SORULARIN CEVABINI ALDIN.
Bir zamanlar bir Cihan Padişahının aklına şöyle düşünce gelmiş? “Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en mühim şeyin ne olduğunu bilseydim girdiğim her işi başarırdım.”
Aklına böyle bir fikir düşünce Cihan Padişahı ülkesinin dört bir yanına kim her iş için en uygun vakti bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti.
Bilgeler Cihan Padişahının huzurunda toplandı fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.
İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin ayların yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler.
“Ancak böylece” dediler “her şey tam zamanın da yapılabilir.”
Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önce den karar verilemeyeceğini kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler.
Bu defa başka bilginlerde Cihan Padişahının neler olup bittiğine ne kadar dikkat ederse etsin bir kişinin her harekete için en uygun vakitte karar vermesinin imkansız olduğunu?
Cihan Padişahın her şeyin uygun vakitlini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurulması gerektiğini söylediler.
Fakat bu defada başka bilgeler; “bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır.
Bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir” dediler.
Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir.
Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır.
Dolayısıyla doğru vakti bilmek isteyen sihirbazlara danışılmalıdır.
İkinci soruya aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi.
Cihan Padişahının en fazla ihtiyaç duyduğu en gerekli kişiler.
Bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre hocalar; Bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazılarına dünyada ki, en önemli şeyin bilim olduğunu söylediler.
Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler.
Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca Cihan Padişahı bunların hiç birisini kabul etmeyip hiç kimseye de hediye vermedi.
Ama hala doğru cevabı aradığı için bilgeliğiyle ünlü meczuba danışmaya karar verdi.
Meczup hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi.
Bu yüzden Cihan Padişahı üstün sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü.
Meczup kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızlarını da geride bırakıp yola yürüyerek devam etti.
Cihan Padişahı yaklaşırken meczup kovuğunun önünde çiçek tarlaları kazıyordu.
Cihan Padişahını gördü selamlayıp kazmaya devam etti.
Meczup mecalsiz ve zayıf biriydi; küreği toprağa her sokuşun da bir parçacık toprak çıkarıyor soluk soluğa kalıyordu.
Cihan Padişahı yanına gelip şöyle dedi: Ey bilge meczup size üç sorunun cevabını sormak için geldim:
Doğru şeyi doğru zaman da yapmayı nasıl öğrenebilirim?
En fazla muhtaç olduğum dolayısıyla diğerlerin den fazla ilgi göstermem gereken ve yapmam gereken insanlar kimdir?
En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?
Meczup Cihan Padişahı dinledi ama cevap vermedi avuçlarına tükürerek kazmaya devam etti.
“Yoruldunuz dedi Cihan Padişahı küreği bana ver de biraz dinlenin.”
Meczup “Sağ olun” diyerek küreği Cihan Padişahına verip yere oturdu.
Cihan Padişahı iki dönüm kazdıktan sonra durup soruları tekrarladı.
Meczup yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: “Biraz dinlenin; Bir parçada ben çalışayım.”
Fakat Cihan Padişahı küreği ona vermeyip kazmaya devam etti.
Bir saat geçti bir saat daha güneş ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda Cihan Padişahı küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: “Ey bilge kişi senin yanına sorularıma cevap bulmak için sana geldim, eğer cevap vermeyeceksen söyleyin evime gideyim.”
Meczup “Buraya koşarak biri geliyor” dedi “Bakalım kim?”
Cihan Padişahı arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendileri ne doğru geldiğini gördü?
Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu.
Cihan Padişahın yanına ulaşınca kendinden geçercesine inledi sonrada bayılıp yere düştü.
Cihan Padişahı ile meczup hemen adamın üstünde ki, elbiseleri çıkardılar karnında büyük bir yara vardı.
Meczup ile Cihan Padişahı yarayı tedavi ettiler.
Cihan Padişahı öylesine yorulmuş ki, olduğu yere çökmüş şekilde uyuya kaldı ve deliksiz bir uyku çekti.
Cihan Padişahının uyandığını gören yaralı adam “Beni affedin” dedi zayıf bir sesle.
Cihan Padişahı “Sizi tanımıyorum üstelik bana ne yaptın da seni affedeyim” dedi.
Babamı astınız o yüzden seni öldürmeye yemin etmiştim meczup’un yanına yalnız geldiğini duyunca pusu kurup dönüşte seni öldürecektim?
Akşama kadar bekledim gelmeyince pusudan çıkıp oysa ben seni öldürmek için buraya geldim siz ise hayatımı kurtardınız beni affedin!
Seni aramaya başladım muhafızların beni görüp yaraladılar yaramı tedavi ettin.
Düşmanı ile bu kadar kolay barışması Cihan Padişahını sevindirdi ayrıca babasından aldığı malları geri vereceğini söyledi.
Cihan Padişahı gitmeden önce meczup bilgenin yanına gidip sorduğu soruların cevabını vermesini rica etti.
Meczup bilge çalışıyordu işe bir süre ara vererek “Soruların cevabını aldın.” dedi.
Dün bana acıyıp tarlayı kazmaya yardım etmeseydin geri dönerken bu adam seni öldürecekti.
“En önemli vakit iki dönüm tarlayı kazdığın vakittir.”
En önemli kişi bendim.
“En önemli işiniz bana iyilik yapmaktı.”
Yaralıyla ilgilendiğiniz vakit en önemli vakittir.”
Ölseydi sizinle barışmadan ölecekti bu sebep ten en önemli kişi oydu.
En önemli iş yaraları sarmanızdır.
Bundan sonra şu gerçeği unutmayın; en önemli vakit, içinde yaşadığınız andır.
O an en önemli vakittir.
Çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelir.
En önemli kişi kiminle beraberseniz odur.
Zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez.
“Ve ön önemli iş iyilik yapmaktır.”
Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.
ŞEYTANDAN BİLE ÇEKİNMEZDİM.
Zengin bir hayat süren abisi kardeşi Aydını görmeye gitmişti; abisi kardeşi Aydın’a kendi hayatının rahatlığını ve güzelliklerini ballandırarak anlatıyordu.
Kardeşi Aydın ise kendi hayatını anlatmaya başladı: “Ben hayatımı zengin hayatı ile değişmem” dedi.
Yaşadığımız hayat zor ama derdimiz yok, her an bir şeyleri kaybedeceğiz diye bir tasamız da yok.
Sizin gibi zenginlerin öylemi her an her şeyinizi kaybede bilirsiniz şeytana uyup kumara içkiye ve kadınlara alışırsanız vay halinize benzer şeyleri her zaman duyuyoruz.
Ne demişler “Kazanmak ve kaybetmek ikiz kardeştir.”
Bizim kendimize kadar yiyeceğimiz var yiyecek ten yana sıkıntımız yok.
Abisi gülümsedi “Ta şafaktan gün batımına kadar çalışıyor sunuz sen de çocuklarınızla beraber gübrelerin üzerin de yaşamaya devam edin!”
Aydın, “O kadar önemli mi bu” dedi işimizin kaba ve yorucu biz çalışmakla öyle meşgulüz ki, başka şeyler düşünmeye zamanımız kalmıyor.
Tek derdim benim de kendimize ait bir iş yerim olması, kendime ait bir iş yerim olsaydı şeytandan bile çekinmezdim.
Şeytan bir köşede oturmuş bütün konuşulanları duymuştu.
Aydının kendi iş yeri olunca şeytandan bile korkmayacağını söylemesinden memnun olmuştun.
Oyun başlıyor diye düşündü şeytan şimdi tamam diye düşündü sana yeterince mal mülk vericem verdiklerim sayesinde seni hakimiyetim altına alacağım.
Haberlere göre dul kadın ölen kocasından kalan küçük iş yerini satıyordu?
Çalışan işçiler endişelendiler aralarında belli miktarda para toplayıp fiyat önerdiler.
Kadın iş yeri onlara satmayı kabul etti.
İşçiler bir türlü bir araya gelip bir türlü anlaşmaya varamadılar.
Aydın olanları duydu içinde kıskançlık duyguları kabardı karısı ile iş yerini nasıl alabileceklerini düşündüler.
Aydının bir miktar birikmiş parası vardı ellerinde ne var ne yok sattılar akrabalarına borçlanıp paranın yarısını zar zor bir araya getirdiler ve kadınla anlaşıp paranın yarısını peşin geri kalanı senet yapıp ödeyecekti.
Aydının artık kendine ait bir iş yeri vardı.
İşleri iyi gitti borçların tamamını bir yıl içinde ödediler.
Aydın hayatından memnundu birde çalışan işçiler düzgün çalışsalar.
Onları bir kaç kez uyardı bunları görmezden gelirsem neyim var neyim yok hepsi gider.
İşçiler Aydın’a diş bilemeye başladılar ve üretilen mallara zarar vermeye başladılar.
Aydın öfkeden deliye döndü bu işi kimin yapmış olabileceğini düşündü.
Ele başları Saim olmalı; ondan başkası yapmış olamaz Saim’i dava etti delil bulunamayınca Saim beraat etti.
Aydının kalbi hırsla tutuştu kendi kendine neden burada sıkıntı çekeyim iş yerimi satıp o parayla başka yerlerde her şeye yeniden başlarım burada insanın başı dertten kurtulmuyor.
Aydın iş yerini ve malı mülkü satar ailesiyle birlikte yeni yurtlarına gitmek koyulur.
Aydın ve ailesi yaşayacakları yere varır varmaz satın alabilecekleri iş yeri aramaya.
Para sıkıntısı çeken bir iş yeri sahibi ile anlaştı.
Her şeyi konuşmuşlar iş sözleşme yapılmasına kalmıştı.
O günlerde oradan geçen bir iş adamı kendi iş yerini makul bir fiyata aldığını, yapılması gereken tek şey (…) kişilerle dostluk kurmak, ben yaklaşık olarak (…) parayı gözden çıkardım (….) hediyeler vererek iş yerimi çok ucuza aldım hemen tapularını Aydına gösterdi.
Aydın o yere nasıl gidebileceğini sordu, iş adamının yanından ayrılır ayrılmaz yola çıkmak için hazırlıklara başladı, karısını evde bırakıp yola çıktı, nihayet gidecekleri şehre vardı?
Her şey iş adamının anlattığı gibiydi, onun söylediği kişileri buldu getirdiği hediyeleri verdi.
Aydın bu işe çok sevinmişti işe ertesi sabah erkenden başlamak için yatağa uzandı ama uyuyamadı aklında hep alacağı iş yeri vardı.
Şafak sökmeden biraz önce uykuya daldı gözünü kapar kapamaz bir rüya gördü.
Rüyasında birinin kahkahalarla güldüğünü duydu kalkıp dışarı baktı iş yapacağı kişilerin (Lider)’inin güldüğünü gördü.
Yanına gidip “Niye gülüyorsun” diye sordu?
Karşısında ki, artık (Lider) değil buraları anlatan (İş adamı) olmuştu.
Tam ne zamandır buradasın diye soracak oldu ki, (İş adamı) değil tırnakları boynuzları olan (Şeytan)’dı ve orada durmuş gülüyordu.
Şeytanın ayaklarının ucunda bir adam boylu boyunca uzanmış yatıyordu.
Ölmüş halde yatan o adam Aydın’ın ta kendisiydi.
Korku içinde uyandı “Aman rüya işte!” dedi kendi kendine bir rüyadan ne çıkar nihayetin de bir rüya diye geçirdi içinden.
Sabah oldu “Artık işe başlasak iyi olur dedi vakit boşa geçiyor.”
Kişiler toplandı ve liderleri de geldi hep birlikte yola çıktılar ve iş yerlerinin bulunduğu alana geldiler.
Liderleri, Aydının yanına gelip eliyle iş yerlerini gösterdi.
“Bak dedi gözünün gördüğü iş yerlerini seç beğen istediğini alabilirsin”
(Lider) şapkasını yere koydu.
“İşaret olsun buradan başlayıp yine buraya dön etrafını dolaştığın iş yeri senin olacak.”
Aydın bir süre hangi iş yerini alsam diye düşündü iş yerlerinin hepsi de birbirinde cazip görünüyordu?
Yürümeye başladı ne yavaş ne de hızlıydı Aydın arkasına bakınca yürümeye başladığı yeri görebiliyordu.
Hava oldukça ısınmıştı dönmek için henüz erken şurası da o kadar güzel ki, kaybedersem yazık olur.
Aydın yürüdükçe her yer gözüne daha güzel görünüyordu.
Bir süre daha yola devam etti dönüp baktığın da başladığı yer görünmez olmuştu.
“Eyvah fazla gitmişim” artık geri dönmeli öylede terleyip susadım ki, durdu biraz su içti yürüdü yürüdü hava sıcaktı.
Aydın yorulmaya başlamıştı şu sözü düşüne düşüne yola devam etti; “Bir kaç saat sıkıntı çek bir ömür boyu rahat huzurlu yaşa.”
Tam geri dönmek üzereydi ki, güzel bir yeri daha fark etti; “Burayı dışarıda bırakırsam yazık olur” diye düşündü.
Aydın sıcaktan bitap düşmüştü dizleri bükülmeye başlamıştı güneş batmadan dönmeliyim çünkü güneş oldukça alçalıyordu.
“Aman Allah’ım” diye düşündü keşke tamahkarlık edip daha fazlası için çabalamasaydım!
Ya vaktinde yetişemezsem.
Aydın yürüdü gittikçe daha zor yürüyordu ama hızlandı varacağı yer çok uzaktı koşmaya başladı.
“Şimdi ne yapacağım” diye düşündü tekrar haddimi aştım fazla mala göz diktim güneş batmadan oraya ulaşamayacağım.
Korkudan nefesi kesildi ağzı kurumuştu birden ölüm korkusu sardı?
Aydın’ı korkuya rağmen durmadı “O kadar yürüdükten sonra şimdi durursam bana aptal derle” diye düşündü.
Yürüdü yürüdü o kadar yaklaştı ki, kendini bekleyenlerin seslerini kendisine bağırmalarını duydu?
Son gücünü toplayıp yürümeye devam etti.
Aydın birden gece gördüğü rüyayı hatırladı öldüm öldüm oraya asla ulaşamayacağım.
Aydın nihayet liderin başlangıç yerine koyduğu şapkayı gördü.
Aydın rüyasını tekrar hatırladı; dizleri artık tutmuyordu yere yıkıldı elleriyle şapkaya uzandı.
Lider “Vay anasına ne şanslı adam diye bağırdı büyük iş yerini kazandı.”
Aydın ölmüştü, Aydının sığabileceği büyüklükte bir çukur kazıldı ve oraya gömüldü onun şimdi ihtiyaç duyduğu topu topu iki metrelik bir topraktı.
KÖPRÜ BAŞINDA
Bacaklarımı şöyle bir kalafattan geçirip oturduğum yerde görebileceğim bir işe kodular beni:
Yeni köprüden geçenleri sayıyorum hani ustalıklarını rakamlara dayandırmak hoşlarına gidiyor.
Bir anlamda hiçten başka şey sayılmayan bir kaç rakamlı bir sayı karşısında sarhoş olup çıkıyorlar.
Bütün gün bütün gün ağzım sessiz sedasız bir saat çarkı gibi işliyor.
Akşamleyin onlara bir sayı zaferi sunabilmek için rakamları üst üste yığıyorum benim postanın sonucunu bildirmeye göreyim yüzleri gülüyor.
Sayı kabarık olduğu ölçüde artıyor, memnunlukları akşam gönül rahatlığıyla yatağa giriyorlar.
Nedenine gelince binlerce kişi her Allah’ın günü yeni yaptıkları köprüden geçiyor.
Ne var ki, yanlış istatistikleri üzülerek söylüyorum ama ne yapayım ki, yanlış?
Başkalarına karşı öyle görünmesini becere bilmeme karşın kendisine güvenilir bir kimse değilim.
Ben kimi vakit köprüden geçenlerden birini iç etmekten.
Bir başka vakit acımam tutup kendilerine fazladan bir kaç kişi bağışlamaktan gizli bir zevk duyuyorum mutlulukları benim elimde.
Kafamın kızgın olduğu içecek sigaram bulunmadığı zamanlar köprüden geçenler üzerine orta kimi de ortanın altında bir sayı söylüyorum.
Yok, kalbim kabına sığamıyor da keyfim yerindeyse cömertliğimi beş rakamlı bir sayı halinde döküyorum ortaya.
Öylesine mutlu bir halleri var ki!
Sayım sonucunu her defasında düpedüz kapıyorlar elimden gözleri ışıldıyor tutup sırtımı sıvazlıyorlar.
Bir şeycik sezdikleri yok! Sonra başlıyorlar çarpmaya bölmeye yüzdeleri hesaplamaya vesaire vesaire o gün köprüden dakika da kaç kişi geçmiş on yılda kaç kişi köprüden geçecek hesap kitap çıkarıyorlar mışlı gelecek zaman hoşlarına gidiyor mışlı gelecek zamanda ki, ustalıklarına diyecek yok doğrusu!
Gel gelelim üzülerek söylüyorum istatistikleri yanlış.
Benim küçümen sevgilim günde iki kez köprüden geçiyor, o geçerken adeta duruyor kalbim; sevgilim ağaçlıklı yola sapıp gözden yitene kadar durup dinlenmeyen atışına düpedüz ara veriyor.
İşte bu arada gelip geçenleri onlara haber vermiyorum bu iki dakikalık zaman bana ait bir tek bana ait bu zamanı kaptırmaya da niyetim yok elimden.
Sonra akşam olup da sevgilim çalıştığı dondurmacı dükkanından döndüğü karşı kaldırım da yürüyüp sayım işiyle uğraşan suskun ağzımın önünden geçtiği vakit yeniden duruyor kalbim ne zaman gözden yitiyor o ancak o zaman yine sayım işine dönüyorum.
İşte bu dakikalar içinde kör gözlerimin önünden geçit töreni yapmak mutluluğuna erenler istatistiklerin sonsuzluğunu boylamaktan kurtuluyor.
Gölge erkeklerle gölge kadınların oluşturduğu yalancı varlıklarmış gibi istatistiklerin mışlı gelecek zamanında ötekilerle birlikte yürüyüşe katılmaktan sıyırıyorlar yakalarını.
Belli ki, onu seviyorum; ama haberi yok kendisinin haberi de olsun istemiyorum.
Bütün hesapları nasıl altüst ettiğini sezmesin olup bitenden habersiz masum bir halde uzun kahverengi saçları ve çıtı pıtı narin ayaklarıyla dondurmacı dükkanına yollansın ve bol bol da bahşiş alsın onu seviyorum besbelli seviyorum onu.
Geçenlerde denetlemeye geldiler karşıda ki, otomobillerin sayımıyla görevli arkadaş vaktin de uyardı da gözümü dört açtım bir saydım bir saydım ki, kilometre sayacı bile benim kadar iyi sayamaz!
Bizzat istatistik müdürü karşıya dikildi ve bir saat içinde aldığı sonucu benim bir saatlik sonuçla karşılaştırdı benim sonuç onunkinden bir noksan çıktı.
Ben sayarken küçümen sevgilim geçmişti bu sevgili yavrucağın mışlı gelecek zamana dönüştürülmesine hiçbir vakit müsaade etmeyeceğim.
Benim küçümen sevgilim çarpma bölme işlemlerine konu olmayacak bir hiç olan yüzdelik bir rakam haline sokulmayacak sevgilim geçerken ardı sıra bakamayıp sayım işiyle uğraşmaktan bir kan ağladı ki, yüreğim!
Karşıdan ki, otomobillerin sayımıyla görevli arkadaşa cidden teşekkür borçluyum hani düpedüz bir hayat memat sorunuydu.
İstatistik müdürü sırtımı sıvazlayıp iyiliğimden sadakatle hizmet eder güvenilir bir kimse olduğumdan söz açtı.
“Bir saatlik sayımda bir kişi az sayılmış pek bir önemi yok.” dedi.
“Biz zaten belli bir yüzde ölçüsünde bir ekleme yaparız sonradan sizi at sayımına geçirmeleri için öneride bulunacağım.”
At arabası sayımı ense tabii at arabası sayımı bulunmaz bir nimet geçse geçse günde yirmi beş kadar at arabası geçer.
Köprüden aklından her yarım saate bir sonra ki, rakama atlamak bulunmayan bir şey!
At arabası enfes tabii zaten saat dört ile sekiz arasında at arabalarının geçmesi yasaktır.
Köprüden bu arada gidip gezebilir veya dondurmacı dükkanına varıp sayıma sokmadığım küçümen sevgilimi doya doya seyreder ya da eve giderken belki ona biraz arkadaşlık edebilirim.
AYAKKABICI.
Ayakkabıcı yeni getirdiği malları dükkanının vitrinine yerleştirirken sokakta ki, bir çocuk onu izlemekteydi.
Okullar henüz açılmak üzere olduğundan ayakkabılara rağbet fazlaydı.
Gerçi sattığı ayakkabılar lüks sayılmazdı ama küçük bir dükkan içinde yeterliydi.
Onları güzellerini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru bir az daha yaklaştı.
Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı hem de güçlükle.
Adam çocuğa bir kez daha göz attı üstünde ki, pantolonun sol kısmı dizinin alt kısmından sonra boştu bu yüzdende sağa sola uçuşuyordu.
Çocuğun baktığı ayakkabılar sanki onu kendinden geçirmişti bir müddet öyle durdu daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda.
Adam dükkandan dışarı fırlayıp: Küçük diye seslendi ayakkabı almayı düşünür müsün? Bu sene ki, modeller bir harika!
Çocuk ona dönerek: Gerçekten çok güzeller diye tebessüm etti ama beni bir bacağım doğuştan eksik.
Bence önemli değil diye atıldı adam, bu dünya da her şeyiyle tam insan yok ki!
Kiminin eli eksik kiminin de bacağı kiminin de aklı ya da vicdanı.
Küçük çocuk bir şey söylemiyordu.
Adam ise konuşmasını sürdürdü: Keşke vicdanımız eksik olacağına ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı bu adama doğru yaklaşıp: Anlayamadım neden öyle olsun ki?
Çok basit dedi adam eğer vicdanımız yoksa Cennete giremeyiz ama ayaklar yoksa problem değil zaten orada tüm eksikler tamamlanacak hatta sakat insanlar sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler.
Küçük çocuk bir kez daha tebessüm etti o güne kadar çektiği acılar hafiflemiş gibiydi.
Adam vitrini işaret ederek: Baktığın ayakkabı sana yakışır denemek ister misin?
Çocuk başını yanlara sallayıp üzerinde 30 lira yazıyor almam mümkün değil ki!
İndirim sezonunu seni için biraz öne alırım, bu durumda 20 liraya düşer, zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.
Çocuk biraz düşünüp: Ayakkabının diğer teki işe yaramaz onu kim alacak ki?
Amma yaptın ha diye güldü adam, onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.
Küçük çocuğun aklı bu sözlere yatmıştı.
Adam devam ederek: Üstelik de öğrencisin değil mi diye sordu.
İkiye gidiyorum diye atıldı çocuk, üçe geçtim sayılır.
Tamam, işte dedi adam 5 lirada öğrenci indirimi yapsak geriye kalır 5 lira oda zaten pazarlık payı olur bu durumda ayakkabı senindir sattım gitti!
Ayakkabıcı çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi?
İçeride ki, raftan onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu ama adam vitrin de olanı çıkarttı bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi ve çıkarttığı eskiyi göstererek benim satış işlemim bitti!
Sen de bana bunu satsan memnun olurum.
Şaka mı yapıyorsunuz diye kekeledi çocuk, onun tabanı delinmek üzere eski bir ayakkabı para eder mi?
Sen çok cahil kalmışsın be arkadaş antika eşyalardan haberin yok her halde, bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar, bu yüzden ayakkabın bence en az 30-40 lira eder.
Küçük çocuk art arda yaşadığı şokları üzerin den atabilmiş değildi, mutlaka bir rüyada olmalıydı?
Hem de hayatında ki, en güzel rüya?
Adamın heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra 10 liralık banknotu geri vererek:
Bana göre 20 lira yeterli indirim mevsimini başlattınız ya!
Adam onu kırmayıp parayı aldı ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu her nedense içi içine sığmıyordu?
Eğer bütün mallarını bir günde satsa böyle bir mutluluğu bulamazdı.
Çocuk yavaşça yerinden doğruldu sanki koltuk değneği ne ihtiyaç duymuyordu.
Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip: Babam haklıymış!
“Sakat olduğum için üzülmene hiç gerek yok!” evladım demişti.
BANA DOKUNMADI BİLE.
Demet bir kat aşağıda oturan Cavidan’a uğradı, Cavidan yüzünü görmesi için gururla komşusuna dönerek güzelim değil mi dedi.
Gözlerinden birinin çevresi morarmış, şişerek hemen hemen kapanmıştı, dudağı yarılmıştı ve biraz kanıyordu, omuzlarının her iki yanında kırmızı parmak izleri vardı.
Demet benimkinin böyle bir şey yapmak aklın dan bile geçmez dedi, kıskançlığını gizleyerek.
Cavidan haftada en az bir kez bile dövmeyen adama koca demem dedi?
Ama bu son dayağın pek de sevilecek tarafı yoktu başımın üstünde hala yıldızlar dönüyor?
Ama bunu telafi etmek için bütün hafta boyunca iyi adam rolüne oynar, bu göz en azından iki tiyatro bileti ve ipek bir bluz getirir?
Demet, Kemal bana el kaldırmayacak kadar terbiyelidir.
Halinden hoşnutmuş gibi görünerek.
Cavidan aman sende Demet dedi, gülerek senin moruk sana el kaldırmayacak kadar ağır ve tembel, eve gelir gelmez koltuğuna oturup gazete ile beden eğitimi yapar ancak, doğru değil mi?
Demet, Kemal eve geldiğinde gazete okuduğu doğru başını sallayarak ama sadece kendi zevki için beni dövüp Aydın’a benzemez kesinlikle.
Cavidan mutlu bir eş gibi şen kahkahalarla güldü, takıları göstermekten gurur duyan bir kadın edasıyla, gömleğinin yakasını açtı, sarı yeşilimsi bir halkayla çevrelenmiş bir çürük daha gösterdi, izi geçmek üzere olan bu berenin hoş anısını hala belleğinde taşıyordu.
Demet çürükleri görünce pes etti, bakışları yumuşadı, kıskanç bir hayranlık parladı.
Demet ile Cavidan çocukluk arkadaşıydı evlendiler.
Demet, Cavidan’ın oturduğu evin üst katında oturuyordu.
Demet seni dövdüğü zaman canın acıyor mu diye sordu, merakla.
Cavidan acımak ne demek diyerek memnunluk la çığlık attı?
Söylesene yıkılan bir duvarın altında kaldın mı sen hiç dayak yerken aynen yıkıntılar altından çıkarılı yormuşsun gibi oluyor.
Aydın’ın sol yumruğu iki matineye ve bir eteğe; sağ yumruğu da bir gezi ile altı düzine ibrişime bedeldir.
Demet gözlerini fal taşı gibi açarak hayretle: Ama niye dövüyor ki, seni diye sordu.
Cavidan aptal dedi, rahat bir edayla çünkü kafası atıyor, genellikle de cumartesi geceleri oluyor.
Demet ama nedeni ne diye diretti.
Cavidan niye mi onunla evli değil miyiz?
Aydın kafası bozuk bir şekilde geliyor eve ve karşısında da ben varım değil mi?
Başka kimi dövmeye hakkı var ki, bir başkasını döverken bir yakalasam!
Bazen yemek hazır olmadığı için bazen de hazır olduğu için Aydın neyi bahane edeceği belli olmuyor ki?
Evli olduğunu anlayıncaya kadar kafayı çeker sonra da gelip beni bir güzel haşlar.
Cumartesileri keskin kenarlı eşyaları ortadan kaldırıyorum ki, Aydın dövmeye başlayınca kafamı patlatmayayım öyle bir sol yumruğu var ki, insanın ayaklarını yerden kesiyor.
Bazen ilk rauntta yere serilirim ama hafta boyunca iyice gezmek veya yeni elbiseler almak istiyorsam biraz daha dayanırım.
Dün gecede böyle yaptım, Aydın bir aydır siyah ipekli bluz istediğimi biliyordu; yalnızca bir gözümün morarmasının yeterli olmayacağını düşündüm dondurmasına iddiaya girerim ki, bu gece getirecektir bluzu.
Demet derin derin düşündü dediğin doğru benim ki, hayatında bana bir fiske bile atmadı beni dışarıya gezmeye de çıkarmaz koltuğunu ısıtmaktan başka yaptığı yok.
İstediğim bazı hediyeler alır, ama verirken suratıma öyle bakar ki, zevk almam aldığımdan.
Cavidan eline arkadaşı Demetin omzuna atarak: Zavallıcık!
Herkese Aydın gibi bir koca nasip olmaz?
Bütün kocalar Aydın gibi olsaydı evlilik kurumu ayakta kalır?
Mutsuz kadınların tek ihtiyacı kocalarının eve gelip haftada bir güzelce dövüp sonra da kendilerini affettirmek için okşayarak çikolatalar almaları.
Morali bozuk olduğunda dövsün iyi olduğunda sevip okşasın ben böyle güçlü erkeklerden hoşlanırım.
Her ikisini de beceremeyen erkekten Allah beni korusun!
Demet iç geçirdi dışarıda merdivenlerde bir gürültü duyuldu birden kapı Aydının tekmesiyle ardına kadar açıldı kolları paketlerle doluydu.
Cavidan koşup boynuna sarıldı gözleri sevinçle pırıldadı.
Aydın merhaba canım diye bağırdı ve paketleri bırakıp karısını kucakladığı gibi havaya kaldırdı iki bilet aldım paketlerin birinde de ipek bluz var?
İyi akşamlar Demet sizi fark etmemişim bizim Kemal ne alem de?
Demet yukarıya çıkınca oturup biraz ağladı ağlamasının bir anlamı yoktu?
Yalnızca kadınların anlayabileceği bir ağlamaydı keder dağarcığının son derece gelip geçici ve hüzünlü bir ağlamasıydı?
Kemal onu neden hiç dövmemişti.
Cavidan’ın kocası Aydın kadar güçlü kuvvetliydi.
Kemal kendisi ile ilgilenmiyor muydu?
Hiç kavga etmiyordu evcil insandı, ama hayatın güzelliklerin den habersiz yaşardı.
Demet evinde kıskançlık krizlerine girdi?
Cavidan yaraları çürükleri sonrası gelen hediyelerle ne kadar mutlu görünüyordu?
Demet kendisi sevgi ve ilgiden yoksun mu kalacaktı?
Aklına bir fikir geldi kemal onu hiç dövmemiş ve de erkekliğini kanıtlayamamıştı.
Kocalık görevini yerine getirmesi onu kışkırtıp görevini yapmaya zorlamalıydı.
Kemal gazete okuyup dünyadan haberdar olmak koltuğunda ense yapmaktı.
Karısını dövmek aklının kenarından bile geçmezdi.
Demet Cavidan’ın kahkahalarını duydu atılan kahkaha sanki kendisi ile alay ediliyormuş gibi geldi sanki çürüksüz yüzü ile alay ediyordu mutluluğunu dışa vurarak onu kışkırtıyordu.
Demet’in sabrı tükendi ve artık bir şey yapmanın zamanının geldiği ne karar verdi?
Gazete okumakta olan kemale dönüp öfkeyle bağırdı:
Senin tembel herif, senin gibi miskin için didinip durmak zorunda mıyım, koca mısın yoksa ev karısı mısın?
Kemal aptallaştı gazetesini yere düşürdü karısının davranışı karşısın da şaşırıp kalmıştı.
Demet ise bunca bağırıp çağırmasının yeterli olmayacağını düşündü kocasının üstüne saldırıp gelişi güzel vurmaya başladı.
Birden bire kocasına karşı çoktandır duymadığı aşırı bir sevgi duymaya başladı.
Kemal şimdi vurmaya başlayacaktı sadece karısını ne kadar çok sevdiğini ispat etmek için karısı ile ne kadar ilgilendiğini göstermek için.
Demet kocasına Kemal’e tekrar vurmaya başladı.
Karşılık gelir diye mutlulukla bekliyordu?
Ama nafile beklediği yumruk bir türlü gelmedi.
Cavidan üst katta ki, sesleri duyunca kavgamı ediyorlar gidip bakayım bir ihtiyaçları var mı?
Cavidan Demet’i görünce mutlulukla başardın mı diye sordu?
Demet, Cavidan’a sarılarak yıkılmış birinin haliyle, göz yaşlarını boşaltmaya başladı ağlıyordu.
Cavidan, Demet’in yüzüne baktı, bir değişiklik göremedi?
Söyle Demet canını mı yaktı?
Demet hıçkırıklarını arttırarak bana dokunmadı bile.
KARABURUN KAHVESİ.
Kış, Karaburun sahillerine poyrazla beraber gelir, dev dalgalar dalga kıranları döver durur, poyrazın etkisiyle dalga kıranı aşan dalgaların sesleri, Karaburun’da sakin daha ve sessiz bir hayatın habercisidir.
Yazlıkçılar çoktan gitmişler, köşk ve villaların içleri boş terk edilmişlik hali sinmişti.
Balık zamanı bu zamandır limanda ki, balıkçı takaları sabah karanlığında balığa çıkar tuttuğu palamutları kamyonlarla şehre satmaya gönderirler.
Bu sayede balıkçıların elleri para görürdü.
Kış, ne kadar fazla olursa balık da o sene az olurdu.
Karadenizin dev dalgaları Karaburun balıkçılarını ava çıkmalarını engellerdi.
Ahmet kaptan akşam balığa çıktı ve sabaha karşı döndü, küçük teknesini limana yanaştırırken.
Balıkçı arkadaşları sordu, balık var mı?
Ahmet yok deniz sanki bomboş dedi.
Ahmet kaptan kahvede bu sene balığın az olduğundan yakınıyordu.
Yazın tamir ettiği ağlar bozulmaya başlamış.
Zaten yazlıkçılara da yazın balık satamamıştı.
Yazlıkçıların Ahmet kaptana pek faydaları olmamıştı.
Yazlıkçılar artık eskiden harcadıkları gibi bol para harcamıyorlardı.
Büyük balıkçı teknesinin sahibi Hamdi reis Rizeli idi ama bir kusuru vardı, gözü aç ve içten pazarlıklı biriydi, teknenin kaptanıydı ama kibirli değildi.
Aynı teknede çalışan tayfa Mehmet de Rizeli idi, yüksek perdeden konuşur fakat korkaktı.
Diğer tayfa Yunus edepsiz kıskançtı.
İnsanoğlunun insanlığını tepeden tırnağa oltayı tutuşu belirler, eliyle oltasını düzenleyemez insan biçaredir.
Karaburunda kahve yazlıkçıların gelişi ile canlanır, kahvenin ön tarafta ki, bahçesi dolup taşardı.
Kahve kışın sakindi, devamlı müşterileri emekliler ve balıkçılardır.
Kahvenin sahibi Güven, aslında Erzurum doğumlu, gençliği Taksim Cihangir de geçmiş, yol yordam görmüş biriydi, şakaları ile müşterilerini devamlı güldürürdü.
Karaburunda deniz uçsuz bucaksız görünür, açıklardan büyük yük gemileri seyrek geçerdi.
Sakinliği seven ünlü yazarımız, kahvenin köşesinde oturup kimse ile konuşmazdı.
Yazarı köşesinde kitapları ile boğuşmasını seyrederdim.
Ünlü yazarın yanına gidip: Merhaba dedim.
O da selamıma karşılık verdi.
Sizinle tanışmak istedim bir türlü cesaret edemedim, dedim.
Ünlü yazar buyurun tanışalım dedi.
Sizin tarafınızdan nasıl tepki göreceğimi merak ediyordum.
Gayet samimi davrandınız, size hayranlığım arttı dedim.
Benim de yazı yazma niyetinde olduğumu ünlü yazara söyleyiverdim.
Sizinle kahvede yan yana oturabilecek şansı yakalayacağım hiç aklıma gelmemişti.
Yazara baktım gayet sakin ve samimiydi sizde hikayemi yazıyorsunuz dedi.
Bir iki denemem oldu başaramadım şimdilerde daha dikkatli olmaya çalışıyorum yazdıklarımı henüz yayımlamadım?
Hikaye nasıl yazarsınız beni aydınlatır mısınız deyiverdim.
Ünlü yazar gülümsedi, yanlış anlaşılmaktan korktuğum için ünlü yazarın yüzüne yan gözle baktım, alay etmiyordu.
Ünlü yazarın yazdığı kitapların içinde en çok sevdiklerimin isimlerini, bir bir saymaya başladım.
En çok da (.....) severim (.....)’o da güzeldi (....)’un da ayrı bir güzelliği vardı.
Ünlü yazar beni dikkatle dinliyordu?
Hikâyeyi nasıl yazarsınız sorumu yeniledim?
Ünlü yazar nasıl anlatayım bilmem ki, deyiverdi?
Aslında şu an hikaye yazmaya başladım bile, hatta adı bile belli.
Hikayeye başlamadan önce ismini mi koyar sınız?
Ünlü yazar yok aslında öyle olmuyor, ama aklıma gelen ismi sevdim; “Karaburun kahvesi.”
Bu sefer ben sordum, önce isim buluyorsunuz sonra o isim üzerinden mi sonuca bağlarsınız dedim.
Ünlü yazar hayır tam öyle değil, aslında işin aslı öyle değil, açıkça söylemem gerekirse, hikayenin nasıl yazdığımı bende bilmem.
Aslında ben açıklayamam diyecektim, yanlış anlaşılmasın diye bilmem dedim.
Kalktım içtiğimiz çayların parasını vermek istedim, ünlü yazar olmaz sen benim misafirimsin dedi.
Kahveden çıkıp, deniz kıyısına Karaburun limanına doğru yokuş aşağı yürümeye başladım.
İşte nasıl hikaye yazılır, diye merak edenlere söyleyeceğim bunlar, en basit konular bile hikaye olabileceği anlayışı?
Terkos, Karaburuna ilk kez 1996-7 yılında gitmiş Karaburun kumsalında denize girmiştim.
Karaburun o zamanlar, daha sakin ve de bakir bir yer olarak sevmiştim.
Karaburun kumsalında o zamanlar, denize giren kadınların mayo giyen azdı?
Kadınların çoğu entari veya benzere şeyler giyerlerdi?
Bana yıllar önce Halkalı tren istasyonuna yakının bulunan derenin, Küçük çekmece gölü ile birleştiği yerde göle giren kadınların hatırlattı.
Çünkü orada da göle giren kadınlar entari ve benzer şeyler ile denize girer ve çok egzotik görünürdü gözüme (Benim hikayem)’de yazmıştım.
Bir gün Karaburun limanında deniz giriyorum, akşamüstü saat altı civarı, yol kıyısında arabanın muavini, son araba diye bağırıyor?
Aldatıyor sandım, hakikaten son arabaymış araba gitti, on kişi kadar bir kamyonun kasasına binip, Arnavut köyüne geldim, o da bende bir anı olarak kaldı.
Karaburunun güzelliği bende zamanla gitme alışkanlığa dönüştü, ailece Karaburun limanında ki, Dostlar kampında yazları 3-5 gün kalmaya başladık.
Bu alışkanlık halen devam ediyor.
Balıkçıların sabaha karşı denize balık avına çıkmaları, teknelerin çıkardığı pata pata sesleri arasında, çok hoş görüntü veriyordu.
Balık avı yasağı olduğu için olta balıkçılığı yapılırdı, olta ile tuttukları palamut balığı, küçük ama lezzetli olurdu.
Av yasağı bittikten sonra ağ balıkçılığına çıkarlardı, av yasağı bitişinde palamutlar da irileşmeye başlardı.
Dostlar kampında diğer tatilcilerle kurulan dostlukların tadı bir başka oluyor, akşama kadar denize girilir, akşamüstü liman da gezmesi, Yeniköye doğru yürüyüş yapmak.
Cumartesi günü kurulan Karaburun pazarını gezip alış-veriş yapmanın ayrı bir güzelliği vardı.
Pazar kurulur, üç-dört saat sonra pazar biter, pazarcılar toparlanmaya başlardı.
Dostlar kampının büfesi denize gelenlere ve de gelip geçenlere satış yapardı, ama en önemli müşterileri Karaburun limanında ki, tekne sahipleri ve teknelerde çalışan balıkçı tayfaları, günün geç saatlerine kadar, büfeden poşet poşet bira veya benzeri alkollü içecekler alırlardı.
Büfeci sadık anlatıyor: Artık akşamları ona doğru kapatıyorum.
İçki satışı 10’dan sonra yasaklandığından beri böyle dedi.
10’dan sonra gelen müşteriler sorun çıkartıyor.
Ayrıca bu konu da Jandarma çok hassas devamlı takip ediyor.
O yüzde 10 olmadan büfeyi kapatıyorum diyor.
Büfe önceleri gece 12-01’e kadar açık oluyordu.
SITKI SAVAŞI SORGULUYOR?
Sıtkı’nın sözlük anlamı: (Yalan söylemeyen dürüst).
Sıtkı fazlaca kullanılan bir isim değildir.
Sıtkı’yı yaşadığı şehirde herkesin tanıdığı, Sıtkı diye seslendikleri bir çocuktur.
Şehirde yaşayan büyükler, her şeyi bildiklerini söyleseler de?
Bu dünya ya neden gelindiğini, neden bu dünyada olduğumuz ve ne yapmam, konusun da söyleyecekleri fazla bir şeyleri yok?
Sabit düşünceleri olan büyükler, fazla düşünmeye gerek olmadığını söyleyip dururlar.
Geçmişten miras kalmış hazır fikirler zamanla eskir, ve etkisini yitirir.
Sıtkı birbirine benzer büyükler olacaksak dünya nasıl gelişecek ki, diye düşünüyordu?
Sabit fikirler bir kulağımızdan girer öbüründen çıkar?
Sıtkı sabit fikirlerden kurtulmak, ve bu tür düşünceleri kafası nın içinden atmak için, soru sorma yeteneğini geliştiriyordu.
Sıtkı’nın soruları büyüklere, koca bir şaşkınlık yaşatırdı.
Baharın ilk günleriydi, hikaye yazmak isteği Sıtkı da böyle başladı.
Doğduğu şehir ilk bakışta başkaları gibi bir şehirdi, orada da çeşitli dükkanlar, hastaneler ve mahpushaneler vardı.
Ama Şehir, ünü zenginliği savaş silahları üreten fabrika sayesindeydi.
Fabrikada savaş uçaklar, tanklar, çeşitli ağır ve hafif savaş silahları üretiyordu, başka bir anlatımla ve açıkçası silahları üreticisi olan şehir, gün geçtikçe zenginleşiyordu.
Savaş silahları üretmek kazançlı iştir, başka işlere benzemez, başka işlerde üretilen malları vitrine koyup alıcısını bekler durur, ama silah üretimi öyle değildir, ister yaz isterse kış olsun, silahların her zaman alıcısı vardır.
Fabrikanın patronun fabrikasını seyretmekten büyük haz alırdı.
Patronun en güvendiği adam fabrikanın Müdürü İdris sözlük anlamı; (1. İlim ve fende ileri seviyede olan. 2. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerîm’ de ismi geçen İdris Peygamber.)
Müdür İdris, iş yerinde düzeni sağlardı, çalışanları denetler eksik gedik var mı diye kontrol eder, paydos sonrası kapıları kapatıp, fabrikadan en son o ayrılırdı, böylelikle fabrikada düzeni sağlardı.
Müdür İdris’e şehirde ki, en önemli şey ne olduğu sorulunca?
O düzen olduğunu iddia eder, düzen sağlanmamış olan şehir veya ülke sağlıklı sayılmaz, bu yapıyı bozmaya kalkanı mutlak şekilde cezalandırılmalıdır, derdi?
Sıtkı, Müdür İdris haklı olmalı diye düşünse de böyle bağırması belli yaşa gelmiş insanın daha sakin olması gerekmez mi diye düşünürdü?
Düzeni sağlamak için bu şekilde bağırması yanlış değil miydi?
Müdür İdris’in bağırmasını duyan herkes rahatsız oluyordu?
Müdür İdris, rahat ve yaşıyorsak orada düzen vardır diyordu?
Söyleyin bakalım, kurulu düzeni bozan insanlara ne yapılır?
Sıtkı cezalandırılıyor, olmalılar dedi?
Bozguncular ortalığı karıştırıyordu, bu karıştırma sayıları karıştırmaya, veya evin orasını burasını karıştırmaya benzemez?
Suç işleyip ortamı bozan kişiler mahpushaneye konur.
Mahpushanenin gri renkli penceresi olmayan iç karartıcı duvarları vardı.
Bu yüksek duvarlar mahpusların firar etmesine mani olurdu.
Zaten, mahpushane iç karartıcı yer olmasa mahkumlar kaçmayı akıllarına getirmezdi.
Müdür İdris, bu arada mahpusların kötü kişiler olduğunu akıldan uzak tutulmaması lazım derdi.
Sıtkı, mahpuslar kötülüklerinden arınsın diye mi mahpushaneye kapatılıyor, diye sordu?
Müdür İdris, başkalarına kötülük yapmalarını engellemek için, onlara zarar vermelerine mani olmak için kapatıyorlar.
Sıtkı, aslında mahpushaneler daha eğitici yerler olsa, iyi insan olmaları daha da kolaylaşır, diye düşünüyordu.
Mahkumlar mahpushane avlusunda düşünceli şekilde volta atarlar, ve de mutsuz görünürler, mahpushane aslında bakarsan sıkıcı ve insanın içini karartıyordu.
Sıtkı, hiç bir suç işlememiş kişiyi mahpus haneye kapatılsa, çıktığında mutlak surette kötü insan olarak çıktığını sanıyordu?
Hikayemizde ki fabrika patronu çabuk karar veren kişiliğe sahipti ama verdiği kararları ince okuyup sık dokuması bir karar vermesi uzun sürmesine neden olmaktadır.
Bozguncular ortalığı karıştırdığından beri, silah alan savunma bakanları, tank ve tüfek gibi şeyleri almaktan vazgeçmişlerdi.
Fabrika patronu düzen bozucuları mahpusa kapatılıp, bu savaş karşıtlarını etkisiz hale getirilmeli ve bu durumu herkese duyurulmalı?
Savaş aletleri üreten fabrikanın zor duruma düşmesine sebep olmuşlardı.
Savunma bakanların, generallere savaş malzemeleri üreten fabrikanın yeniden geçmişte ki, gibi üretime devam edileceğini bildirilmeli.
Fabrika sahibi işleri düzeltmeye kuşkuyla bakıyordu.
Bu çöküşü durdurmak kolay değildi.
Yöneticiler yanlışlıklar karşısında yeni çıkış yolları bulurlar.
Sıtkı, düzenli hayata alışması kolay olmuyordu?
Sıtkı, uykusun da bile soru sorma huyundan vazgeçmiyordu?
Nedense soru sorması günlük yaşantısında vazgeçmediği huydu?
Gece korkulu bir rüya gördü, gördüğü nihayetin de rüya idi, rüyalara fazla takılmamalı.
Rüyasında at üretme çiftliğinde atların koşması sırasında, bir atın maniayı aşarken düşmesi, yerde yatarken acı içinde kıvranışı katlanıla bilir gibi değildir.
Kabustan kurtulmak için uykudan sarsıcı şekilde uyandı, nihayetinde yalnızca rüya imiş diyerek tekrar uykusuna dalmak istedi ama nafile uyuyamadı.
Düşen atın acısını hala içinde hissediyordu, aklına bir fikir geldi doğaya çıkıp hava alması iyi gelecekti.
Temiz hava gördüğü rüyayı unutmasına iyi gelecekti.
İnsanların bir özelliği de her türlü olumsuzluğa bile kısa zamanda alışmasıdır.
Yaşlı insanlar öğüt verirken yüksek sesle konuştuğu zaman kendisini dinlemeyen küçüklere sinirli şekilde, sana sesleniyorum dinlemiyorsun diye çıkışır.
Çocuk başını sallasa da, söylenenler bir kulağından girip diğerinden çıkardı.
Çocuklar yaşlı öğüt verenler aralarında konuştuklarını merak ederler.
Bu çocukların değişmeyen huyudur.
Şehirde dedikodu devam ediyordu sanki bir giz vardı?
Konuşulanlar arasında savaş kelimesi geçiyordu?
Savaş denilince insanın aklına kötü şeyler geliyordu?
Öğüt verenler aralarında konuştuklarında savaştan söz ediyorlardı.
Dünyanın tanık olduğu savaşlar birçok değişik nedenlerden ortaya çıkmıştı.
Bazı savaşlar toprak anlaşmazlığı nedeniyle bazıları ise ticari kaygılarla patlak vermiştir.
Bazı savaşlar normalde küçük sürtüşmeye bile yol açmayacak türde olmasına karşı bardağı taşıran son damla misali ortaya çıkarken bazıları ise büyük ittifaklar neticesinde başlamışlardır.
Değişik nedenlerle ortaya çıkan savaşlar temelde nüfus bölgelerini genişletip daha büyük menfaatlere ulaşmak ve bunları garanti altına almak gibi amaçlar içerir.
Ancak sonuçta savaşlar yıkıcı tahrip edici can yakıcı sonuçlara yol açarken bazen çıkışa neden olan problemleri çözücü bir rol bile oynamaktadır.
Bazen büyük ümitlerle girilen bir savaş mağlubiyetle birlikte büyük bir felaketle hatta tarih sahnesinden çekilmeyle sonuçlana bilmektedir.
Savaş korkunç bir şeydi, yaşanılan tüm kötülüklerden daha kötüdür.
Beter hastalıktan kötüdür savaş.
Sıtkı savaş konusunda bilgisini geliştirmek istedi, savaş kafasında kurduğundan daha da kötü bir şey mi diye sorguluyordu?
Korku içinde gözleri doldu vatanını harpte kaybedebilir?
Olacak şey değil harbin ne kadar acımasız olduğu fikrine hak verdi.
İnsan her hangi bir şeyi kaybettiği gibi vatanını da kaybeder mi hiç?
Savaş hakkın da anlatılacak ne çok şey vardı?
Çocuğunu savaş da kaybeden bir babayı hatırladı?
Savaş kötüdür her kez bir şeylerini kaybederler.
Sıtkı, savaş yaşadığımız dünyanın en kötü şeyidir diye düşündü?
Savaşa mani olmak için ne yapmak lazım çirkinliklerden nefret eden savaş da karşı olmalı yarın hemen bir şeyler düşünmeli.
Savaş çıkan her yerde işler bir birine karışır ama savaş malzemeleri üreten fabrikalar tam kapasite ile gece gündüz çalışır.
Sıtkı, savaşın nerede ve neden çıktığını sorguladığında haritayı gösteren müdür İdris işte şurada çölde dedi.
Sıtkı savaş neden çölde çıktı sebebine çöl için savaş edilir mi kumdan başka ne var çölde savaş kum için yapılır mı?
Petrol için savaş edecekler dedi müdür İdris.
Sıtkı çok saçma ve aptalca bir durum istenilen şey savaş yapılmaması değil mi zaten savaşı kimse istemez?
Müdür İdris kimse istemez ama dünya var olduğundan beri savaşlar olagelmiştir dedi.
Petrol o kadar savaş sebebiydi ki: Fransız devlet adamı Georges Clemenceau 1. Dünya savaşı sürerken “Bir damla petrolün değeri askerlerimizin bir damla kanına eşittir.” demişti.
1.’ci Dünya savaşının diğer bir adı da birinci paylaşım savaşıdır.
Paylaşım ifadesi petrolün Akdeniz ve Süveyş kanalı ticaret yollarının anahtarını elinde tutan Osmanlıyı paylaşmak anlamına gelir.
Şunun da bilinmesi lazım gelen savaşın başladığı yer bilinir ama ne zaman ve nerede biteceği belli olmaz savaş geniş alanlara da yayılabilir.
Savaş malzemeleri üreten fabrikalar zenginliklerine zenginlik katıyorlardı.
Bir top atışı ile birçok binayı yerle bir edilebilir anlaşılan zenginliklerine zenginlik katanlar yüzünden insanlar vatanlarını canlarını kollarını bacaklarını kaybediyorlardı.
Sıtkı, fabrika patronuna sordu peki siz kimden tarafsınız?
Onlar bizim yakın dostlarımız onlara yardım etmeliyiz.
O zaman yapılan bu savaş malzemeleri toplar ve tüfekler dostlarınıza gidecek.
Hayır, bir kısmı da karşı tarafa gidecek diye söyledi fabrika patronu.
Böyle bir şey olabilir mi dedi Sıtkı?
Fabrika patronu onlarla da eskiden beri ticaret yaparız onlarda iyi müşterimizdir.
Öyleyse üretilen savaş malzemeleri toplar tüfekler karşılıklı ateşlenecek ve şehirler insanlar yok olacak.
Fabrika patronu para kazanmak budur diye konuştu.
Sıtkı, sizin para kazanma yönteminiz çok çirkin ve zalimce bir şey dedi?
Bunu söyleyen savaş karşıtları zor kullanarak susturuyorlardı.
Savaş malzemeleri zamanında yerine ulaştırmak için fabrika sürekli çalışıyordu.
Savaş haberleri gazetelerin ön sayfalarını başlı başına kaplıyor.
Bu tür haberler heyecan ve telaş yaratıyor insanların canı çok sıkılıyordu.
Bu arada gazetelerde şeker ve ekmek gibi yiyeceklere zam haberleri eksik olmuyordu.
Nihayet barış imzalandı çöl yalnızlığına terk edildi savaş sonrası sessizlik hüküm sürmeye başladı.
Savaş malzemeleri üreten fabrika kapanmış bacasından duman tütmüyordu.
Barış iyi bir şeydi insanlar geçmişi hüzünle anıyorlardı.
Bütün hikayeler beklenildiği gibi bitmez artık yazacak hiç bir şey olmadığını düşünemezsiniz?
Anlatılan Sıtkı’yı artık tanıdığınız zann edersiniz aslında bilinmesi gereken hiç kimseyi ama kimseyi gerçek kimliği ile tanıyamazsınız.
(En iyi tanıdığınız en yakınlarınız bile sizden gizledikleri başka yönleri ve özellikleri olduğunu hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın.)
Sıtkı, barışsever olduğunu kişiliğini gizlemiyordu.
Çevresinde her kez onu tanıyordu bütün işler olağan şekilde devam ediyordu.
Artık mutlu musun diye sordu arkadaşı.
Hem de nasıl dedi Sıtkı.
Canım sıkılmıyor mu?
Neden sıkılsın ki?
Bizi bırakıp gitmek istemiyor musun hep bizimle mi kalacaksın?
Elbette niye böyle saçma bir şey sordun ki?
Aklıma geldi işte?
Ne demek istiyorsun benim öyküm burada bitmedi mi yani?
Göreceğiz dedi.
Bir kaç gün sonra üzüntülü bir şey müdür İdris uykudan uyanamamış.
Sıtkı ya haber şöyle söylendi müdür İdris ebediyen dinlenmeye çekilmiş.
Sıtkı, gidip nasıl dinlemesini görmek isterim dedi.
Görmek imkansız onun gittiği yön çok uzun yolculuk artık onu görmem imkansız.
Sıtkı, söylediğini anlayamadım bu nasıl oluyor o uyuyor ve gözleri kapalı o şekilde nasıl yolculuk edecek?
Derin uykuya dalmadan önce bize iyi geceler diyebilirdi?
Yok, yolculuğa çıktı ise neden bizlerle vedalaşmadı.
Sıtkı, bir şeyler gizlediğini anlıyordu gidip birilerine sormak lazım.
O başka dünyalara gitti artık bizden daha mutlu olmalı dediler.
Öyleyse ona neden zavallı denildiğine bir türlü anlayamıyordu.
Aslında o gökyüzüne çıkmadı bundan sonra mezara yatacak toprağın altında yatacak.
Sıtkı, gökyüzünde mi yoksa mezarda mı yerde mi yatacak.
Bu görüşlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu yerde mi gökte mi artık bir karar vermek gerekiyordu o her yerde olamazdı ya.
Sıtkı’nın arkadaşı müdür İdris öldü dedi.
Öldü mü diye haykırdı Sıtkı ama savaş çıkmadı ki?
Ölmek için savaş çıkması gerekmez savaş sadece daha fazla ölümlere sebep olur.
O çok yaşlanmıştı ve de her yaşamın sonu ölümle biter.
Ağla Sıtkı ağlamak insanı rahatlatır.
Bazıları ise ağlayamazlar gözyaşı akıtmayan insanın yüreği kararır.
Sıtkı, mezarlığa gitti mezarlık ne güzel yerdi mezarlık sanki huzur veriyordu?
Selviler de ne güzel görünüyordu.
Aslı (Sır) aslında ölümdür.
Sıtkı, bir şeyi daha anlıyordu çiçeklerin iyileştiremediği tek hastalık ölüm olduğunun farkına vardı.
Sıtkı, ölüm denen gerçek varken neden insanlar devamlı bir birleri ile didişirler ve de birbirlerine zarar verişlerine kadar anlamsız diye düşünüyordu.
DENİZ KIYISINDA Kİ, KASABA?
Yazlıkçıların mekanı olan deniz kıyısında ki, kasaba derin uykudadır.
Hava sakin alabildiğine sessizlik var köpeklerin havlaması bu sessizliği bozuyor sabahın aydınlığı belirginleşmeye başlamak üzere kasabada her kez uykuda.
Yalnız yazlıkçılara hitap eden deniz kıyısında ki, büfenin sahibi Aydının genç karısı uyuyamamış yatağa girse de bir türlü uyku tutmamış kalkıp büfenin kapısını açmış sırtında bir tişört denizi seyrediyor.
Sıcaktan bunalmış can sıkıntısı içini kemiriyor nedeni belirsiz bir hüzün bütün benliğini sarmış.
Kocası Aydın da kalkmış bahçede ki, ağaca yaslanmış uykusuna devam ediyor rüya görüp tatlı tatlı gülümsüyor.
Uykusunda bütün kasaba halkı öbek öbek bira almak için büfeye doğru geldiklerini görüyordu yanında bomba patlasa derin uykusundan uyanmazdı.
Büfecinin karısı uzaklara kadar her yeri her bir tarafı görme şansına sahipti.
Gün ağrıyor gecenin sessizliğini bir takım ayak sesleri bozuyor büfecinin karısı rutin jandarma kontrolü sanıyor.
Gelenler yavaş gelip büfeye doğru bakıyorlar.
Uzun boylusu burnuma bira kokusu geliyor öyle ya burası büfe nasıl da unuttum geçen sene buradan bira almıştım, büfeci de suratsızın teki kocaman bir suratı var.
Kısa boylu şişman olanı büfeci uyuyor diyor karısı da uykudadır.
Kadın öyle güzel ki, bir bilebilsen?
Uzun boylu zayıfı evet görmüştüm ne dersin arkadaşım o güzel kadın bir suratsızı sevebilir mi olur mu öyle şey?
Kısa boylu şişman adam büfeciye acıyormuş gibi yok sevemez dedi.
Arkadaşım düşünsene o güzel kadın şimdi yatağında uyuyordur.
Arkadaşım düşünsene sıcaktan yorganı üzerin den atmış büfeci sahip olduğu güzelliğin farkında mı?
Uzun boylu zayıf olan adam ister misin büfeye girip bir şeyler alalım belki büfecinin karısında görmüş oluruz.
Kısa boylu şişman olanı tam zamanını buldun sende olmaz öyle şey?
Neden olmasın hadi girelim!
Peki dediğin gibi olsun!
Büfeci kadın kapının arkasına saklanmış ve ağaca yaslanıp ayakta uyuyan kocasına bir göz atıktan sonra kapıyı ardına kadar açıyor.
Uzun boylu zayıf adamla kısa boylu şişman adam dükkana giriyorlar kadın onları tepeden tırnağa güzelce süzüyor.
Şişman olanın en ufak bir harekette gömleğinin düğmeleri patlayacakmış gibi gergin yüzü terlemiş uzun boylu zayıf olanın güzel yüzü kızarmış yanakları ile tam bir kadına benziyor.
Büfecinin karısı göğsünü kapatarak, “Ne istiyorsunuz baylar” diyor.
Şey bize dört bira tuzlu fıstık veriniz.
Kadın hiç acelesi yokmuş gibi raftan bir kavanoz indiriyor istenilen miktarda tuzlu fıstık tartıyor.
Bu sırada iki müşteri yiyecekmiş gibi gözlerini kadına dikiyorlar.
Uzun boylu zayıf adam doğrusu sabah karanlığın da büfede çalışan kadını ilk defa görüyorum diyor.
Büfecinin karısı zayıf adamın al yanaklarına bir göz atarak bunda şaşılacak ne var kocamın çırağı olmadığı için ona ben yardımcı oluyorum.
Büfecinin karısı alınanları bir poşete koyup uzun boyluya veriyor.
Şişman olanı yüz lira uzatıyor kadın para üstünü veriyor.
Bir an sessizlik oluyor adamlar birbirlerine bakıp kapıya doğru gidiyorlar.
Uzun boylu zayıf adam harika bir kadın böylesini arasan bulamazsın büfeci beyefendi nasıl harika bir hazineye sahip olduğunun farkında değil?
Kadın kapının önünde durup uzun boylu zayıf adamla kısa boylu şişman adamın büfeden çıktıktan sonra aralarında fısıldadıklarını görüyor.
Kendi hakkında mı konuşuyorlar merak ediyor heyecanlanıyor.
Kalbi hızlı hızlı çarpıyor duyduğu bu duygunun sebebini ne olduğunu kendi de bilmiyor.
Şişman adam biraz ileride uzun boylu zayıf adamdan ayrılıp kendi yoluna gidiyor.
Uzun boylu zayıf adam büfeye doğru geri dönüyor şaşkın şekil de dolanıyor sonunda büfeye giriyor.
Büfeci aydın sesleniyor müşterimi geldi sabah sabah neyin nesi?
Aydın toparlanıp “Bir şey mi istediniz” diye gelene soruyor.
Beş liralık tuzlu fıstık verir misiniz?
Büfeci Aydın homurdanarak uyku sersemliği ile kavanoza uzanıyor.
Az sonra büfecinin karısı uzun boylu adamın büfeden uzaklaşınca elinde ki, fıstıkları yola doğru fırlattığını görüyor.
O sıra şişman adam ortaya çıkıyor aralarında konuşup sonra sabah saatlerin de gözden kayboluyorlar.
Büfecinin karısı kocasına bakıp çok mutsuzum! Ne kadar çok mutsuzum!
Üstelik kimse benim bu halimi bilmiyor!
Acı için de gözyaşlarını tutamıyor!
MUTLU SONA EREN KARI-KOCA KAVGASI.
Aydın akşam işten gelmiş acıkmıştır.
Allah bilir karısı ne yemek yapmış önüne koyar hiç ses etmeyeceksin!
Aydın sesini çıkardığında karısı hüngür hüngür ağlaması bağırıp çağırması ve gözyaşı!
Aydın işte o an adam evlendiğine bin pişman olur yumruğunu masaya vurduğu gibi yerinden fırlayıp kapıyı da çarparak yatak odasına gitti.
Karısı ise ağlamaya devam ediyordu akşam yemeği zehir olmuş oldu.
Aydın neden evlendim ki, diye kendi kendine soruyordu?
Oysa evlilik güzel şeymiş diye duymuştu aile yaşantısı en güzel şey diye anlatılanları duymuştu.
Evleneli az zaman olduğu halde Aydın’ı canından bezdirmişti.
Aradan bir saat geçti geçmedi yatak odasının kapısında karısının ayak seslerini duydu bundan sonrası her zaman ki, bilinen hikaye?
Aydın biraz önce kendisine bağırıp çağıran kalbimi kıran karısı barışmak için şimdi de kapı önünde dolaşıp duruyor diye düşündü ama asla onunla barışmam barışacağıma kendimi öldürürüm daha iyi.
Kapı aralandı karısı yavaşça içeriye girdi ve yatağa sokuldu aydın istediği kadar özür dilesin onunla tek kelime konuşmayacağım isterse üzüntüden ölsün?
İşte konuşmak istemiyor uyuyorum aydın uyuyormuş gibi horlamaya başladı.
Aslına bakarsan erkeklerde kadınlara benzerler onları kızdırmak da yumuşatmak da pek kolaydır.
Aydın sırtında karısının sıcak bedenini hissedince kendini yatağın kenarına attı ve karısını ayağı ile itti kadın ona doğru sokuluyor ve kendince cilveler yapıyordu.
Aydın kaçıncı defadır hep aynı şeyler bıktım şimdi omuz öpmeler başlayacak aydın başının üstünde derin bir soluk hissetti sonra bir soluk daha kendine küçük bir elin dokunduğunu hissetti.
Aydın ne olursa olsun karısını bağışlaması gerektiğini düşündü ona fazla zarar verip üzmeyeyim acı sektirmeyeyim karısına nasıl istersen öyle olsun!
Ama bu son olsun seni bağışlıyorum üstelik suçta bende olmadık şeyden kavga çıkardım.
Yeterince acı çektirdim zavallıcığına! “Tamam, karıcığım geçti!”
Aydın karısının sıcak bedenini kavrayıp kucakladı.
MUTLU BİR KASABA?
“Bir şeyi gerçekten var olmayan bir şeyleri düşünmek ne kadar akla yakındır.”
Bu hikaye İstanbul’un Karadeniz kıyılarında ki, kasabada geçmektedir.
Bu kasaba dünyanın her hangi kasabasından farkı yoktur şunu açıkça söylemeliyim anlatılan kasabanın güzelliği anlatılacak gibi değil onun hareketli görünüşü hemen fark ediliyor.
Onun Dünya’nın her yanında ki, kasabalardan ayıran özelliği fark edebilmek için uzun süre beklemeniz gerekmiyor.
Örneğin Karadeniz’in muhteşem manzarası kuş sesleri yeşilliği kısacası her türlü özellikleri içinde barındıran bir kasabayı kötü düşünüle bilir mi?
İnsanlar mevsimlerin değişmesi baharın gelişi kasabanın hareketlenmesine yol açan bir bahardır.
Yazın yazlıkçılar güneşin yakıcı sıcaklığı Kara denizden esen rüzgar ile serinlerler.
Sonbaharda tersine yazlıkçıların gidişi kasabayı hüzün sarar.
Kışın ise sakin güzel günler olarak geçer.
Bu kasabayı tanıtmanın en doğru yolu orada yaşayan insanlar nasıl çalıştıkları ve nasıl sevişip nasıl öldüklerini öğrenmektir.
Kasabanın güzelliğinin etkisinden mi nedeni bilinmez bizim küçük kasabamız da bütün bunlar hep bir arada farkına varılmadan yapılan işlerdir.
Yani insanlar mutluluktan alışkanlıklar edinmek için çabalamazlar.
Kasabamız insanları aşırı şekilde çalışmazlar.
Tek hedefleri zengin olmak değil mutlu yaşamaktır.
Çalışırlar didinirler kendilerine göre işleri böyle yürütürler.
Bunların bir özellikleri de basit şeylerden mutluluk duymalarıdır.
Deniz onların vazgeçilmez eğlenceleridir.
Bütün yaz denize girerler akşamları evlerinin balkonlarında keyif ederler.
Kasaba insanları sabahtan akşama kadar yorucu şekilde çalışır kendilerine kalan saatler de kahvede oturup gevezelik etmeleri görünür ve bu da olması gereken şeydir şüphesiz.
Fakat öyle kasabalarda vardır ki, orada yaşayan insanlar başka şeylerde düşünürler ama böyle düşünmeleri sürdürdükleri hayatı farklı etkisi olmaz.
Bizim kasabamızda erkekler kadınlar kendilerini ümitsiz bir aşka kaptırıp hayatlarını çıkmaza sokarlar ya da uzun süren bir alışkanlığın ellerine kendilerini bırakırlar bu iki alışkanlığın ortası yoktur.
Kasabamızda en kendine özgü olan (Ölüm) gelince karşılaşılan zorluktur?
İnsanın hasta olması hoş karşılanacak durum değildir?
Ama öyle kasabalar vardır ki, hastayı kurtulamayacağı hastalığa karşı korur.
Hasta acizdir biçaredir tutunacak güvenecek dal arar bu en tabii şeydir.
Çünkü hasta kendini aciz ve yalnız hisseder.
Büyük bir insan kitlesinin mutlu şekilde yaşarken (Ölüm)’ün kendisini alt etmeye çalışan ölümün tuzağına düşmüş bir kimseyi düşünün?
Böylesine mutlu kasabada birden bire çıkıp geliveren (Ölüm) ne fena bir durum olacağı belli değil mi?
Şimdiye kadar anlattıklarım kasabanın ne olduğunu yetecek kadar bilgi vermişimdir.
Yaşadığımız hayatta hiçbir şeyi olduğundan fazla büyütmemeli anlaşılması gereken kasabada geçen hareketli görünüşüdür.
İnsanların alışkanlıkları bir yana günlerini mutlu şekilde geçirebilirler.
Bu şekilde bakınca hayat şüphe yok ki çok çekici görünür.
Kasabanın o şahane manzarası ağaçların dinlendirici bir hali vardır.
Kasabanın eşi bulunmaz denize hakim manzarasını da eklemek gerek.
Hikayecinin anlatmaya çalıştığı olaylara tesadüfen karışmış bulunmasından kendine çıkaracağı hiç bir gurur payı olamaz bu yüzden bu konularda kendini yetkili bulamaz.
Bilenler bilir ki, amatör bir yazarda olsa anlatılanların bir belgeye dayandırması lazımdır.
Bu hikayeye karışmış kasabada ki, insanların anlattıklarını kaydetmiş hayata geçirmiştir.
ÜZGÜN YÜZÜM.
Martılara bakmak için rıhtımda durup dururken üzgün yüzüm bu semtte devriye gezen bir polisin dikkatine çarptı.
Havada süzülen kuşların seyrine öylesine dalmıştım ki!
Havalanıyorlar sonra pike yapıp suda yiyecek arıyorlar ama çabaları boşa gidiyordu.
Liman ıpıssız su yeşilimtırak pis ve kalın bir yağ tabakası kaplamıştı üzerini kabuk bağlamış yeryüzünde kaldırılmış atılmış çeşit çeşit öteberiler yüzüyordu.
Gemi falan yoktu görünürde vinçler pas tutmuş depolar haraptı fareler bile rıhtımda ki, bu kara yıkıntılar da eğleşiyordu anlaşılan;
Ortalıkta ses seda duyulmuyordu dışarıyla her türlü bağlantı kesileli yıllar olmuştu.
Bir martıyı gözüme kestirmiş uçuşunu izliyordum havanın patlayacağını sezmiş bir kırlangıç kadar ürkek çokluk suyun yüzüne yakın süzülüp duruyor.
Yalnız arada bir yolunu arkadaşlarının yoluyla birleştirmek üzere çığlık çığlığa yukarılara fırlamayı göze alıyordu bir şey dile deseler her şeyden önce martılara vermek için ekmek dilerdim.
Ekmekten koparıp atar martıların gelişi güzel uçuşlarını beyaz noktalarla bir düzene sokar uçup gelecekleri hedefler yapardım.
Kendilerine karmakarışık yolların oluşturduğu bu çığlıklı örgüye suya atacağım ekmek parçalarıyla gerginlik verirdim; bir yumak iplik gibi elime atıp benden yana çekerdim örgüyü ne var ki, ben de onlar gibi açtım; onlar gibi yorgun;
Öyleken mutluluk içindeydim; çünkü ellerim cebimde olduğu yerde dikilip martılara bakmak ve üzüntü yudumlamak hoş bir şeydi.
Ama birden resmi bir elin omuzlarıma konduğunu duydum.
“Benimle gelir misiniz?” dedi bir ses eli omuzumdan çekerek beni geriye döndürmeye çalıştı; ama yerimden kımıldamadım.
Bir silkinişten eli attım omuzum dan serinkanlı: “Çıldırdınız mı siz?” dedim.
O hala görünmeyen kişi: “Arkadaş!” dedi “Sözlerine dikkat et!”
“Anlayamadım beyim!” cevapladım ben.
O öfkeyle: “Bey falan yok aramız da!” dedi.
“Hepimiz arkadaşız”
Bunu üzerine yan tarafıma geçerek beni süzmeye başladı.
Mutluluk içinde havada gezinen bakışımı boşluktan alıp ister istemez onun uslu gözlerine daldırmak zorunda kaldım yıllar yılı ha babam işe koşulmuş bir manda kadar ciddiydi.
“Nedeni…” diye başlayacak oldum.
“Yeter neden var” diye cevap verdi “Üzgün yüzünüz!”
Güldüm “Gülmeyin!” dedi öfkesi şaka değildi.
İlkin tutuklayacağı vesikasız bir orospu yolda yalpa vuran bir gemici bir hırsız ya da bir kaçak ele geçiremediğinden canı sıkılmış olabileceğini düşündüm ama şimdi anlamıştım ki, niyeti ciddiydi beni tutuklamak istiyordu. “Gelin benimle!” dedi.
“Peki, neden?” diye sordum sakin göz açıp kapamama kalmadı baktım sol bileğim de ince bir kelepçe o anda anladı ki, hali gene dumandı.
Son bir kez hava da uçuşan martılara çevirdim yüzümü güzelim kurşuni göğe baktım arkadan ansızın bir dönüşle kendimi suya atacak oldum;
Bir mahzende polisler tarafından boğulmaktan ya da deliğe tıkılmaktansa bu kirli sularda öbür dünyayı boylamak daha güzel göründü gözüme gel gelelim polis birden beni öylesine bir güçlü kendiden yana çekti ki, başaramadım.
“Peki, neden?” diye sordum bir kez daha?
“Yasa var mutlu olmanız gerekiyor” dedi.
“Mutluyum ben!” diye bağırdım.
“Üzgün yüzünüz” dedi ve başını salladı.
“Ama bu yasa yeni” diye cevapladım.
“Otuz altı saat oldu çıkalı” dedi.
“Bilirsiniz ki, yasalar ilan edildikten yirmi dört saat sonra yürürlüğe girer.”
“Ama böyle bir yasadan haberim yok benim.”
“Haberiniz olmayışı cezadan kurtarmaz sizi yasa önce ki, gün bütün hoparlörlerle bütün gazetelerle ilan edildi ve” sözün burasın da küçümser bir edayla bana baktı.
“Ve ne basının ne de radyonun nimetlerinden yararlanmayan lara uçaklardan atılan broşürlerle duyuruldu.
Broşür atılmadık yol iz kalmadı ülkede son otuz altı saati nerede geçirdiniz göreceğiz bakalım arkadaş!”
Bunun üzerine çekip götürdü beni.
İşte o anda havanın soğukluğunu ve sırtımda palto bulunmadığını fark ettim o anda açlığım son kertesine ulaştı.
Birden guruldamaya başladı midem ancak o anda anladım ki, pisliğe bulanmış ve tıraşsızım partalla içindeyim oysa her arkadaşın temiz pak tıraşlı mutlu ve karnı tok olmasını buyuran yasalar vardı.
Hırsız olduğu kanıtlanıp düşlerini kurduğu bostan kıyıcığına veda etmesi gereken bir korkuluk gibi polis beni önüne katmış ite kaka götürüyordu.
Yollar boş karakol yakındı hani çok geçmeden bir neden bulup beni yine tutuklayacaklarını biliyordum ama öyleyken kararı verdi yüreğim;
Çünkü polis çocukluğumun geçtiği limanı gördükten sonra gidip dolaşmaya niyetlendiğim yerlerden geçiriyordu beni eskiden güzelliğini dağınıklık ağından alan çalılarla örtülü bahçeler ağaçlardan geçilmeyen yollar şimdi düzenlenmiş düzene sokulmuş temiz pak dikdörtgenler halinde ulusal birliklerin pazartesi çarşamba ve cumartesi yürüyüşleri için hazırlanmıştı?
Yalnız gökyüzü yine eskisi gibi hava yüreğimin düşlerle dolup taştığı o eski günlerde ki, gibiydi önlerinden geçerken kimi sevgi kışlaların da bu çarşamba sırası gelip beden sağlığı ile ilgili zevklerini giderecekler için resmi başlama işareti bulunan tabelaların asılmakta olduğu çarptı gözüme kimi meyhaneler de ülkenin resmi renkleri açık kahverengi koyu kahve rengi açık kahverengi ile çaprazlama boyanmış tenekeden bira kupalarını içkiye bağlama işareti olarak meyhanenin kapısından dışarı savurup atmaya yetkili kılınmıştı.
Anlaşılan resmi listeye göre bugün içki sırası gelip çarşamba birasından paylarını alacakların yüreklerini kuşkusuz sevinç doldurmuştu.
Kiminle karşılaşsak açıktan açığa bir hamarat lık seziliyordu halin de ince bir hamaratlık havasına bürünmüşlerdi.
Polisi görür görmez hamaratlıkları kuşkusuz artıyordu hepsi hızlı hızlı yürüyor görevlerin den başka bir şeycik düşünmeyen bir yüz takınıyorlardı.
Mağazalardan çıkan kadınların yüzlerine kendilerinden beklenen o sevinçli ifadeyi vermeye çalıştığı görülüyordu; çünkü akşamları önlerine nefis yemekler çıkararak devletin işçilerinin canlarına taze can katmakla görevli ev kadınlarının görevlerinden ötürü sevinmelerini yüzlerinin gülmelerini buyuran yasalar vardı.
Ama bütün bu insanlar ustalıkla bizden kaçıyor biri de çıkıp yakınımızdan geçmiyordu yolda canlı adına gördüklerimiz kendilerine yirmi adım kadar kala yitiveriyordu gözden; herkes acele bir mağazaya girmeye ya da köşeyi kıvrılmaya bakıyordu?
İçlerinde yabancı bir eve dalıp ayak seslerimiz duyulmaz oluncaya kadar korkuyla kapı ardında bekleşenler de vardı sanırım yalnız bir defasında bir yol kavşağından geçerken yaşlıca bir adamla karşılaştık.
Şöyle göz ucuyla bakınca üzerinde ki, işaretlerden adamın öğretmen olduğunu çıkardım artık bizden kaçabileceği gibi bir durum yoktu ortada; dolayısıyla önce yönetmeliğe uyup polisi selamladı.
Ki, bunu da katıksız itaat işareti olarak elinin ayasıyla kendi başına üç kez vurarak yaptı).
Sonra görevinin gereğini yerine getirip üç kez yüzüme tükürdü ve üç kez de “Hain domuz” diye bağırdı.
Tükürürken iyi nişan almıştı ama her halde o gün fazla sıcaktan boğazı kurumuş olmalıydı ki, yalnız ufak tefek bir iki parça bir şey geldi yüzüme.
Bende bunları yönetmeliğe aykırı olarak mihmani bir davranışta bulunup kolumun yeniyle silmeye kalktım o anda kıçıma bir tekme attı polis belimin ortasına bir yumruk indirdi ve sakin bir sesle diye ekledi ki, bu bir polisin uygulama yetkisine sahip olduğu cezaların en yumuşağı ve ilki demekti.
Öğretmen acele uzaklaşmıştı başka da herkes bir yolunu bulup bizden kaçıyordu yalnız bir kadına daha rastladık;
Uçuk benizli şişko bir sarışın; gece zevklerinin eşiğinde bir sevgi kışlasının önüne çıkmış yönetmeliğin buyurduğu havalandırma işini yapıyordu?
Geçerken eliyle şöyle bir öpücük yolladı bana ben de teşekkür yollu gülümsedim polis bir şey fark etmemiş gibi yaptı aldıkları buyruk gereği söz konusu kadınların öyle hareketlerine göz yumuyorlar ki, aynı hareketleri başka bir arkadaş yapsa ağır cezalara çarpılmaktan hiç yolu yok kurtaramaz?
Kendini nedeni de genel çalışma şevkinin artmasına hatırı sayılır ölçüde yardımları dokunduğundan yasa dışı kimseler gözüyle bakılıyordu.
Bu kadınlara bir hoşgörü ki sonunun nereye varacağı devlet felsefesi filozofu Dr. Bleigoeth tarafından herkesin okuması gereken (Devlet) felsefe dergisinde ele alınıp Liberalizm başlangıcının bir belirtisi diye damgalanmış bulunuyor.
Dün başkente gelirken uğradığım bir çiftliğin tuvaletinde elime bir öğrencinin herhalde çiftlik sahibinin oğlunun pek zeki çıkmalarla donattığı birkaç sahife geçti ondan biliyorum.
Bereket versin sirenler çalmaya başladığında karakola varmıştık;
Çünkü sirenler sokakların yüzlerinde hafif mutluluk okunan kişilerle dolup taşacağını haber veriyordu.
Hafif bir mutluluk; iş bitiminde pek sevinmek işin bir yük olduğu anlamına gelebileceğinden yasaklanmıştı.
Çünkü oysa işe başlarken sevincinden bayram yapmak sevincinden şarkılar söylemek gerekiyordu yani biraz daha geç kalsak sokakları dolduracak bu binlerce kişinin yönetmelik gereği atacağı tükürüğe hedef olacaktım.
Ama paydosa on dakika daha vardı paydosa on dakika kala çalıyordu sirenler; çünkü herkes şimdi ki, devlet başkanının “Mutluluk ve sabun” parolasına uymak ve işi bırakmadan on dakika adam akıllı yıkanıp temizlenmek zorundaydı basit bir beton yığını olan semt karakolunun kapısında iki nöbetçi bekliyordu.
Ben yanlarından geçerken o adet haline gelmiş “Bedensel önleme” başvurup kasaturalarıyla şakaklarıma güçlü darbeler indirdiler tabancalarının namlularıyla pat küt yapıştırdılar.
Köprücük kemiklerime ve böylelikle 1. numaralı devlet yasasının giriş bölümünde söylenilen sözleri yerine getirdiler:
Her polisin yakalanan kimselere (Tutuklanan demek isteniyor) zoru temsil ettiğini göstermesi gerekir.
Ancak yakalanan kimseyi yakalayan polis gereken bedensel cezalandırılmaları sorgulama sırasında baş vurmak mutluluğuna ereceğinden bu buyruk dışında kalır.
1. Numaralı Devlet yasasının kendisi ise şöyle der: Her polis her kişiyi cezalandırmak yetkisine sahiptir.
Suç işlemiş herkesi cezalandırmak zorundadır.
Hiç bir arkadaş için cezadan bağışıklık diye bir şey yoktur.
Cezadan bağışıklık olanağı vardır.
Derken büyük büyük bir sürü penceresi bulunan uzun ve çıplak bir koridordan geçmeye başladık koridorun bitiminde bir kapı kendiliğinden açılı verdi çünkü nöbetçiler gelişimizi içeriye bildirmişti.
Herkesin mutlu bulunduğu kimsenin kötü yakışıksız bir davranışa kalkışmadığı herkesin tüketimi emredilmiş yarım kilo sabunu harcama yolunda çaba gösterdiği o günlerde yakalanmış bir kişinin (Bir tutuklunun) gelişi büyük bir olaydı.
İçerisinde yalnız telefonlu bir yazı masasıyla iki koltuk bulunan neredeyse boş denecek bir salona girdik benim salonun orta yerine gidip durmam gerekiyordu.
Polis ise miğferini çıkarıp oturdu ilkin ortalık sessizdi olup biten bir şey yoktu hep böyle yaparlar işin en berbat tarafı da budur.
Zaten yüzümün giderek ufaldığını hisseder gibiydim yorgun ve açtım o üzüntü mutluluğunun son zerresi de silinip gitmişti üzerimden.
Çünkü biliyordum ki, hapı yutmuştum artık aradan birkaç saniye geçti üzerinde ön sorgu yargıcının üniformasıyla sarı yüzlü uzun boylu biri sessiz sedasız girdi içeri bir şey söylemeden oturup bana baktı.
“Mesleğiniz nedir?” diye sordu?
Arkadan “Sadece bir arkadaş”
“Doğum tarihiniz?”
“Bir, bir” diye cevap verdim.
“Son işiniz?”
“Tutukluluk” iki görevli bakıştı.
“Tutuk evi ve çıkış tarihiniz?”
“Bina on iki hücre on üç dün.”
“Salı verildiğiniz yer?”
“Başkent” “Belgeniz?”
Cebimden tutuk evinden çıkış belgesini alıp uzattım; verdiğim cevapların yazıldığı yeşil karta iğneledi belgeyi.
“O zaman ki, suçunuz?”
“Mutlu bir yüz” iki görevli bakıştı.
“Nasıl?” dedi ilk sorgu yargıcı.
“O zaman” dedim.
“Başkanın ölüm günüydü herkesin yas tutması buyrulmuştu.
Yüzümde ki, mutluluk bir polisin dikkatine çarptı.”
“Ceza süresi?” “Beş yıl?” “Hal ve gidiş?” “Kötü” “Neden?”
“Çalışmamın yetersizliği” derken ön sorgu yargıcı ayağa kalktı üzerime doğru geldi bir vuruşta tam ortada ki, üç ön dişimi kırdı.
Böylelikle sabıkalı damgasını yemiş oluyordum beklemediğim sert bir önlemdi bu arkadan ön sorgu yargıcı odadan çıkıp haki üniformalı şişman bir genç adam olan sorgu yargıcı içeri girdi.
Sorgu yargıcı üst sorgu yargıcı baş sorgu yargıcı hazırlık yargıcı ve son yargıç hepsi de pat küt indirdiler.
Beri yandan da polis yasaların buyurduğu bedensel cezaları uygulamakta gecikmedi.
Beş yıl önce yüzümde ki, mutluluktan ötürü nasıl beş yıl hüküm gidimse şimdi de yüzümde ki, üzüntü nedeniyle on yıl hüküm giymiş bulunuyorum.
Şu önümde ki, mutluluk ve sabun taşan on yılı bir atlata bilirsem artık yüz diye bir şey taşımamanın yoluna bakacağım.
DOSTLUK BAŞKA ALIŞ-VERİŞ BAŞKA
Benim kara borsacı arlanıp uslanmış artık hanidir gördüğüm yoktu aylar var görmüyordum derken bugün kentin bambaşka bir semtinde trafiğin yüklü bulunduğu bir yol kavşağında ele geçirdim.
Kendisini burada tahtadan bir satış tabakası işletiyor;
Barakaya üstün nitelikte pırıl pırıl bir ak boya çekilmiş baktıkça bakası geliyor insanın benim kara borsacının başının üstün de çinkodan enfes oturaklı bir tavan yağmurdan ve soğuktan korunuyor sigara satıyor horoz şekeri satıyor ve sattıklarının tümü ak borsa şimdi.
İlkin sevindim bir kimsenin yeni baştan yaşam düzenine ayak uydurabildiğini görmek ne de olsa sevindiriyor.
İnsanı hani kendisini tanıdığım da berbattı hali dertlenir dururduk başımızda askerlik ten kalma kepler vardı.
Elime bir para geçmeye görsün gider bulurdum kendisini kimi açlıktan konuşur savaştan konuşurduk param bulunmadığı zamanlar bana bir sigara ikram ettiği olurdu bazen ekmek kuponları getirirdim kendisine çünkü tam o sırada bir fırıncı için taş kırıyordum.
Anlaşılan benim karaborsacının işleri tıkırında şimdi yüzünden neredeyse kan fışkıracak.
Yanakların da ancak düzenli olarak yağlı yemeden ileri gele bilecek bir peklik halinden kendine güven taşıyan bir ifade?
Baktım horoz şekeri almaya gelen ufak pasaklı bir kızın parası beş kuruş noksan çıktı diye bir temiz paylayıp kovdu oradan?
Sanki dişlerinin arasında saatler sürecek bir uğraşma sonu ancak temizleyebileceği kadar et parçacığı kalmış gibi dilini harbie ağzının ötesine berisi de gezdiriyordu işi çoktu; boyuna sigara satıyor horoz şekeri satıyordu.
Belki gitmesem daha iyi ederdim ama ben vardım yanına; “Aydın!” dedim ve kendisiyle konuşacak oldum bir vakitler hepimiz de bir birimize sen demiştik sonra kara borsacılar biriyle konuşmak istedi mi ona sen derler.
Hep bizim ki bir hayli şaşırmıştı tuhaf tuhaf yüzüme baktı: “Anlayamadım?” dedi.
Sonra beni tanıdığını ama benim kendisini tanımamdan pek memnun kalmadığını sezmiştim sesimi çıkarmadım kendisine hiç “Aydın!” dememişim gibi yapıp bir kaç tek sigara aldım o sıra elime biraz para geçmişti sonra dönüp yürüdüm ama bir süre daha gözetledim kendisini.
Tramvayımın gelmesi gecikmişti beri yandan eve gitmeyi de şuncacık canım istemiyordu?
Evde boyuna gelip benden para istiyorlar, ev sahibi kadın kirayı istiyor, elektrikçi parasını istiyor, hem sigara içmem yasak evde;
Ev sahibim ne olsa kokusunu alıyor sigara içtiğimi de anlamaya görsün küplere biniyor sigaraya gelince para bulduğumu kiraya gelince param olmadığımı söyleyip çıkışıyor.
Çünkü yoksulların sigara içmeleri rakı içmeleri günahtır.
Bunun günah sayıldığını biliyor bildiğim için bu işi gizli yapıp sigaramı sokakta içiyorum ancak ara sıra yatakta uyanık yattığım evin baştan başa sessizliğe gömüldüğü zamanlar bilirsem ki, sabaha kadar sigara dumanının kokusu silinip gidecek tutup evde de sigara içtiğim zaman oluyor.
İşin berbat yanı bir mesleğim olmaması şimdilerde insanın bir mesleği bulunması gerekiyor da öyle diyorlar bir vakitler hep söylenirdi meslek olmasa da olur bize yalnız asker gerekli derlerdi.
Şimdi insanın bir mesleği olsun diyorlar böyle söylemeye başladılar ansızın insanın bir mesleği yoksa tembel olurmuş ama dedikleri doğru değil tembel falan değilim ben;
Ne var ki, benden yapmam beklenen işleri de yapmayı istemiyorum yıkıntıları temizlemek taş kırmak ve buna benzer işler iki saat çalışmaya göreyim kan ter içinde kalıyorum gözlerim kararıyor kalkıp doktora varsam bir şey yok deyip geçiyorlar belki de sinir bozukluğundandır.
Şimdiler de sinir bozukluğu sözlerini ağızların dan düşürmez oldular ama öyle sanıyorum ki, yoksul kişilerde sinir bulunması günah hem yoksulluk çek hem sinirlerin bozuk olsun?
Bu kadarını da katlanılmayacak kadar fazla buluyorlar ama ben dokuz yıl yanılmıyorsam belki daha fazladır iyice bildiğim yok bir vakitler bir meslek edineyim diye can atıyordum?
Ah bir tüccar olsam diye içim gidiyordu ama o vakitler neye yarar artık konuşmak şimdi tüccar olmak isteğini bile duymuyorum artık en iyisi yatağa uzanıyor düşlere dalıyorum.
Bir köprüyü ya da bir büyük binayı kaç yüz bin iş gününde yapabileceklerini hesap kitap çıkarıyor sonra bir dakikada köprünü de binanın da hakkından gelebilecekleri düşünüyorum bu durumda daha çalışır mısınız?
Bu durumda çalışmak akıl karı değil bence yeniden bir kafeterya yapsınlar diye taş taşıdığım ya da yıkıntıları temizlediğim sırada beni deli eden sanırım işte bu gibi düşünceler demin sinir demiştim ya bana kalırsa yapılan işlerde bir saçmalık var da ondan.
Aslını ararsanız onların ne düşündüğü umurumda değil benim ne var ki, hiç parası da bulunmaması insanın çok kötü şey.
Ben onu bunu bilmem parası olacak bir adamın değil mi ki, elektrik saati var oturduğu yerde bir lamba var ara sıra tabii ki, elektrik harcayacaksın düğmeyi çevirir çevirmez ampul den uçup gitmeye başlar para?
Haydi, elektrik harcamadın gene para ödeyeceksin saatin parasını o da olmadı oturduğun yerin kirasını ödeyeceksin anlaşılan insanın da bir yerde oturması gerekiyor.
İlkin de bir bodrum da oturuyordum yerim fena değildi bir sobam vardı sobada yakmak için de briket aşırırdım ama derken gazeteciler ele geçirdi beni gelip fotoğrafımı çektiler.
Yurda dönen bir askerin sefaleti başlığı altında resimli bir yazı döşendiler başka bir yere taşınmaktan gayrı yapacak bir şey kalmadı benim için.
İskan müdürlüğündeki zat bu işin kendileri için bir prestij sorunu olduğunu söyleyince gösterdikleri odayı tutmak zorunda kaldım kuşkusuz ara sıra para kazanmıyor değilim bu belli bir şey bir ayak işi oldu mu görüyorum briket taşıyor taşıdığım briketleri bodrum köşelerine bir güzel istif ediyorum briket istif etmekte de bir ustayım ki!
Hem ucuza yapıyorum bu işi elbet öyle pek fazla kazanmıyorum aldığım kiraya yettirdiğim olmuyor hiç kimi ancak elektrik parasını ödüyor birkaç tek sigarayla ekmek ala biliyorum o kadar.
Köşede durup dururken işte bunları aklımdan geçirdim artık uslanıp arlanmış olan benim kara borsacı arada kuşkulu gözlerle bana bakıyor bu domuz herif çok iyi tanır beni iki yıl boyu hemen her gün bir araya gelip konuşur sanız herhalde iyi tanırsınız bir birinizi belki kendisinden bir şey aşırmaya geldiğimi sanmıştır.
O kadar aptal mıyım ben insanın karınca kadar kaynaştık dakika başında bir tramvayın durduğu sonra köşede bir polisin beklediği bir yerde bir şey götürmeye kalkacağım benim bir şey aşıracağım yerler bambaşkadır.
Ara sıra kaldırdığım şeyler olmuyor değil kuşkusuz kömür gibi şeyler sonra odun hatta geçenlerde bir fırından ekmek bile arakladım bir an bile sürmedi ve kolay oldu ekmeği kaptığım gibi çıktım dışarı telaşlanmadan yürüdüm.
İlk köşe başına gelince başladım koşmaya adamda sağlam sinir kalmamış ki!
Böyle bir köşede bir şey araklamak kimi zaman basit bir iştir ama bana göre değil benim sinirlerim hapı yutmuş bir kez.
Ben beklerken bir sürü tramvay gelip geçmişti benim kisi de içlerindeydi çok iyi gördüm benim tramvay geldiği zaman yan gözle bana bakmıştı?
Aydın bu domuz herif hangisinin benim tramvay olduğunu hala unutmamış ama ben ilk sigaramın izmaritini atıp bir ikinci sigara ateşledim ve yerimden ayrılmadım.
Anlayacağınız izmaritleri kaldırıp atacak kadar durumu düzeltmiş bulunuyorum ama biri sessiz sedasız ortalar da dolaşıyor yerden izmarit devşiriyordu eh arkadaşları da düşünmek gerek hala izmarit devşiren kimseler var bu işi yapanlar da hep değişik kişiler.
Tutsaklığım sırasında izmarit toplayan Albaylarla karşılaşmış tım ama şimdi ki, Albay filan değildi gözetledim kendisini ağında sinmiş bekleyen bir örümcek gibi bir sistem uyguluyordu bir yerde yıkıntının ortasında kurmuş olacaktı karargâhını.
Bir tramvay gelmeye ya da kalkmaya görsün hemen ortaya çıkıyor alabildiğine sakin kaldırımın kenar taşı boyunca yürüyüp izmaritleri devşiriyordu yanına varıp kendisiyle konuşmayı çok isterdim içimden bir duygu benim de onun sınıfından olduğumu söylüyordu;
Ama biliyordum ki, böyle yapmam saçmaydı bu gibilerin ağzından laf alınmazdı.
Çünkü ne oluyordu bana bilmem bu gün hiç eve gitmeyi canım istemiyordu evde olmak düşüncesini bile aklıma getirmekten ürküyordum ne olursa olsun umursamaz bir halim vardı bizim semte bir tramvay daha geldi binmedim tutup bir sigara daha yaktım bilmem ki neyimiz eksik.
Belki bir gün gelir profesörün biri bulur neyimizin eksik olduğunu da gazeteler yazıp açıklayamayacakları bir şey yok çünkü derken bir istek uyandı içimde sinirlerim sağlam olsa da şöyle savaşta ki, gibi bir çalıp çırpabilsem dedim savaşta şipşak yağdan kıl çeker gibi yapabiliyorduk.
Bu işi o vakitler savaşta iken ne zaman araklanacak bir şey olsa ister istemez bizleri yollarlardı onlar başarır bu işi deyi verdiler mi kalkar yola düşerdik.
Bizden olmayanlar bizim arakladıklarımızı bizimle yiyip içtiler yalnız arakladığımız öteberileri evlerine yolladılar her bir şeyi yaptılar ama araklamaya gelince hayır sinirlerinin sağlam lığına diyecek yoktu doğrusu derken evlerimize döndük onlar oturdukları yerden geçerken biraz yavaşlayan bir tramvaydan iner gibi indiler.
Savaştan yolculuk ücreti ödemeden anlayı verdiler aşağı şöyle ufak bir dolaşmadan sonra evlerinin kapısından içer girdiler ve işe bak sen büfe hala yerli yerindeydi kitaplık az bir şey tozlanmıştı o kadar;
Bodrumda hanımın aldığı patatesler hanımın yaptığı reçeller duruyordu yaklaşık aldığı üzere biraz şöyle kollar arasına alınıp kucakladı.
Hanım ertesi sabah eski çalışan yer boş duruyor mu hala sorulup soruşturulmak için yola düşüldü:
Evet hala boş duruyordu her bir şey kusursuzdu gerekince hastalık sigortasına başvurulabilirdi yine.
Bir berbere uğranılıp rahatsızlık veren sakalı tıraş ettirilmesi gibi nazikliğin şöyle birazı da atıldı üzerleriden nişanlandan yaralamalardan yiğitliklerden dem vuruldu sonunda ortaya çıktı ki, yaman kişiymiş de insan kendisinin haberi yokmuş hatta tramvay için haftalık abonman kartları bile alına bilmekteydi eskisi gibi her bir şeyin düzene girdiğine bundan iyi işaret mi olurdu?
Bizlere gelince bizler yolculuğa devam edip durduk habire ödeyeceğimiz yolculuk bedeli kendiliğinden arttı.
Sonra beraberimiz de sürüklediğimiz hiçliğin kurşundan yükü için bu büyük ve ağır bagaj içinde navlun ödememiz gerekiyordu gelip giden bir sürü kontrolöre omuzlarımızı silkip boş ceplerimizi gösterdik tramvay çok hızlı yol aldığından nasıl olsa aşağı atamazlardı bizi “Sonra insandık değil mi ya!”
Ama tekrar tekrar adımızı sanımızı yazdılar not edilip durduk sürekli.
Tramvayda hızlandıkça hızlandı açıkgözlerimiz hiç vakit geçirmeden neresi olursa atlayı verdiler aşağı sayılarımız giderek azaldı içimizde ki, inmek istediği durmadan yitirdi gücünü inmekten yavaş yavaş daha çok korkmaya başladık.
Son durağa gelir gelmez bagajımızı tramvayda unutarak açık arttırmalı satışa sunulması için bulunmuş eşya bürosuna bırakarak tramvay dan inmeyi gizliden gizliye kafamıza koymuştuk ama son durak görünmedi bir türlü.
Yolculuk için ödeyeceğimiz ücret büyüdükçe büyüdü tramvayın hızı arttıkça arttı kontrolörler bize daha bir kuşkulu gözlerle bakar oldular; bizler ne düğü belirsiz bir alay insandık.
Üçüncü sigaramın da izmaritini kaldırıp atarak usul usul durağa yürüdüm artık eve yollanmaya niyetleniyordum başım dönmeye başlamıştı aç karnına o kadar çok sigara içmek doğru değil biliyorum.
Benim eski kara borsacının şimdi ak borsa ticaretiyle uğraştığı yerden ayırdım gözleri mi elbet kızmaya hakkım yok?
Başarmasını bilen biri; kuşkusuz tam zamanında tramvaydan atlayıp indi aşağı ama bilmem bir horoz şekeri almak için beş kuruşları çıkmadı diye çocukları paylamak da var mı bu işte?
Belki bu da vardır ak borsa ticarette bilmem.
Tramvayın gelmesinden önce izmarit devşiren arkadaş yine çıktı ortaya alabildiğine sakin kaldırımın kenar taşı boyunca yürüyüp bekleşenlerin önü sıra izmaritleri toplamaya başladı.
Yerden izmarit toplanmasına iyi gözle bakmıyorlar biliyorum izmarit devşirenler olmasa daha çok sevinecekler ama var ne zaman ki, tramvaya bindim bir kez daha baktım.
Aydın ama o hemen başını çevirip bağırmaya başladı: Çikolatalar, bonbonlar sigaralar haydi ucuz ucuz!
Neden bilmem ama beş kuruşu çıkışmadı diye kimseyi geri çevirmediği o eski günler de daha çok hoşlanmıştım kendisinden ama şimdi ne de olsa doğru dürüst bir işi var.
Eh dostluk başka alışveriş başka?
BİR ŞEY OLACAK!
Ömrümün en dikkate değer dönemlerinden birini öyle sanıyorum ki, ayakkabı fabrikasında memur olarak geçirmiş bulunuyorum.
Doğuştan daha çok düşüncelere dalmaya ve aylaklığa kaçan bir kimseyim ama harbie sürüp giden maddi güçlükler -çünkü ne düşünüp durmak ne de aylaklık beş paralık bir kazanç sağlamıyor adama- zaman zaman bir iş tutmaya zorluyor beni.
İşte yine durumumun böyle alabildiğine bozulduğu bir gün gidip iş ve işçi bürosunun aracı ellerine bıraktım kendimi benim gibi aynı dertten rahatsız yedi arkadaşla ayakkabı fabrikasına yollandık burada bir işe yarayıp yaramayacağımız bir sınav sonunda anlaşılacaktı.
Daha fabrikayı görür görmez bir güvensizlik sardı içimi: Baştan aşağı cam tuğlalardan yapılma bir bina idi bense işten nefret ettiğim kadar aydınlık binalardan ve aydınlık odalar dan da nefret eden biriyim duvarları iç açıcı ve açık renk yağlı boya ile boyanmış aydınlık bir kantine alınıp önümüze şipşak bir kahvaltı çıkarıldığı görünce daha da arttı güven sizliğim.
Şirin garson bayanlar bize yumurta kahve ve tost taşındı önümüz de zarif sürahiler içerisinde portakal suyu duruyor açık yeşil akvaryumda kibirli suratlarını cam duvara yapıştırılmış kırmızı balıklar görülüyordu.
Garson bayanların öylesine neşeli halleri bir halleri vardı ki, neşeden çatlayacaklardı.
Sanki sanırım kendilerini enikonu zorlamasa lar da ha babam şarkı mırıldanıp duracaklardı.
Hani nasıl tavukların yumurtlamamış yumurtalarla doludur, içleri garson bayanlarda işte öylesine söylenmemiş şarkılarla doluydu o saat dert ortaklarımız habersiz göründükleri bir noktayı yani kahvaltının da sınav kapsamına girdiğini sezmiş bu yüzden lokmaları ağzımda kendimi vererek bedenimi değerli besinler ilettiğini çok iyi bilen bir kişi bilinciyle çiğnemeye başlamıştım.
Bu dünya yüzünde bana hiç bir gücün yaptıramayacağı bir şeyi yaparak aç karnına portakal suyu içmiş kahveyi yumurtayı tostun büyük bir parçasını olduğu gibi bırakıp kalkmış çalışmaya can atan biri gibi kantinin içinde aşağı yukarı gidip gelmeye başlamıştım.
Derken herkesten önce sınav odasına alındım nefis masalar üzerinde soru kağıtları hazır bekliyordu duvarlar öyle bir yeşile boyanmıştı ki, koyu dekorasyon meraklılarının kendilerini rengin mi büyüsüne kaptırır.
“Enfes” sözcüğünü ağızlarından çıkarmaması olur şey değildi.
Görünür de kimsenin kendisini gözetlemediğini sandığı zaman nasıl davranırsa ben de sabırsızlıkla dolma kalemi çıkardım cebimden kapağını açtım karşıma gelen ilk masaya oturdum; hemen parlayan kimselerin lokanta da ve gazinolarda hesap pusulalarını çekip alışlarında ki, edayla sorulu kağıttı çektim önüme.
İlk soru: İnsanın yalnız iki kolu iki ayağı iki gözü ve iki kulağı olmasını yerinde buluyor musunuz?
İlk kez burada düşüncelere dalmakla vakit geçiren bir kimse oluşumun semeresini toplayıp duraksamadan döşendim (Dört kol dört ayak dört göz ve kulak bile) dedim (İçimde ki, iş görme isteği için az gelir;) İnsanlar hiç de kendilerine yetecek kadar organla yaratılmamıştır.
İkinci soru: Bir çırpıda kaç telefon birden idare edebilirsiniz?
Bu soru da benim için birinci dereceden bir denklemin çözümü çok kolaydı (Yedi telefon bile olsa) dedim ancak (Sabırsızlanmakta devam ederim ancak dokuz telefonla baş etmem gerektiği zaman hafifleşmiş hissederim kendimi.)
Üçüncü soru: Akşam paydostan sonra ne yaparsınız?
Cevabım: (Paydos diye bir şey bildiğim yok artık; On beşimde sözlüğümden çıkarıp attım bu kelimeyi çünkü dünyada her şeyden önce iş vardır.)
Böylelikle işe alındım gerçekten dokuz telefona birden bakmam gerektiği zaman bile hafiflemiş hissetmiyordum kendimi.
Kulaklıkların içerisinde haykırıp duruyordum: (Hemen harekete geçiniz!) ya da (Bir şeyler yapınız! -Bir şeyler olması gerekiyor! -Bir şeyler olacak! -Bir şey oldu -Bir şeyler olması gerekirdi.
Ama bu çalıştığım yerin havasına daha uygun olduğu bulduğum için en çok emir kipi kullanıyordum.
Kantin de çevremiz sessiz bir neşeyle sarılı bol vitaminli yemekler yediğimiz öğle paydosları hayli ilgi çekiciydi.
Pek içten kişiler hayatlarını anlatmaktan nasıl zevk duyarsa ayakkabı fabrikasında yaşam serüvenlerini anlatmaya can atan kimselerle dolup taşıyordu yaşam öyküleri yaşadıkları hayattan daha değerliydi bu kimseler için;
Belli bir düğmeye basıverin hemen yaşam öykülerini kıvançla kusuyorlardı önünüze.
Ayakkabı fabrikasının ustabaşı Yalçının yardımcısı Bekir adında biriydi.
Bekir üniversitede öğrenciyken geceleri çalışıp yedi çocukla kötürüm bir kadına bakmış beri yandan dört ayrı firmanın ticari temsilciliğini başarıyla yürütmüş öyleyken iki yıl içerisinde iki devlet sınavını pekiyi dereceyle vermiş ve bütün bu nedenlerden ötürü kendisine haklı bir ün sağlamıştı.
Birinde gazete muhabiri: (Ne vakitler uyuyorsunuz Bay Bekir?) diye sormuşlardı da (Uyumak günahtır) diye cevaplamıştı.
Sekreterine gelince örgü örerek dört çocukla bir kötürüm kocayı geçindirmiş aynı zamanda ruh bilimi ve yurttaşlık konularında doktora yapmış çoban köpekleri yetiştirmiş ve barlarda şarkı söyleyerek “Vamp 7” adıyla tanınmış bir kadındı.
Ustabaşı Yalçın’ın kendisi ise sabahları uyanır uyanmaz harekete geçmeyi kafalarına koyan kimselerdendi böyleleri bir yandan banyo bornozunun kemerini bağlarken öte yandan harekete geçmeliyim diye söylenir dururlar.
Kendi kendilerine bir yandan tıraş olur öte yandan harekete geçmeliyim diye düşünürler musluğun altında tıraş makinesin den temizledikleri sabun köpüğüne karışmış kıllara muzaffer bir edayla bakarlar: Bu kıllar iş görme tutkularının ilk kurbanlarıdır.
Ayrıca tuvalette daha bir gizli saklı gördükleri iş de memnunluk uyandırır böylelerinde; su hışırdanmış tuvalet kağıttı kullanılırmış.
Yani bir şey olmuştur ve ekmek yenilir yumurtanın uçurulur başı en önemsiz hareketleri bile bir iş görüyormuş gibi edayla yapıyordu.
Yalçının şapkayı giyişi enerjiden yerinde duramayarak paltosunun düğmelerini ilikleyişi karısını öpüşü hepsi bir iş havası içinde gerçekleşiyordu.
Bürosuna girdiği vakit sekreterine günaydın yerine: (Bir şey olması gerekiyor!”
Diye sesleniyordu ustabaşı Yalçın’ın sekreteri ise şen bir edayla: (Bir şey olacak!) diye bağırarak cevap veriyordu.
Arkadan yalçın kısım kısım fabrikayı dolaşmaya koyuluyordu (Bir şey olacak!) sözleri neşeli bir değişle yineliyordu?
Her gittiği yerden (Bir şey olacak!) cevabını alıyordu.
Bana gelince bende ustabaşı Yalçın odama girmeye görsün (Bir şey olacak!) haykırışıyla karşılıyordum kendisini.
İlk hafta başa çıkabildiğim telefonların sayısının dokuzdan on bire ikinci hafta on üçe yükselmiştim.
Sabahları tramvayda giderken yeni yeni emirler bulmak veya olmak fiilini çeşitli kipler çeşitli cinsler bildirme ve dilek kipleri arasında koşturmak hoşuma gidiyordu.
Bakıyorsun iki gün pek güzel bulduğum için (Bir şey olması gerekirdi!) cümlesini ağzımdan düşürmüyor bir diğer iki gün ise (Bunun olmaması gerekirdi!) cümlesinden başkasını ağzıma almıyordum.
Böylece üzerimde cidden bir hafiflik hissetmeye başlamıştım ki, gerçekten bir şey oldu bir salı sabahı daha doğru dürüst yerime oturmadan doludizgin yalçın girdi içeri (Bir şey olacakmışım gerek!) özlerini haykırdı.
Yüzünde ki, anlatılmayacak ifadeyi görünce ödevinizi yapın: (Bir şey olacak!) diye bağırmakta duraksadım sanırım hayli bir zaman duraksamış olacağım ki, pek öyle bağırdığım seyrek görülen Yalçın bir kükremeyle çıkıştı bana: (Cevap verin!) dedi. (Ödevinizi yapın cevap verin!)
Bunun üzerine: (Ben bakayım!) sözlerini söylemeye zorlanan bir çocuk gibi usulca istemeye istemeye cevap verdim.
Ancak son bir çabayla: (Bir şey olacak!) cümlesini çıkara bildim ağzımdan ben daha böyle der demez baktım gerçekten bir şey oldu:
Yalçın yıkıldı yere yıkılırken yan döndü açık kapının önünde çapraz durumda öylece kaldı.
Öldüğünü hemen anlamıştım masanın çevresinde dolanıp yanına sokulduğumda da yanılmadığımı gördüm?
Başımı sallayarak Yalçının üzerinden atladım ağır ağır koridorda yürüyüp Bekir’in odasına geldim ve kapıyı tıklatmadan girdim içeri. Bekir masasının başında oturuyordu;
Her iki elinde bir telefon kulaklığı ağzında bir tükenmez kalem vardı tükenmez kalemle bir deftere not alırken çıplak ayaklarıyla yazı masasının altında ki, bir trikotaj makinesini çalıştırıyor ve böylelikle ailesinin giyim kuşan bakımından eksik gediklerinin giderilmesine katkıda bulunuyordu.
Hafiften:(Bir şey oldu!) diye seslendim.
Bekir tükürür gibi yapıp ağzından kalemi çıkardı her iki kulaklığı da yerine koydu kararsızlıkla ayak parmaklarını trikotaj makinesinden çekip aldı.
(Nedir olan?) diye sordu.
(Bay Yalçın öldü!) dedim.
(Hayır!) diye cevap verdi.
(Öldü) dedim (Gelin bakın!)
(Hayır!) dedi yeniden (Olamaz!
Ama yine de terliklerini ayağına geçirip peşim sıra koridorda yürümeye başladı.
Yalçın cesedinin yanına gelip durduğumuzda: (Hayır!) diye tekrarladı Bekir (Hayır hayır!)
İtiraz etmedim dikkatle davranıp Yalçın’ı sırt üstü döndürdüm gözlerini kapadım ve düşüncelere dalarak cesedi seyre koyuldum.
Yalçın’a karşı adeta bir yakınlık vardı içimde ve ilk kez ona karşı şimdiye kadar bir nefret duygusu beslemediğimi anladım oyun arkadaşlarını hayli güçlü kanıtlarına kulak asmayarak Noel Baba’nın varlığına inanmakta ayak direyen çocukların kine benzer bir ifade vardı yüzünde (Hayır!) diye söylendi.
Bekir (Hayır!) hafifçe (Bir şey olması gerek!) dedim. Bekir’e (Evet!) diye cevap verdi (Bir şey olması gerek!)
Bir şey oldu Yalçın gömüldü tabutun ardı sıra yapma güller den bir çelenk taşımak için beni seçmişlerdi nedenine gelince ben yalnız düşüncelerle oyalanmaya ve aylaklığa karşı eğilimle yaratılmayıp kara giysilere domuzuna giden bir vücut yapısına ve bir yüze de sahip bulunuyordum.
Anlaşılan elimde yapma güllerden çelenkle Yalçın’ın tabutunun ardı sıra yürürken halime hiç diyecek yoktu; çünkü sonradan bir defin enstitüsünden bir teklif aldım yanlarında yas tutucu olarak çalışmam isteniyordu.
GÜLÜCÜ.
Ne iş yaptığımı soran olmasın apışıp kalıyorum kızarıp bozarıyor kekeliyorum; oysa kendinde emin bir kimse diye tanır herkes beni, ben duvarcıyım deyi verenlere imreniyorum doğrusu kitapçı, berber, yazar olduklarını itiraf edenleri bu itiraflarında ki, sadelikten ötürü kıskanıyorum; çünkü bütün bu meslekler kendi kendileri açıklıyor uzun boylu açıklamalara gereksinme göstermiyor.
Bana gelince böylesi sorulara hep şu cevabı vermek zorundayım: “Gülücükyüm” böyle bir itiraf başka itirafları zorunlu kılıyor; çünkü “Nasıl bununla geçinebiliyor musun sorusuna?” da gerçeğe uygun olarak “Evet!” ile cevaplamam gerekiyor.
Sahiden de gülücülük sayesinde geçinip gidiyorum hem de iyi; geçiniyorum çünkü benim gülüşüm –ticari bir deyimle- rağbette.
İyi bir gülücü çekirdekten yetişme bir gülücükyüm kimse gülemez benim gibi kimse bu sanatın inceliklerini benim kadar kıvıramaz hani ona buna sıkıcı açıklamalarda bulunmak zorunda kalmamak için uzun süre kendimi oyuncu diye gösterdim; ama mimik ve konuşma yetene o denli güçlü ki oyuncu adını gerçeğe uygun bulmadım.
Gerçeği severim gerçek de işte gülücü olmam ne bir palyaço ne de bir komiğim insanları neşelendiremem de neşeyi temsil ederim; bir Roma imparatoru gelmiş geçmiş insanları ve bütün yaş gruplarının gülüşleri gibi güle bilirim gibi ya da içli bir lise mezunu gibi güler.
17. yüzyılın gülüşünün 19. yüzyılın gülüşü üstesinden gelirim ve gerekirse bütün yüz yılların bütün toplum katlarının bütün yaş gruplarının gülüşünü gülebilirim; ayakkabılara pençe vurmak nasıl öğrenilirse bende işte bayağı öğrendim;
Amerika’nın bu akçıl kırmızı sarı gülüş de öyle; uygun bir ücret karşılığı yönetmenin istediği gibi çın çın öttürürüm bu gülüşü onsuz yapamayacak biri oldum artık; plaklara gülüyor bantlara gülüyorum radyo oyunu yöneticileri el üstünde tutuyor.
Beni kara sevdalı ölçülü isterik gülüşleri gülüyor bir tramvay biletçisi ya da bir bakkal çırağı gibi gülüyorum; sabah gülüşü akşam gülüşü gece gülüşü alaca karanlık gülüşü kısaca nerede ve nasıl gülünmesi gerekiyorsa hepsini de alnımın akıyla çıkıyorum içinden.
Böyle bir iş için yorucu dersem bana inanılacak tır sanırım; hele ki, bu da -benim en başta gelen numaram- o bulaşıkan gülüşün de altından kalktığımı söylersem böylece haklı olarak numaramda ki, esprinin güme gitmesinden korkan üçüncü ve dördüncü derecede ki, komikler içinde vazgeçilemeyecek bir kimse aşamasına yükseldim;
Hemen her akşam varyete salonların da sağa sola oturuyor soylu bir alkışçı gibi programın yerlerinde bulaşıkçı kahkahaları koyu veriyorum.
Bunu sipariş üzre ölçülü biçimli bir gülüş olması bu yürekten çığlınca gülüşün vaktinden önce ya değil tam anında devreye sokulması gerekiyor.
Planladığım gibi makaraları koyu veriyorum birden salonda ki, bütün seyircilerde benimle basıyor kahkahayı dolayısıyla espri kurtulmuş oluyor.
Bense sonradan bitkin olmasından mutlu paltomu geçiriyorum sırtıma evde çokluk telgraflar buluyorum:
“Acele gülüşünüze gereksinmeniz var bant da alma: Salı” Derken bir kaç saat sonra içerisi cehennem gibi sıcak bir eksprese atlıyor alın yazımdan dolayı yakınıp duruyorum böylece çeşitli biçimlerde gülüyor ama kendi gülüşümü asla hatırlamıyorum.
BU DA ONUN HAKKI
Eminönü-Kadıköy vapur iskelesinin yanında oturmuş olta ile balık tutanları seyrediyorum.
Balıkçı olta ile tuttuğu balıkları bir kaba koymuş her halde hava alsın diye bir köşesini açık bırakmıştı.
Kedi geldi ve pençesi ile delikten balık çıkartmaya çalışıyordu.
Ben balıkçıyı ikaz ettim o da kediyi kovaladı.
Balıkçının yanına önceden tanıştıkları belli olan arkadaşı geldi ve hazırlığını yapıp oltasını denize atıp beklemeye başladı.
Yeni gelen balıkçı tuttuğu ilk balığı kediye verdi. (Bu da onun hakkı dedi)
Balıkçının yaptığı bu hareket öyle hoşuma gitti ki, anlatamam böyle vicdanlı insanları var olması beni çok mutlu etti yaşama olan bağımı güçlendirdi.
DUA EDEN ÇOCUK
Topkapı - Habipler arası çalışan Tramvaya, Topkapı durağından bindim.
Ali Fuat Başgil durağına doğru geliyorum, hemen karşıma 4-5 yaşlarında olan erkek çocuk ile babası oturdu.
Çocuğun saçı yukarı doğru taramış çok güzel görünüyor, neredeyse delikanlı çok yakışıklı olmuşsun diye takılacaktım.
Çocuk çok hareketli ve cıvıl cıvı tramvay şehitlik durağına yaklaşırken şehit mezarları göründü çocuk ellerini kaldırıp dua etmeye başladı.
O an ben koptum ağlamamak kendimi zor tuttum.
GÜZEL ŞEYLER.
Evin balkonunda oturuyorum Ada park tarafından geldikleri belli olan ailenin 5-6 yaşlarında ki, küçük kızı annesinden su istedi.
Su şişesini alan küçük kız çömelip suyu içişi gözüme çok güzel göründü.
Ada parkta yürüyüş yapıyorum karşıdan baba ile 5-6 yaşlarında ki, kızı geliyor.
Babası külahta dondurma yiyor küçük kız baba yavaş ye sonra boğazın ağarır diye babasına öğüt veriyor.
Ada parkta at binme yeri var insanlar ata binip tur atıyorlar ata binenlerin çoğunluğu 3-6 yaş aralığında ki, küçük kız çocukları sonra aynı yaşlardaki erkek çocuklar ve büyük kızlar erkekler.
Kenarda ata binenleri seyrediyorum küçük kız babasına sesleniyor, baba atı seveceğim, baba atı seveceğim, biraz sonra baktım baba kızını ata bindirmiş.
Kaynakça:
1. sait faik abasıyanık. seçme hikayeler. t.i.b.k. yay. 2014.
2. yeşil parmaklı tistu. maurice druon. can sanat yay. 2013.
3. kosova’nın çanakkale kahramanları. yard. doç. dr. ebubekir sofuoğlu. yarımada yay. 2015. ist.
4. anton pavloviç çehov. doktor çehov’dan öyküler. can yay. 2005. nobel ilaç hekimlerimize armağandır.
5. o. henry. son yaprak. gözlem yay. 1994.
6. heınrıch böll. cüce ile bebek. türkçesi: kamuran şipal. nobel yay. dizisi.
7. albert camus. veba. türkçesi: oktay akbal. say kitap. 1985. ist.
8. insan ne ile yaşar? tolstoy. şüle yay: 2004. -17. baskı-
9. anton pavloviç çehov. dünya klasikleri. trend yayın basım. ist 2006.
10. iyi insan olmanın kodları. fehmi demirbağ. efor yayınevi. 2015. ist.
Paylaşılarak esinlenerek ve feyz alınarak yazılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder