapmalara ve yalpalamalara kalkışır; karşıtı olduğu yürürlükte ki uygulama gibi her tür ideolojiye ödün verir anlamına gelmez.
Kemal Tahir’in başından beri izlediği toplum yapımızı temelin de ele alan yalın gerçekçi görüşü yön ve biçim değişikliklerine asla yer vermeyen yolu izi yönü yöntemi belli açık-seçik ortadadır. Saldırılarda ona düşündüğü ve yazarlığı çok görecek kadar arşını endazeyi kaçıranlar olmuştur.
Ölümünden sonra bunlar (Romanın) hem burjuva hem Hristiyan toplumların yazın ürünü oluşunu parmaklarına dolayarak bizde Batı anlamında ne Burjuva ne Hristiyanlık bulunmadığına göre gerçek romanda yazılamayacağını ileri sürmüşler; ama yazdıkları daha mürekkebi bile kurumadan belki atavik bir kızgınlık nedeni ile yine Kemal Tahir için kaleme aldıkları bir başka saldırı yazısında diyalektik maddeciliğin “Ana çelişki ve ikinci çelişkiler” kuralından yararlanmaktan kendileri için bir sakınca görmemişlerdir.
Bu kişiler Kemal Tahir’i romancılıktan silmeye yeltenirken toplum yapımıza Marxisme (Ana çelişki) kuralını hemde en gelişmiş batı toplumuna uygulandığı gibi ele alabilmektedirler.
Marksçılığı demagojilerine araç diye kullananlar en kesin karlılığı yine Kemal Tahir’den aldılar. Kemal Tahir’e yapılan saldırıların bir bölümü de onun tarihi saptırdığı değiştirdiği yolunda ki suçlamalardır.
Oysa gerçekten o suçluluğun telaşı içinde bulunanların ve onların dümen suyunda yüzenlerin yalanlarını yüzlerine çarpmaktan tersine çevirdikleri toplumsal gerçeklerimizi düzeltmekten bize yitik kimliğimize kavuşturma olanaklarını sağlamaktan başka bir şey yapmamıştır.
Yapıtların da sürekli olarak hasır altı edilip yok sayılmış temel yeteneklerimizi çekirdeğinde ki silinmeye çalışılan doğruluğumuzu belgelerle yeniden gün ışığına çıkarmıştır.
Kemal Tahir kültürsüz roman yazılamayacağını; yazın türlerinin en çetini en çok bilgi yetenek ve ön çalışma isteyeni olan romanın toplumla içli dışlı olmadan konuyu geçmişin ve günün koşulları içinde incelemeden ele alınamayacağını her fırsatta belirtmiştir.
Bu konuya (Beş romancı romanı tartışıyor!)’da (Türk romanı açık oturumun)’da ve roman üzerinde yaptığı çeşitli konuşmalarında ve verdiği konferanslar da enine boyuna değinmiştir.
Bütün araç ve gerecin gözlemlere dayalı sığ gelgeç röportaj romancılığının gerçek romancılık olmadığını her fırsatta açıkladığı için işin kopyasına kaçarak gününü gün etmeye bakanların toptan karşısına almıştır.
Onun her satırı yorumcu bir inceleme ve çalışma ürünü olan yoğun yapıtları ile bu yalın kat romanlar karşılaştırıldığında Kemal Tahir’in ne kadar haklı olduğu görülmektedir.
Kimileri sanki disiplin ve planlı çalışma salt batının batı insanının patentinde immişcesine Kemal Tahir’in kendini bütünü ile işine adamasını ömür boyu planlı ve programlı yoğun çalışmasını (Batılı!) olarak nitelemek istemişlerdir. Kemal Tahir’in iyi niyetle de olsa böyle bir yakıştırma kavram kargaşalığına itelemekten başka bir sonuç vermez.
Kemal Tahir’den gençliğinden toplumcu düşünce yazı ve davranışlarından ötürü pirelenerek bir punduna getirip onu yıllar yılı zindanlarda yatıranlar bu çağ ve insanlık dışı işlemlerini yaldızlamak için onun yetiştirip gelişmesinde mahpusluğun Üniversite yerine geçtiğini ileri sürecek kadar demagojilerini varsaymışlardır.
Çağına yön veren büyük düşün ve sanatçıların zindanda bile bilgi ve görgülerini geliştirme yeteneğinde bulunmaları aslında zindanların birer öğretim yuvası sayılmasını gerektirmez tam tersine tutukluluk hangi koşulda olursa olsun insan için yeri hiçbir şey ile doldurulmaz bir boşluk bir kayıptır, yani bütün yazarlar zindanda yattıkları için büyük yazar olmuş değillerdir.
Toplumlarında çağlarına yön verdikleri ve bu yön verişlerin musluk başlarındakilerin işlerine gelmediği için zindanları boylamışlardır.
Kemal Tahir’in haksız yere Anadolu zindanların da tüketilin gençlik yılları daha sonra ki yaşamında bir çokları gibi üzerinde durulması ondan övünç payı çıkartmaya kalkışma ması uzun tutukluluk yıllarında her tür yoksulluğa sıkıntıya göğüs gererek kimseden yardım istememesi karakterinin sağlamlık belgesidir.
Dostoyevskinin Sibirya sürgünlüğü yıllarında kendisini suçlayanlara mektuplar yağdırarak yardım dilemesine düşünülürse Kemal Tahir’in karakter yapısı hakkında daha kesin bir yargıya varılır.
Kısacası Kemal Tahir, her tür dogmacılığa ütopyacılığa ikiyüz yıldan uzun bir süreden beri türlü kılıklara girerek toptan (Batı kopyacılığı)’na göz göre göre toplumumuzu batırdığı için karşı çıkmaktadır.
Üstelik o bu önerisinde yalnızda değildir, aynı (Batı çıkmazı)’na düşmüş ya da düşürülmüş birçok toplumun kalbur üstü düşünür ve yazarları başta gelmiş geçmiş dünya romancılığının en büyük ustalarından biri olan Dostoyevski’de bulunmak üzere bu düşüncededir.
Kemal Tahir günümüzü ve gelecekte ki kuşaklarımızca toplum kalkınmamıza ve uygarlık düzeyine ulaşabilmemiz için başvurulacak en sağlıklı düşün kaynağımızdır.
Kemal Tahir’in drama düşmüş insanı ve toplumu vermekte ki ustalığı üzerinde bugüne dek çok durulmuş ise de yine de yeterince durulduğu söylenemez onda ki toplumsal eleştiri ve yergi gücü hemen bütün yapıtlarında pırıldamaktadır.
Yedi Çınar Yaylasında ki Kara Abuzer takımının kurtlu öküz başını kaynatıp yemeleri, anadan doğma kirlerini hamamda akıtmaları; (Köyün Kamburun)’da ki Çalık Kerim’in çevirdiği dolaplar, (Rahmet yolları kesti)’de ki Zebun eşkıyaların perişan yaşantıları. Göl İnsanlarının ikinci baskısında yer alan (Kondurma siyaset) adındaki alegorik hikaye, Kemal Tahir’in sosyal yergide sınır tanımaz gücünü ortaya koymaktadır
Rejisör Halit Refiğ’in Kemal Tahir için kaleme aldığı bir kaç yazısında ve konuşmasın da değindiği (Don Kişot-Şanso) ikileminin yazarın çoğu romanın da başka koşullar altında ele alınıp işlenişi onun sosyal yergi ustalığını kanıtlamaktadır. Orta Anadolu halk ağzında yer alan benzetme ve yakıştırma zenginliğini Osmanlı düz yazı ustalarının çeşnisine katarak tadına doyum olmaz bir anlatılan yaratan Kemal Tahir’in dili üzerinde de ayrıca durulmalıdır.
Ölümsüz Kemal Tahir’e akıl ve gönül dolusu saygı ve sevgiler.
Kaynakça: Batı Aldatmacılığı ve Putlara karşı Kemal Tahir. Hulusi Dosdoğru. tel yayınları: 28. inceleme dizisi: 7
ŞEYH BEDREDDİN
Yaşamı hakkında bilinenler büyük oranda torunu Hafız Halil’in yazdığı Menakıpnameye dayanır.
Şeyh Bedreddin’in atası olan Abdül Aziz Osmanlı beyliğinin Rumeli fethine katılmış ve Dimetoka da yapılan savaşta hayatını kaybetmiştir.
Franz Babingere göre 11. İzzetdin Keykavus’un kardeşi Abdül Azizin Musevi asıllı hanımından olan İsrail adında ki oğlu Dimetoka kalesi Rum beyinin kızı olan Melek hatun ile evlenmiş ve bu evlilikten Şeyh Bedreddin doğmuştur.
Şeyh Bedreddin Edirne yakınlarında ve Karaağaç ile Dimetoka arasında kalan Samona kalesi de doğduğundan Simavna Kadısı oğlu diye tanınmış daha sonradan yakıştırma sonucu yanlışlık la Kütahya’nın Simav yerleşimiyle ilişkilendirilerek Bedreddin Simavi denilmiştir.
Şeyh Bedreddin eğitim çağına gelince Bursa’ya gelerek ders arkadaşı Bursalı Kadızade Rumi diye bilinen Musa (Meşhur matematikçi ve astrolog) ile birlikte onun babası Bursa kadısı Koca Mahmud efendiden daha sonrada Konya’da Allame Feyzullah’dan ders almıştır.
Buradan sonra ilk olarak Suriye’ye sonrasında Kahire’ye gitmiştir.
Burada Mübarek Şah mantıkiden ilahiyat felsefe ve mantık okuyarak yüksek eğitimini tamamlamış ve bu arada Kahire’de inziva halinde yaşayan Hüseyin Ahlatinden de tasavvuf okumuştur.
Onun emriyle Tebriz’e ve sonrasında Kazvine giderek batıni inancını öğrenerek Kahire’ye dönmüştür.
Şeyh Bedreddin Memluk Sultanı Berkulun saygı gösterdiği Hüseyin Ahlatinin tavsiyesiyle Sultanın oğlu Ferecnin hocalığına tayin edilmiş ve burada bulunduğu sırada fıkıh eserlerini yazmaya başlamış ve 1397 de Şeyhinin ölmesi üzerine onun yerine Şeyh olduktan bir süre sonra Anadolu’ya dönmüştür.
Anadolu’ya geldiği zaman yerleşimleri dolaşarak tasavvufunu yaymaya başlamıştır.
Şeyh Bedreddin önce Karaman ve Germiyan beyliklerinin topraklarına gider, gittiği yerlerde tanınmaktadır.
Buradan Menderes vadisi boyunca ilerleyerek Aydın’a gelir.
Menakıpnameye göre yolu üzerinde ki Nizar köyünde en önemli müritlerinden Börklüce Mustafa ile tanışır.
Daha sonra Tire üzerinden İzmir’e geçer Menakıpnamede İzmir’den Hristiyan nüfuslu Ceneviz Hakimiyetindeki Sakız adasına geçtiği anlatılır.
Kütahya ve Domaniç üzerinden Bursa’ya yaptığı yolculuğu sırasında Sürme köyünde diğer önemli müridi Torlak Kemal ile tanışır.
Rumeli’ye geçerek Edirne’ye yerleşen Şeyh Bedreddin burada kendisini ziyarete gelenlerle görüşerek faaliyetlerini genişletmiştir.
Şeyh Bedreddin’in bu faaliyetleri Osmanlı devletinin parçalanıp Şehzadelerin birbirleriyle mücadele ettiği döneme denk gelmiştir.
İlim ve Erdemi etrafta duyulmuş ve Edirne’de hükümdarlığını ilan etmiş olan Musa Çelebi tarafından 1411. Yılında kazasker tayin edilmiştir.
Çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebi karşısında galip gelip 1413. yılında hükümdar olunca Şeyh Bedreddin kazaskerlik görevinden alınmış ilim ve erdemine saygı duyulduğundan maaş bağlanarak İznik’e oturtulmuştur.
Şeyh Bedreddin eski müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemalin faaliyetlerini ayrı ayrı yerlerde (Aydın ve Manisa) arttırdıklarını duyunca Hacca gitmek bahanesiyle çocuklarını bırakarak önce Kastamonu’ya oradan da Sinop’a geçmiştir.
1416. Yılının yaz aylarında maiyeti ile birlikte Kırım’a geçmek üzere gemiyle Sinop limanından ayrılmış ancak aynı sıralarda o bölgede Trabzon İmparatorluğu ve Ceneviz donanmaları arasında ki mevcut savaş hali nedeniyle oraya ulaşamamıştır.
Bunun üzerine mecburen rotasını Karadeniz’in batı sahillerine çevirmiş ve Eflak Voyvodasına sığınmıştır.
Daha sonra Eflak’tan ayrılıp Osmanlı topraklarına geçmiş ve Silistiren Dobranca tarafların da görüşlerini yayarak çok sayıda taraftar kazandıktan sonra ayaklanmanın merkezi olarak Deli Ormanı seçmiştir.
Şeyh Bedreddin üç ayrı yerde birden müritleriyle birlikte ayaklanma başlatmıştır.
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının bastırılması sonucu Şeyh Bedreddin ve yanındakilerin moralleri bozulmuş ve Şeyhin etrafındakilerin bir kısmı dağılmıştır.
Küçük bir çarpışmadan sonra ele geçirilen Şeyh Bedreddin Padişahın bulunduğu Serez’e gönderilmiş ve burada yargılanarak 1420 yılında Serez de idam edilmiştir.
Kemikleri 1961 de Divan yolunda ki 11. Mahmut Türbesi Hazinesine defnedilmiştir.
ŞEYH BEDREDDİN İSYANI
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal kazaskerliği sırasında kethüda olarak yanına aldığı Börklüce Mustafa Bedreddin’in sürgüne gitmesiyle beraber Aydına döner burada Osmanlı idaresinden memnun olmayan köylüleri ve yoksul dervişleri etrafına toplayarak isyan eder.
İsyanın merkezi Karaburun yarımadasıdır, isyancıların sayısını Bizanslı tarihçi Dukas 6.000 Osmanlı tarihçilerinden Şükrullah Bin Şehabettin 4.000 İdris-i Bitlisi ise 10.000 olarak verir.
İsyanı bastırmak üzere harekete geçen Saruhan beyinin ordusu bozguna uğrar bunun üzerine Sultan Çelebi Mehmet (1. Mehmet) oğlu Murat ile veziri Beyazıt Paşayı bölgeye yollar isyan bastırılır isyancılar Börklüce Mustafa’nın gözü önünde kılıçtan geçirilir.
Börklüce Mustafa ise bir deve üzerinde çarmıha gerilerek öldürülür ve şehirde dolaştırılır.
Börklüce isyanıyla muhtemelen aynı zamanlarda Manisa civarında Torlak Kemal liderliğin de bir isyan daha patlar daha küçük olan bu isyanda şiddetle bastırılır ve isyancılar öldürülür.
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının Bedreddin’in onayıyla gerçekleşip gerçekleşmediği belirsizdir.
Ancak bu kişilerin Bedreddin’in müritleri olduğu konusunda tüm kaynaklar hem fikirdir.
Bedreddin gizlice Sinop limanından Rumeli’ye kaçar ve Deli orman bölgesinde Alevi Türkmenlerin yoğun yaşadığı bölgelerde ki propaganda faaliyetleri yürütür.
Üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetleri isyanı bastırır ve Şeyh Bedreddin yakalanarak Serez’e Padişah 1. Mehmet’in huzuruna getirilir.
Mehmet Şeyh Bedreddin’in idamını infaz etmeden önce ulemaya danışır ve fetva ister.
Şeyhülislam ve beraberindekilerin kararı idam olmuştur.
Şeyh Bedreddin 1420’de Serez çarşısında idam edilmiştir.
MUTASAVVIFLIĞI
Vahidi Vücud Niyazi Mısri ve Muhammed Nurül Arabi İslam tasavvufu Vahdet-i vücut okuluna mensup diğer mutasavvıfların etrafında ki tartışmaların bir benzeri Şeyh Bedreddin içinde yapılmıştır.
Kimileri kendisini batıl olarak kimileri de büyük bir sufi olarak görmüş hatta eseri Varidata şerhler yazmışlardır.
Mutasavvıflardan Sofyalı bali efendi Aziz Mahmud Hüdayi efendi ilk görüşe sahip olanlardır.
Ancak mutasavvıf ve şair Niyazi mısri ve son devrin melami Şeyhlerinden Seyyid Muhammed Nür’ül Arabi ikinciler arasında yer almışlardır.
https://tr.wikipedia. org/wiki/%c5%9 eeyh _bedreddin
ŞEYH BEDREDDİN
Şeyh Bedreddin hareketi Dünya İmparatorluğu ve bu İmparatorluğun tarihsel misyonu görememekten gelen bir küçük çıkar hareketidir.
Tarihinde ki olaylarına yanlış olarak bağlanmak istenmiştir. İmkansız olduğu içinde başarısızlığa saplanmıştır.
Böyle bir hareket yeniden küçük beyliklere bölünmek, hatta vakıf tekkelerin çorba kazanlarıyla Ahi örgütlerinin boğazı tokluğuna çıraklığı-kalfalığı çevresine sığdıracak kadar küçülme yönelimidir.
Burada bu değer eştirme Bedreddin takımına karşı gösterilecek en büyük acımadır.
Yoksa biraz insafsız bir araştırmacı Bedreddin’i de kolayca Timur’un ihanet çirkefi çukuruna sokar bunda pek büyük hatada etmiş olmaz.
Ayrıca Timur’un topladığı güce sahip bulunmadığı için Şeyhin yarı divane, yarı aptal idraksizliğini de belirlemiş olurdu.
Bedreddin hareketi, en hafif anlamıyla yıkılışın umutsuzluğun dan gelen çeşitli ihanetleri, sersemlikleri, hesapsızlıkları, saçmalıkları 1923’ten sonra çok gördük halada görmekteyiz-.
ŞEYH BAHATTİN'İN GAİLESİ
Kurban Bayramının ilk günü Sultan Mehmet Çelebinizde katıldığı büyük bir cemaatle Bayram namazını kıldıktan sonra bütün Alimler, Şeyhler, Dervişler ve Devlet büyüklerini ile kumandanlar akın akın gelerek sarayda toplamışlar, Padişaha, tazimatla tebriklerini arz edenlere ayrı ayrı küçük testilerle zemzem suları çıkınlarla Mekke hurmaları dağıtılıyordu.
Hicaza ilk defa süre götüren heyetin getirdiği bu kıymetli hediyeler makbule geçmiştir güzel sesli hafızların okudukları ilahiler ortasında dualar ederek hediyelerini alanlar birer iki şer çekilip gittikten sonra? Vezir-i azam Bayezit Paşa ile baş başa kalan Padişah üzüntüsünü belirten tavırla konuşmaya başlamıştı: Mübarek bayramı bize zehir mi etmek isterler mel'unlar? Vakıa nice zamandır bir şeyler yapmak niyetlerinde olduklarını belirten hallerini sezmiyor değildik amma bu derece ileri gidip devlete karşı koymak cür'etinde bulunacakları akla gelebilir miydi? Kaç kişilermiş hele anlat bakalım paşa olanı bitenleri iyice anlat!
Sabaha karşı İzmir’den gelen sainin verdiği haberlere göre işin başı Dede Sultanmış.
Şuna dede deme bu ad gayri ona yakışmaz asıl adını söyle Börklüce Mustafa.
Evet, padişahım Börklüce Mustafa peşine taktığı çoğu müritlerinden mürekkep beş bin kişilik bir kuvvetle Karaburun’da isyan etmiştir.
Yanına katmaya muvaffak olduğu kimseler arasında Sisam adası Hristiyan reisi ile bir sürü kafir ve Yahudiler de var, maksatları malum kuvvetlerini arttırıp sağı solu talanla buralara kadar yürümek.
Tabii şimdi ki, halde bu maksatlarını açıklamıyor sadece büyük Şeyhlerinin akidesini yayıp her tarafa kabul ettirmek gayesi peşinden koştuklarını söylüyorlarmış.
Büyük Şeyhleri evet malum Simavenli Bedreddin Mahmut bilirsin ben bu adamdan ne zamandır, şüphe ederdim.
İlim ve fazlına zeka ve kabiliyetine bir diyecek olmamakla beraber kafasına koyup da yapmak istediği fikirlerin ne kadar tehlikeli olduğunu sezerek onu daima nezaret altında bulundurmuşum boşuna değildir.
Ne ister bu adam: İşte kitapları meydanda bilhassa (Lataif-ül İrşat) ile bunun şerhi olan (Tahlil), (Fıkıh), (Cami-al Fusulayn) ve tasavvufa ait (Varidat).
Hepsini dikkatle okudum muhakkak ki derin bilgi mahsulü eserler bu bakımdan bu Şeyhe İslam aleminin en büyük alimidir denebilir Tasavvuf ve Fıkıhta gerçekten bir üstadı olduğu şüphesiz.
Esasen, ilk tahsili de çok kuvvetli yakınlarından duymuştum ilk tahsilini Konya ve Bursa medreselerinde yaptıktan sonra Şam ve Kahirenin en büyük alimlerinden yıllarca ders almıştır.
Meşhur Şeyh Hüseyin’den de uzun zaman tasavvuf okumuştur.
Bir hocasının tavassutu ile gittiği Tebriz’de, Timur’un ülema arasında yaptığı ilmi münazaralara da katılarak daima temayüz etmiştir.
Bunların hepsi güzel iftihar edilecek şeyler amma bu ilim zekayı kötüye kullanmak olmasa bu derece allame-i kül olan bir Şeyhin memlekete hayırlı olacak yerde efkarı bulandırarak şerre alet olması yazık değil mi? Fakat gel de bunu kendisine anlat bunca ilm-ü irfanına rağmen kafasında ki sabit fikri silip memleket yararına hareket edebilmesi imkanı yok kendi havasında bir acayip tarikat tutturmuştur gidiyor.
Yok, madde alemi mahluk değilmiş de ezeli ve ebedi imiş yok, ilahi iradenin bir nesnenin istidatlına olanı Allah’ın dileği demekmiş ve Allah dilediğini yapar.
Fakat istidatta olanı dilermiş ben diyeyim malum akidelerimize taban tabana zıt bir takım fikirler.
Mesela ahiret ve kıyamet telakkileri de bizim inandığımız İslami esaslara katiyen uymaz.
Ona bakarsan beka yoktur ve fenadan sonra beden cüzlerinin yeniden bir araya gelmesi mümkün değilmiş.
Cennet ve Cehennem de dünyamızda ki iyi ve kötü hareketlerin ruhlarda ki acı veya tatlı tezahürlerinden ibaretmiş.
Hakka doğru götüren her şey melek aksine sürükleyen damarlarımızda ki şehvani kuvvet Bedreddin’in inanarak yazdığı fikir ve kanaatler kısaca işte bunlar, peki İslamiyet nerede kaldı?
Dahası var: Müslümanlık, Hristiyanlık, Musevilik arasında ki farklar kalkmalı imiş herkesin nesi var nesi yok ortaya koyup mal mülk toprak eşitçe taksim edilmeli imiş.
Kitapların birinde insanlar cahiliyet devrinde müşahhas Putlara taparlardı, zamanımızda ise mevhum putlara tapıyorlar.
Umulur ki Allah hakkı ihzar ederde kendisine inananlar gereği gibi kullukta bulunurlar der.
Bu ne demektir, Şeyhin kerameti kendinden menkuldür, dedikleri gibi bu Şeyh Bedreddin’i de bu sözleri ile halkın mevhum putlardan yüz çevirerek kendisine teveccüh etmesini istiyor demek değil midir?
Esasen bütün gayreti bu noktada tekasüf etmektir: Hakka yakınlık mertebesine ulaştığını ve gaipten alacağı emir ve işaretle hareket edeceğine herkesi inandırıp etrafına toplamak.
İşte bütün maksadı gayesi bu kendisine beşer üstü bir kudret ve kuvvet var olduğuna alemi inandırıp peşine taktıktan sonra ülkelere hakim olmak.
Yazık ki, Şeyhin bu tuzağına düşenler az değil, hele İslam’ın haram saydığı Şeyhlerin helal kılacağını söyleyerek saz ve şaraba izin vermesi ve insanlar arasında her şeyin müşterek ve mubah olduğunu ileri sürmesi birçoklarını kendisine kul ve köle etmesine kafi geliyor.
Bu şekilde kendisine bağlananların büyük kısmı da esasen Batıni fikirlerde olan Alevilerin Rumelinde ki merkezi haline gelen (Deli orman)’la pek sıkı temastadır.
Evet, Padişahım lakin daima gözaltındadır.
Ne kadar gözaltında bulunursa rahat durmaz, ne yapar yapar sinsi sinsi çalışmasına devam eder.
Deli ormanda ki Alevilerin çoğu onun kerametine inanmıştır.
Bu adamın fikirlerini yayma kudretine diyecek yoktur bulaşıcıdır.
Baksana kendi nerede Börklüce Mustafa nerede? Şeyhi Rumeli’nin ta bilmem neresin de otururken müridi, Anadolu’nun Akdeniz kıyısında Karaburunda peşine taktığı binlerce taraftarı kazan kaldırıyor.
Dedim ya Şeyhin ne derece tehlikeli bir insan olduğunu bildiğim halde fikirlerini bu derece kolaylıkla bu kadar geniş sahalara yayabileceğini tahmin etmezdim itiraf etmek lazımdır ki gafil avlandık.
Bu derece kuvvet ve kudret iktisap edeceğini nasıl tahmin edebilirdik Padişahım? Doğru doğru amma tahmin edememiş olmamız bir mazeret teşkil etmez tahmin etmeniz lazımdır.
Bu sözümden sen alınma gaflet bende oldu senin bu işte hiç bir kusurun yok?
Musa Çelebiyi ortadan kaldırdığımız zaman onun Kadıaskeri bulunan Şeyh Bedreddin günün birinde başımıza böyle bir gaile açması ihtimalini düşünerek Kadı askerlik mevkiinde bırakmadıktan başka ailesiyle beraber İznik’e gönderip göz hapsinde tutmak basiretini gösterdiğim halde bunu devam ettirmeyip bir müddet sonra oradan bir yolunu takip ettirmeyeyim gaflet değildir de nedir?
Hatta kethüdası olan Börklüce Mustafayı aynı zamanda yaman bir müridi de olduğunu bildiğim halde hiç ehemmiyet vermeyerek gözden uzak tutmakla kalışımda hata olmamış mıdır?
Haşa Padişahım Dede Sultanın. Bırak şu Dede lafını. Aff edersiniz dil alışmış… Evet, Börklüce Mustafa’nın böyle başından büyük işlere teşebbüs edeceğim akla gelebilir miydi, gelmeli idi gelmek gerekti.
Şeyh Bedreddin’in kendisine mürit olarak bağladığı kimseleri nasıl büyülediği işte şimdi görülüyor. Marifet bunu o zaman görmekti her ne ise olan olmuştur, şimdi gaflet ve hatalarımızı itiraf etmekte bir fayda yok. Devlet nizamına karşı gelmeye cür'et edenlere layık oldukları cezayı süratle vermemi gerekir.
Bunun için Saruhan Sancak Beyi Aleksandrı gerektiği kadar kuvvetle Karaburun üzerine tahrik etmeyi muvafık buluyorum neden sustun Paşa Aleksandrı gözün tutmadı mı?
Bilmem ki Padişahım ne diyeyim bu derece önemli bir sefere?
Aleksandrı tercih edişimin sebebini anlayamadın galiba anlatayım: Bir kere cesurdur atılgandır.
Sonra emsali arasında kendisini göstermek için aradığı fırsatı bulunca yararlık göstereceği muhakkaktır.
Seni tereddüde sevk etti anlaşılan: Bulgar Kralı Şişmanın oğlu oluşuna gelince çoktan İslamiyet’i kabul ederek bize bağlılığını göstermek suretiyle Sancak Beyliğine yükselmiş bir kimsenin ile bir ilgisi kalmamıştır.
İstersen adın da değiştirip Mehmet deyiveririz olur biter. Gülüştüler ve derhal kararı vererek ertesi günü Sancak Beyi Aleksandrı kuvvetinin başında yola çıkardılar.
İSYAN BASTIRILIYOR
Sırtını İzmir körfezine göğsünü yaklaştığını duyduğu Padişah kuvvetlerine çeviren Dede sultan aylardır gece gündüz telkinlerle birer gözü bağlı Şeyhin aşığı fedai haline getirdiği müritlerine güvenmekte ne kadar haklı olduğunu ilk çarpışma da anlamıştı. Beş saat kadar birbirini yercesine kah göğüs göğüse kah gırtlak gırtlağa devam eden bu kanlı çarpışma sonunda Sancak beyi Aleksandrda dahil olmak üzere Padişah kuvvetlerinden eser kalmamıştı.
Kan revan içinde serilmiş yatan can verenler ve yaralılarla kaplı savaş sahasında zafer nidaları ile atını koşturan, Dede Sultan ölüsüne bile diş bilediği Aleksandrın cesedi önünde durmuş: İslam olmak yetmez aklını başına toplayıp da müridim olaydın şimdi böyle aleminde kanına girerek dünyadan bi haber bir padişah uğruna helak olup gitmezdin be hey nadan diye haykırıyordu.
Kulağına kadar giden bu korkunç sesin dehşeti ile silkinen Sultan Mehmet hala halkın takdığı adla anmak istemeyerek (Börklüce Mustafa) diye küçümsediği asiyi be hemen hal imha ile ortadan kaldırmak için bu defada çok güvendiği Timurtaş Paşazade Ali Beyi gönderdi ise de o da Dede sultanla başa çıkamadı bozguna uğrayarak peşinde kalan birkaç kişi ile Manisa’ya kaçarak güç halde canını kurtarabildi.
Bu kötü haberi aldığı geceyi uykusuz geçiren padişah sabah namazından sonra huzuruna çağırttığı Vezir-i Azam Bayezit Paşaya: Ne oldu bize dört buçuk kendini bilmezle başa çıkamayacak halemi geldik yoksa bu mahluklara karşı olan gafletimiz devam mı ediyor?
Çare yok bu gaileyi kati şekilde kökünden kazıyıp hal ve fasl için bizzat sen gideceksin Paşa, oğlum Murat’ı da al arka arkaya uğradığımız başarısızlıkları da hesaba katarak ona göre kuvvet götür, birbiri peşi sıra kazandığı muvaffakıyetler le kim bilir burnu ne kadar büyümüş olan Börklüce melunu bu defada elimizden kurtulursa akıbet feci olur, bunu unutma ve tez ol Murat’a hemen haber gönder kuvvetiyle hemen gelsin sair yerlerde ki kuvvetler de yola çıksın buradakileri de al başlarına geç vakit geçirmeden Karaburun’a yetiş melunun hesabını gör!
Beyazıt Paşa Padişahın yanında ayrılır ayrılmaz, Amasya Sancak Beyi büyük Şehzade Murat Beye haber göndererek hazırlığa koyuldu iki hafta kadar süren hazırlık sonunda kuvvetleriyle gelen Murat Beyi de alarak Karaburun yolunu tuttu.
Dede sultan Padişahın tahmin ettiği gibi gerçekten burnu büyümüş yenilmezliğine inanmış tepeden tırnağa gurur ve azamet kesilmişti.
Belki biraz da bu haliyle kendine fazla güvenişinden, karşısına çıkan büyük kuvveti küçümsedi sarsıldı ve sarsıntıdan kurtulmak için peşindekileri de kudurtarak yaptığı hamlelere rağmen yenildi.
Kuvvetleri tarumar kendi de esir oldu, kıskıvrak yakalanarak Ayasluğa götürüldü.
Müjdeyi alan Padişah derhal verdiği emirle (Hayatına dokunmayın yaptıklarına nadim olduğu takdirde bazı şartlarla affı cihetine gidilmesine) bildirdi.
Fakat Dede sultan nadim olmak lafını bile ettirmek istemiyordu. Şeyhim uğruna fedayım dan başka laf ettirmiyordu.
Kendisi gibi esir edilen müritleri de gözlerinin önünde öldürülürken Padişah adını anmak istemeyerek; (Dede sultan yetiş!) feryatları ile ölüme meydan okuyorlardı.
Nadim olup affedilmesi hususunda ki son teklifleri de huşunetle reddedişi üzerine Dede sultan da oracıkta haklandı.
Fakat tam gaileden kurtulduk denirken gene Şeyh’in yakın müritlerinden Yahudi’den dönme Torlak Kemal’in Manisa’da isyan ettiği haberi geldi.
Bayezit Paşa gene Şehzade Murat’la birlikte derhal Manisa üzerine yürüdü üç bin kadar tahmin edilen asileri kapana düşürürcesine sımsıkı kuşattı bir hamle de perişan ederek Torlak Kemali de kılıçtan geçirdiler.
Bu müjde Padişaha nihayet geniş bir nefes aldırabilmişti, Manisadan dönen Bayezit Paşanın verdiği tafsilatla Anadolu da artık Şeyh Bedreddin müritlerinden korkulacak kimse kalmadığını öğrenince bir derece daha ferahlayan Sultan Mehmet Çelebi: Ohhh hele şükür himmetinizle büyük bir gaileden halas olduk.
Yalnız her iş oldu bitti diye, bundan böylede tedbirde kusur etmemeliyiz artık kimse kalmadı zahiriyle boş bulunmaya gelmez.
Su uyur düşman uyumaz, sözüne bir lahza dahi unutmamak gerektir. Hele düşmanın bu türlüsü bütün bütün netamelidir.
Dışarıdan gelecek düşmanı kollamak kolaydır amma içimize sokulmuş olan kötü niyetlilerden sakınmak için daima uyanık ve tedbirli bulunmak icap eder kaldı ki fitne ve fesadın asıl kaynağını da henüz kurutmuş değiliz.
Şeyhte bunu anladığı için Deliorman’a sığınmıştır fakat Deli ormanda bulundukça fesat ve ayaklanma tehlikesinden tamamı ile kurtulmuş sayılmayız diye karşısında ki Bayezit Paşaya baktı.
Paşa bu bakışın manasını anlamıştı: Doğrudur Padişahım dedi doğrudur. Şeyh yola getirmedikçe tehlike zail olmuş sayılmaz tehlikeyi tamimiyle bertaraf etmek için Şeyh’e haddini bildirmemiz gayrı vacip olmuştur değil mi? Şüphe mi var elbet te vacip olmuştur.
Padişahım yoksa Şeyhin er geç intikam alma teşebbüssünde bulunmaktan kendini alamayacağı muhakkaktır. O halde Rumeli’ye geçip Şeyhle hesaplaşmaktan başka çare yoktur.
Tamam, mutabıkız ancak müritlerinin başına gelenleri gören Şeyhin Deli ormanı bir ordugah haline getirerek sağdan soldan kandırdığı Müslüman ve Hristiyanlarla hatırı sayılır bir kuvvette sahip olduğunu düşünerek ona göre hazırlığımızı tamamlamalıyız.
Bayezit Paşa bu fikre itiraz etti: Müsaade buyurursanız aldığımız son haberlere göre Şeyhin bu günkü durumunun mütalaa buyrulduğu halde bulunmadığını arz etmek isterim Padişahım? Buyur de bakalım?
Müritlerinin Anadolu’da uğradığı akıbet Şeyh kadar etrafındakiler de fena halde ürkütmüştür.
Börklüce ve Torlak Kemalin ayaklanmalarından önce Şeyhin etrafında toplanan vaktiyle Kazaskerliği zamanında nan ve nimet ile peyrevde olmuş birçokları ve bilhassa sürü sürü medrese talebeleri Anadoluda ki başarılı hareketlerimiz üzerine korkarak Şeyhin yanından uzaklaşmışlar bu suretle Şeyh müritlerinden yarısından fazlasını kaybetmiştir.
Bugünkü durum budur bu sebeple bizim için en muvafık hareket tarzı Şeyhin yeniden kuvvet toplamasına vakit bırakmadan bugünkü zaafından istifade için hemen tedibine gitmektir.
Şeyhin gerçekten kuvvetini kaybettiğinden emin misin Paşa? Eminim bu Padişahım aldığım haberleri çeşitli vasıtalarla inceleterek mükemmelen teşvik etmiş bulunuyorum bu cihetten müsterih olunuz Şeyhin pek aciz bir durumda kaldığı muhakkaktır.
Vezir-i azamın bu teminatı Padişahı tatmin etti: Öyle ise vakit kaybetmeden Rumeli’ye sefer gayrı farz oldu.
ŞEYH BEDREDDİNİN MUHAKEMESİ
Ordunun basında Rumeli’ye geçen Padişah Edirne’de kalarak Şeyh Bedreddin’in üzerine Bayezit Paşayı gönderdi.
Bu vazifeden son derece memnun bir halde Deli ormana yönelen Bayezit Paşa daha ilk hamlede almış olduğu haberlerin doğruluğunu anladı.
Şeyh Bedreddin tahmin ettiğinden de fazla kötü durumda bulunduğunu gizleyemedi derhal aman diledi.
Küçük bir mukavemet teşebbüsünde dahi bulunmadan: Ne var ne oluyor bu hareketinizin sebebi ne benden ne istiyor sunuz? Diye şüphe edilecek hiçbir hali bulunmayan masum bir insan rolü oynayarak Bayezit Paşaya teslim oldu.
Sultan Mehmet Çelebi bu işin bu kadar tez ve kolay hal ve faslı edilmiş olmasına son derece memnun olduğu halde Edirne’ye getirilen Şeyh Bedreddin’e her hangi bir ceza vermek hususunda tereddüt ediyordu.
Ne de olsa bütün İslam aleminin ilim ve irfanı ile tanınmış mümtaz bir şahsiyetidir. Ayrıca Rumeli füturunda ecdadımıza sadakatle hizmet ederek büyük yararlılıklar göstermiş bir aileye mensuptur.
Böylesine kemal sahibi ve asil bir şahsiyeti kusur ve kabahati ne olursa olsun cezalandırmaya benim elim varmaz. Her şeyi unutarak affetmek de ileri de vuku bulması muhtemel uygunsuzlukları vebalini üstüme yükler.
Ümmet-i Muhammed de tarihte: İşte senin affın yüzünden bu gaileler çıktı, günah sendedir, diye bana hitap eder iyisi mi derhal bütün alimleri müderrisleri kadıları toplayıp durumu incelesinler gereken kararı da versinler.
Padişah bu iradesi üzerine alimler heyeti toplanarak günlerce çalıştı. Fakat Padişahın tereddüdü onlara da sirayet etmiş olduğundan bir türlü karara varamıyorlardı.
Arka arkaya sorguya çektikleri Şeyh Bedreddin ise öteden beri savunduğu fikirlerde sabit olduğunu ve hiç bir zaman bu konuda küçük bir fedakarlığı dahi aklına getirmeyeceğini tekrar etmekten başka bir şey söylemiyor.
Fikrini kabul etmeyen heyet mensup bu tanınmış alimlere pervasızca münakaşalara girişiyordu.
Heyet Reisi durumunda ki meşhur alimlerden Mevlana Haydar bir aralık sinirlenerek: Şeyh Hazretleri nedir bu inadın insaf eyle savunduğun fikirlerle Devlet reayasını temelinden yıkmaya gidiyorsun.
Karşıda ki bunca alim ve fazıl bu fikirlerin isabetsizliğini delillerle ispat ettiği halde hala en doğrusu benim fikrimdir demekte inat ediyorsun! Yoksa cümlemizi kendi sakim yoluna yöneltebileceğini mi sanıyorsun diye gürleyince.
Şeyh Bedreddin hiç istifini bozmadan son derece sakin yumuşak bir sesle sordu: Karşımda ki alimlerin hangisi kitap sahibidir ve Lütfa-u kerem buyurup söylemlerimi aralarında fıkıh veya Tasavvuf konuların da olsun kitaplarımdan feyz almamış olanı var mıdır?
Çıt çıkmadı derin bir sessizliğe bir sessizliğe gömülen odadakiler önlerine bakarak yutkunuyorlardı.
Mevlana Haydar ne dese, ne yapsa Şeyhi saplanıp kalmış akidesinden kıl kadar inhiraf ettiremeyeceğini anlayarak toplantıya nihayet verdi.
Karar için ayrı bir odada baş başa kalan ulema bir hayli uzun süren tartışmalardan sonra? Mevlana Haydar’ın teklif ettiği (Malı haram kanı helal) Yollu fetvasını ittifakla kabul ve ihza ederek Şeyh Bedreddin’in mal mülkü varislere kalmak şartıyla idama mahkum etti.
Şeyh Bedreddin küçücük bir nedamet eseri göstermeden ölüme meydan okuyarak getirildiği Serez pazarında sehpaya çekildi.
Kaynakça:
Cengiz Yazoğlu-Baykan Sezer. Roman notları. 1. Bağlam yayınları. İst.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder