MUTLULUK
“Ne kadar aklımıza uygun yaşıyorsak hayatın anlamını o kadar az anlarız.” Leo Tolstoy.
Dünya nedir anlam nedir?
Ne zaman dünyanın anlamını kavramış oluruz?
İnsanın kendini anlaması öncelikle insanlığın geçtiği dönemleri sonra da?
İçinde yaşadığı zamanı anlaması ile mümkün oluyor.
İnsanlığın tarihini gelişimini değişimini davranışlarını öğrenmemiz tamda bu nedenle çok önemliydi.
Çok bilinen bir yanlış sanal dünyayı gerçek dünyadan ayrı tutmaktır.
Halbuki “Sanal dünya” ve “Gerçek dünya” diye iki ayrı dünya yok.
Geçmişte ki, insanla bu günkü insan aynı?
Dünyayı insanları geçmişi ve bulunduğumuz zamanı anlamanın insanlığımızın temellerinden biri olabileceğinin farkına yavaş varıyoruz.
İçinde bulunduğumuz dünyayı üç aşağı beş yukarı anlamaya başladığımızda ise belki daha mutlu olmuyoruz ama en azından sebep-sonuç ilişkisi kurabilecek duruma gelebiliyoruz.
Bize armağan edilen hayatın bir nimet olduğunun bilincine varılması bize sunulan hayat diye isimlendirdiğimiz bu emanet dünya yaşamının en büyük değerdir.
Doğduğumuz andan itibaren hayat su gibi akıp gidiyor.
Hızla dünya hayatımızın sonu olan ölüme koşuyoruz.
Her sabah her yeni gün bize hediye edilir.
Ve bu hediyelerin toplamı ömrümüzü oluşturur.
Bu değerimizi doğru anlamalı anlamlandırmalı ve ona vermemiz gereken gerçek değerinin ve sorumluluğumuzun farkında olmalıyız.
Günlük koşuşturmalar içerisinde güzel değerleri farkına varamıyor.
Sonra da keşke şöyle mi yapsam ağırlığı altında eziliyoruz.
Günümüzün dünyasında durup düşünmeye sakinleşme hayatı anlamaya anlamlandırmaya pek vaktimiz olmuyor.
Günlere aylar geçip gidiyor yıllar yerinde durmuyor ve hayat bitiyor bizi beklemiyor bittimi bitiyor.
Hayat, meçhul’den gelip meçhule giden süreçte kemale erme yolculuğudur.
İnsan kendisini geliştirdiği yaşanan bir süreçtir.
“İki gününü eşit olan ziyandadır.”
Öğretisine sahip olan ümmeti olarak yol yorgunluğuna düşmeden bu süreci tamamlamak görevimizdir.
Nihayetinde hepimiz yolcuyuz.
Bir gencimiz hayatı daha iyi tanıyabilmek ve anlamayabilmek için sırt çantasını alarak dünyayı dolaşmaya karar veriyor.
Bu genç gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gider.
Gezgin genç bilgenin yaşadığı evde tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü.
Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra yerde bir kilim duvar dibin de yatak olarak kullanılan bir sedir ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sorar: “Neden hiç eşyanız yok?
Koltuklarınız kanepeleriniz büfeleriniz onlar nerede.”
Bilge bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sorar gezgin gence; “Senin de yalnızca sırtında taşıdığın küçük bir çantan var yavrum” dedi.
“Peki, senin eşyaların nerede?”
Gezgin genç kendini savunurcasına yanıtlar bu soruyu:
“Ama görüyor sunuz ben yolcuyum.”
Ünlü bilge hak verircesine güldü: “Bende öyle yavrum bende öyle.”
Hayat doğum-ölüm arasında ki, karşıtların çatışmasının ismidir.
Hepimiz doğduğumuz andan itibaren bu hayat yolunda.
İnsanlık macerasında imtihan yurdunda büyük buluşmaya ebedi hayata yol alan yolcularız.
Peki, hayat denen şey nedir?
Hayatı nasıl doğru olarak anlaya biliriz?
Nasıl anlamlandırabiliriz?
Hayat bir savaş mıdır?
Bir rekabet alanımıdır.
Bir kavga mıdır?
Bu kargaşa içerisinde sükûnet içerisinde yol alabilmek midir?
Yoksa herkesin saygı/sevgi içerisin de doğaya uyarak doğal olarak yaşanması ve vakti gelince de Terk-i Dünya eylemesi gereken bir durak mıdır?
Hayata nereden bakıyoruz?
Cama bakan camdaki kiri gördüğü gibi hayata hep cama bakar gibi bakıp olumsuzlukları mı görüyoruz?
Toptancılık yapıp hayatın tamamını kötümü görüyoruz acaba?
Hiç mutlu olacağımız kıymetini bileceğimiz şükredeceğimiz bir şey yok mu bizim hayatımızda?
Nereye gidiyoruz?
Gideceğimiz yere yol hazırlığı olarak neler yapmalıyız?
Dünyada olduğumuz halde dünyaya teslim olmadan nasıl yaşayabiliriz?
Hayatın ancak sevgi katınca sevdiklerimizin yanında ve paylaşınca güzel olacağının erdemi ne vara bildik mi acaba?
Hayatı tatlandırma gayreti ile dilimize gül mü koyuyoruz mu yoksa hiç önemsemeyip egomuzun yönlendirdiği şekilde zehirli oklar mı saçıyoruz etrafımıza?
Sevdiklerimiz olmaz ise dostlarımız bulunmaz ise hayatın ne anlamı kalır ki?
Hayatımıza hayat katanlar olmaz ise ne anlamı kalacak hayatın?
Demek ki, dostlarımızın hayatımıza hayat katanların ölümün kıymetini bileceğimiz ki, hayatımız daha değerli hale gelsin.
Bu soruların her birisi; hayatın üzerinde detaylıca durulması ve hayatı anlamak anlamlandırmak için üzerinde çalışılmasını ve iyi mesai yapılmasını hak ettiğini gösteriyor.
Hayata geniş açıdan bakmayınca onu anlayamıyoruz.
Günlük kaygılar sadece dünya gözüyle baktığımız da onu kavramamız mümkün gözükmüyor.
O ancak bütün olduğunda bir değer ifade etmektedir.
“Kısa bir ömürde az bir lezzet için ebedi daimi hayatını ve Saadet-i Ebediyesin berbat etmek Ehl-i Aklın karı değil.”
Dünya malı dünyada kalır uzaktan güzel gözükür ama kimseye yar olmaz.
Dolayısıyla zamanımızın her anını güzel ve faydalı anlar ve anılarla geçirmek dakikaları günleri hayatı daha anlamlı hale getirecektir.
Dolayısıyla hayatı ustaca anlayabilmiş anlamlandırabilmiş yaşayabilmiş hayatlara bakıp hayatımıza yeniden bir çeki düzen vermek onu yeniden inşa etmek durumundayız.
Hayat ölüm düşüncesiyle anlam kazanır.
Dünya ahirete bitişiktir.
Ölüm çoğumuzun düşünmek bile istemediğini pek çok nedenle unutmayı seçtiği bir gerçek.
Ne var ki, ölümle yaşamak sanılanın aksine sadece ahireti değil hayatı da anlamlı kılıyor.
Dünya hayatımızın merkezine ahireti hakkı ve hakikatleri yerleştirmek maddi bağlardan ve bağımlılıklardan kurtulmak önemli?
İnancımıza göre asıl hayat ölümle başlıyor.
İnsan dünyaya hak ettiği kadar değer verse layık olduğu kadar onu sevse mana ve mahiyetini bilse.
Ne sahip olduklarına bu kadar sevinir ne kaybettiklerine böyle üzülür.
Dünyanın hiçbir halini kendisine dert etmez.
Nimetlerini şükürle karşılar külfetlerine sabırla tahammül eder.
Dünyamızın geçiciliğini kavrayıp ruhunu inançlara yükseltip gönlünü faziletlerle donatanlar ne güzel insanlardır.
Kişilerin mutlu olması hayatlarını anlamlandırmaları ile mümkündür.
Hayata değerini ancak onu iyi anlar ve anlamlandıra bilirsek verebiliriz.
Önemli olan çok yaşamak değil anlamlı yaşamaktır.
Sağlıklı yaşlanmak ve bilgeliğe yol almak geride güzel şeyler bırakabilmektir.
Ve ömrümüzün son demlerinde bile hayata gülümseye bilmektir.
Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır.
Hayatın ulvi bir gayesi olmalıdır.
Her ne olursa olsun bizim ona vereceğimiz anlam ile anlamlanır hayat.
Bizim ona vuracağımız etikete göre değerlenir veya değersizleşir.
İnsanın olduğu hiçbir şey tek boyutlu olmuyor.
Hayatı bütün boyutlarıyla anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmalıyız.
Değerlerimizle yaşayalım değerlerimizi yaşatalım.
Hayatı kendi değerlerimize göre yaşamazsak başkalarının beklentilerine göre yaşarız ve yaşadığımız gibi inanmaya başlarız o hayata da “Benim hayatım” diyemeyiz.
Kendimizi yeniden doğuracak olan biziz öğrenerek yaşayarak anlatarak.
Yaşamak bir deneyim sürecidir.
Aslıda bir ölçüde yaşam ellerimizde yoğrulup şekillendirilmek için bizi sizi bekliyor.
Bırakın geçmişi dünü kırgınlıkları üzüntüleri mutsuzlukları yanlışları bu günü ne kadar hoş geçirirsek umulur ki, bundan sonraki günlerimiz de o şekilde hoş geçecektir.
Hayat zincirimizin her günkü halkasını düzgün bir şekilde tamamlamış olalım hayatımızda sevgiye muhabbete ilgiye ilgilenmeye daha çok yer verelim.
Pozitif enerjimizi pozitif bakışımızı hiç eksik etmeyelim şikâyeti bir kenara bırakalım.
“Allah’ım bana değiştirebileceklerimi değiştir me konusunda güç, değiştiremeyeceklerimi kabullenme konusunda sabır ve her ikisini bir birinden ayırabilecek akıl ve şuur ver.”
Dua’sını hatırlayalım hayatımızın bir parçası haline getirelim ve içselleştirelim.
Kadere rıza göstermeyi tenkit etmemeyi ve ilahi icraatı sorgulamamayı öğrenelim.
“Bu çeşme ne güzelmiş su içecek tası yok kırma insan kalbini yapacak ustası yok.”
Kalp kırmadan gönül mutluluk vericidir.
Dünya bir damla gözyaşına değmez.
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” Ayeti hatırlayalım.
Kardeşçe yaşamayı birbirimizi bütünleşmeyi öğrenerek yaşayalım hayatı.
Bilelim hayatımıza hayat katanların kadrini kıymetini arkamızda iyi şeyler bırakalım…
HAYATI ANLAMAK.
Hayatı insan için yaşanılır kılan veya işkenceye dönüştüren kişinin kendi yaptığı seçimlerdir.
Peki, ölümün mutlak gerçeği karşısında hayata farklı bir anlam verebilir miyiz?
Bir de şu soruya yanıt aramak gerek: “Bu dünyada kim yoksul kim zengin?
Ne aileniz ne sevdikleriniz ne dostlarınız ne de rehberiniz sizden sorumlu değildir.
Sadece insanın kendisi kendinden sorumludur.
Hayatın anlamına anlam katan şans dediğimiz tesadüflerde aslında o seçimlerin kaçınılmaz bir sonucu; büyük olasılıkla.
Arjantinli ünlü şair Jorge Luis Borges’in dizeleri hayatın anlamı ve seçimleri üzerine vardığı sonuç:
“Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer/oturup saymazdım eski yanlışları mı/kusursuz olmaya çalışmaz rahat bırakırdım yüreğimi.
Korkmazdım daha çok riske girmekten/daha çok yolculuğa çıkar/gün doğumlarını kaçırmazdım asla/hiç bilmediğim yerlere giderdim gide bildiğimce/doyasıya dondurma yer daha az bezelye yerdim.
İlkbaharda yalın ayak gezer/sonbahara dek unuturdum pabuçlarla yürümeyi hiç bilmediğim yollara sapardım/ çocuklarla daha çok yaşardım/sil baştan yapabilseydim eğer ama heyhat seksen beşindeyim artık/ve biliyorum ki/ ölmekteyim.”
Jorge Luis Borges bu dizelerden iki yıl sonra vefat etti lakin şu dizelerde hayatın anlamı üzerine insanın yaşadığı trajediye ölümsüzce dokundurttu.
Hepimizin hayatı anlamamız konusunda uyandı.
Tükettiğini sandığımız hayat denilen şey anlaşılmaz bir süreç galiba.
Kimse kendi yaşamının neden öyle olduğuna cevap veremeden ömrünü tüketiyor.
Hayatla mücadele ederken hayatını kazanmaya çalışırken eğitim aile iş ve yaşlılık sorunlarının girdabına girerken kısa teneffüslerle hayatı anlamaya çalışıyor ama birden gökler kararıyor.
Üstelik en büyük ıstırap da yaşamın tamamen maskeli bir baloda geçmesinde.
Bu baloda maskelerin altındaki gerçek suratları çözmekle geçer ömrümüz.
Orman kanunu hüküm sürer çünkü her yerde tanımak gerek suratları hayatta kalmak için.
Maskeyi takmak istemeyenler kaçarlar bir yerlere.
Muhtemelen bambaşka bir boyutta bizden habersiz sakin bir hayat sürerler.
Aslında hayatın manası çok karanlıktır.
Hayat tepede başlar ve en başından itibaren hep yokuş aşağı iner.
Mutlu düşselliği gençliğin coşkunluğu orta yaşın sıkıntıları yaşlılığın zayıflığı ve sık kapıyı çalan mutsuzluğu son hastalığımızın ıstırapları ve nihayet ölümle boğuşma bütün bunlar insana hayatın sonuçları gitgide daha da aşikâr hale gelen bir hatadan başka bir şey olmadığını hissettirmez mi?
Bir bütün olarak bakıldığında her bir insan hayatı bir tragedyanın niteliklerini sergiler ve biz kural olarak hayatın bir dizi düş kırıklıklarıyla dolu umuttan boşa çıkmış hayaller den suya düşmüş tasarılardan çok geç fark edilmiş yanlışlardan başka bir şey olmadığını anlarız.
İnsan hayatın anlamında olumlu bir yön bulmaya çalışırken ölüm kavramını düşünür hayatın anlamı sona ermesindedir.
Gerçekten de hayatlarımızın sonsuz olduğunu sorunlarımızın acılarımızın olmadığı mutluluğun sağlığın sürekli olduğunu yaşamın hiç bitmediğini düşünelim bir an acaba sonu olduğunu bildiğimiz hayatlarımızı yaşarken aradığımız anlamı arar mıydık yine?
İnsan hayatın anlamsızlığına katlanmak yerine ölümün mutlak gerçeği sayesinde hayata anlam vermeye çalışmak bir çıkış yolu olabilir.
Bir gün çok zengin bir adam oğlunu yanına alarak insanların ne kadar yoksul olabileceğini göstermek için bir köye götürür; çok yoksul bir ailenin evinde bir gece geçirirler.
Ertesi gün eve dönerlerken baba oğluna insanların ne kadar fakir olabileceklerini anlayıp anlamadığını sorar.
Oğlan şöyle cevap verir: Şunu gördüm baba: Bizim bir köpeğimiz var onların dört köpeği var.
Bizim evde bahçenin yarısı kadar bir havuzu muz var onların kilo metrelerce uzunlukta dereleri var.
Bizim bahçede şık lambalarımız var onların yıldızları var.
Bizim terasımız ön bahçeye kadar onların ki, ise ufka kadar uzanıyor.
Kendisini şaşkınlıkla dinleyen babasına en sonunda şöyle der:
“Ne kadar yoksul olduğumuzu gösterdiğin için teşekkür ederim babacığım.”
İNSAN, DÜNYAYI ANLAMAYA ÇALIŞAN BİR FANİDİR.
Vahyin insanlar için indirildiği getirilen tüm kanunların insanları merkez aldığı bir dinin merkezinde insan olmalıdır.
Kur’an’ı ancak okuyarak anlamanın mümkün olabileceğini tüm insanlık için inen bir kitap olmasından dolayı tüm insanlığında bu kitabı okuyarak anlayabileceğini.
Kuran’ı okuyan insanların çok önemli bir görevi “Yaratıcının farkına varmak.”
Yaratıcının farkına varmak için kainata bakmalı insan.
Farkına vararak yaşamalı ve yaşatmalı insan.
Her şeyin ekseninde kendisinin olduğu bilinciyle olaylara ve yaşananlara bakmalı ki, derin anlamlar çıkarabilsin yaşadıklarından.
DÜNYADAN VE AKILDAN ÖZÜR DİLİYORUM.
İnsan, yaptığı hatalara karşı bir sorumlu arar.
Hatta ömrü bu arayışla geçen insanlar bile vardır.
Bahanelere sığınmak gelip geçici olanlara bel bağlamak gibi birçok sebebe bağlanan yaşamlarda suçun en çok yüklendiği de dünya ve akıldır.
Kahrol dünya denir berbat dünya denir.
Aklımı kullanamadım denir.
İnsan yaşarken hatalar yapabilir, bilerek ya da bilmeyerek yanlışa düşebilir.
İnsan düşünen bir varlıktır ve yaptıklarının tek sorumlusu kendisidir?
Allah’ın Kur’an’daki ihtarını tekrarlayarak insanın düşünen bir varlık olma sorumlu luğunu ön plana çıkarıyor: “Niçin Akletmez siniz?”
Kullara düşen görev açık ve nettir: Okumak araştırmak?
Müslüman ki, kendi için yaşadığı kadar dünyanın nizamı içinde yaşayandır.
İslam bireyselliği barındıran bir din değildir.
“İnsan kendisi için istediklerini başkası için istemedikçe gerçek mümin olamaz.”
Müslüman insanlara zarar vermeyendir.
Kaynakça:
1. http://www.dmy.info/hayatin-anlami-nedir
2. http://www.dunyabizim.com/etkinlik/ 20851/insan-dunya yi-anlama ya-calisan-bir-fanidir.
GİZEMLİ YAŞAM.
Gizemli olayım diye bir derdim yok?
İyi niyetle düşününce kendimi ön plana çıkarma gereği duymadım.
Yaşadığımız günlerde doğrular yanlış yanlışlar doğru gibi olmuş.
İnsanların doğru olduğunu düşündüğüm hakikatlere değer vermelerini doğruya güzele ulaşmaları konusunda yardımcı olma konusun da kararlıyım.
İnsanoğlunun var oluşundan itibaren hayır ve şer?
İyinin ve kötünün mücadelesi günümüze kadar devam etmiştir.
İnsanlar bunun için arayış içerisinde olmalılar.
Kişi kendi eksileriyle artılarıyla çok iyi değerlendirerek kendi yapısını ve nasıl düşündüğünü anlayıp tahlil analiz etmeli kendini tanımaya çalışmalıdır.
Bu da kişi kendi eksiklerini görüp onları artıya çevirmesini sağlayarak hayatta başarılı mutlu huzurlu olmasına yardımcı olur.,
İNSANOĞLU TAM MANASIYLA MUTLU OLAMAZ.
İnsan fıtratı yani yaradılışı gereği mutluluk arayışı hiç bir zaman bitmeyecektir.
Teknolojinin çok ileri derecede geliştiği bu çağda insanlar tüketerek ve eğlenceye dayalı hayat tarzını tercih ettiğinden dolayı bencillik oluşur ve tek başına kalır.
Bu da gerçek tam bir mutluluk değil geçici bir mutluluk sağlar psikolojik ve sosyal problemler ortaya çıkmış olur.
Toplumun çoğunluğu mutluluğu yanlış yerler de aradığından mutsuzluk yanlış yerlerde aradığından mutsuzluğu yaşar.
İnsanın dengeli bir hayatı olmalıdır.
Dengeli hayat neden önemli?
Dengeli hayat kişinin bedensel ruhsal ve sosyal olarak tam bir iyilik halinde olmasını gerektirir.
Yani kişi bireyselliği (Bencilliği) hazcılık (Sürekli tatmin olma isteği)
Şan şöhret isteği gösterişi bırakarak yani bu kötü duyguları eşine çocuklarına iş ve sosyal arkadaşlarına yansıtmayacak?
Vicdanlı ve dürüst davranacak arkadaşının başarısını kendi başarısından önemli görecek.
Hak edenlere fedakarlık yapacak ve dengeyi sağlayacak.
İyi niyet empatiye dayanır empati (duygudaşlık) ise iyi düşünmeyi ve iyilik yapmayı gerektirir.
Günümüzün en önemli sorunlarından biri kişilerin yeteri kadar empati yapamaması?
Başkalarını anlamaya çalışmamasıdır.
O yüzden de dillerden düşmeyen “Kimse beni anlamıyor.”
Sözü hepimize çok tanıdık gelecektir?
Empati yapmayan insana yokluk kıskançlık bencillik kibir gibi kötü duygular.
Uzun vadede öldürücü zehir tesiri yapar.
Bizim toplumumuz çok duygusal bir toplumdur.
Acıma duygusu olan vatanını çok içten seven bir toplum olduğumuzdan.
Empati ve sempatiyi karıştırırız.
KİM ÜMİTSİZ VAKIADIR?
Ön yargılı dinlemeyen konuşmayan hatasını kabul etmeyen kendisine karışılmasını isteme yen düzeni disiplin olarak algılayan kişi işteki başarı hayatta başarıyı getirir tabii ki, ama işte ki başarısızlıklarda hayatımızı olumsuz yönden etkiler.
Huzur her kesin peşinde olduğu bir kavram öz güvenin dengelisi iyidir.
Öz güvenin azı mı fazlası mı?
Öz güvenin kişide dengede olması gerekir.
Öz güveni olmayan her meseleye karamsar bakar kötümser dir; bu da başarısızlığa sebep olur.
Eleştirilmekten hoşlanmamaya çekingen olma ya sebep olur.
Bu yüzdende başarısızlığa mahkumdur.
Tam tersi aşırı öz güveni olanlarda hayatlarının sınırlandırıl masını istemezler?
Narsist olurlar.
Kimseden yardım istemezler.
Kendilerinde hiç hata görmezler.
Dengeli öz güveni olan önerilere ve yardıma açıktır.
Bir konu hakkında başarısız olsa dahi onun için son değildir hatta tecrübe olarak görür.
Hayatında çözümler olarak görür ve her meselenin bir çözümü olduğunu düşünür.
TEMBELLİK BİR HASTALIK MI?
İnsan bir şey yapmadıkça buna alışır mı?
Günümüzde tembellik hareketsizlik olarak tanımlarlar.
Aslında tembellik hareketsizlik olduğu gibi aynı zamanda üretkenliğe yönelik çalışma isteğinin olmaması demektir.
Bu kişilik durumundan çıkamadığımızda çok ciddi psikolojik hastalıklara sebep olur.
Çalıştığı işi beğenmeyen ve her gün şikayet etmeye başlar.
İşte verimlilikte düşme ilişkilerde bozulma en önemlisi yapması gereken işleri bırakıp başka işle meşgul olma gibi tavırlar sergiler.
-alıntıdır-
Dr. Said sözü hikmet.
MUTLULUK NEDİR.
Mutluluk ahlak felsefesinin temel kavramlarının; yanı sıra hayatın anlamı konusunda ileri sürülenler arasında ilk sırada yer alıyor en büyük rakibi ise sevgi.
Batı felsefe tarihinde ahlaki davranışın nihai amacı nedir?
Sorusuna genellikle (Bizatihi en yüksek iyi olan mutluluktur) diye cevap veriliyor.
Bizatihi ve en yüksek iyi olan mutluluğun ise şimdiler de pek çoklarının karıştırdığı gibi (Haz) ve (Keyif) ile bir alakası yok.
Mutluluk bir erdem eflatuna göre insanda (Akıl Öfke ve Şehvet) olmak üzere üç meleke ve her bir melekeye karşılık gelen bir erdem var.
Aklın erdemi Bilgi, Öfkenin erdemi Yiğitlik, Şehvetin erdemi ise İffet.
Bu üç erdemin mutabakatı ve insicamından meydana gelen bir değer temel erdem ise (Adalet) Eflatun mutluluğun adalete doğruluğa uygun davranmakla ortaya çıkacağını mutsuzluğun ölçüsüzlük ve adaletsizlikten kaynaklandığını düşünüyor.
Hazlardan mal-mülk şöhret ve güç sahipliğin den mutluluğun sadır olması imkansız?
Müslüman ahlak anlayışıyla benzerliğini hep vurguladığımız büyük filozof Kant ise mutluluk kavramında ki, belirsizlik ve tuhaflık nedeniyle onu ahlaklılıktan ayrı düşünmekten yana insan için esas olan sorumluluğunu düşünmesi sonunda mutluluk olup olmayacağına bakmak sızın ödevini yapmaya çalışmasıdır.
Biz iyiye ulaşma ödevimiz için elimizden geleni yaptıkça ona layık oldukça mutlulukta peşi sıra gelecektir.
Yüce kitabımız Kur’an mutlu (Said) ve mutsuz (Şaki) kelimelerini doğrudan zikrediyor.
Yanı sıra (Felah, Sürur ve Ferz) gibi sadece uhrevi; (Hasene, Tayyip ve Rızk) gibi hem uhrevi hem dünyevi mutluluğu ifade eden kelimelere de başvuruyor.
En yüce amaç olarak gösterilen mutluluğun Allah’a itaat ve Salih amel neticesi esasen ahiret hayatında olacağını. (Allah’ın rızasını kazanma) amaç ve niyetiyle yapılan iyi fiillerin.
Bize aynı zamanda dünyada da mutluluk sağlayacağını söylüyor.
Mutluluk, Farabi ve İbni Sina başta olmak üzere Müslüman filozoflarında temel ilgi alanlarından birisi Kur’an’i bilgiye uyumlu düşünceler üretiyorlar.
MUTLULUK HAZLARDAN BİR HAZ?
Hazların zararlı kötü gelip geçici olanları olduğu gibi yararlı iyi ve devamlı olanları var mutluluk bu ikincilerle alakalı?
Gerçek mutluluğun en son gaye en yüksek iyi ve son insani yetkinlik neticesi ortaya çıkacağını düşünen Müslüman filozoflar bunun da ancak öteki dünyada hakikate dönüşeceği kanaatinde.
Bu gün parıltı olarak yaşadığımız hazlar sevinçler memnuniyetler gerçek mutluluktan sadece bir miktar iz taşırlar.
Ahlaklılığın ölçüsü de mutluluğun kendisi değil.
En yüce amaç olarak görünen mutluluğa yönelme tarafından belirlenir.
Hem dünya hayatında ki, hem de ebedi mutluluğu elde edebilmek için nefsimizi olgun laştırmaya erdemleri karakterimizin bir parçası haline getirmeye çalışmamız lazım gelir.
Hayatta ve aşkta mutluluk birçokları için (Mümkün olan en büyük zevktir)
John Jocke kuşkusuz insanların hazzı aramak ta ve acılardan kaçınmakta hayati bir çıkarları vardı ama eşyanın tabiatı icabı bunu her zaman başarmak mümkün olmaz.
Acılar insanları mutsuz eder; hayatımızdan çıkmalıdırlar ama er geç tekrar çıkar gelirler.
Ağrı kesicilerin dindirici etkisi olur ama bütün ağrı kesici cephaneliklerini toplasanız bile acıların her daim olmasını engelleyemez.
Lakin acıları anlamlandırma biçimi değişe bilir.
Duygu hayatını tüm yelpazesiyle yaşamadan kemale erişile meyeceğini hayatın anlamının kaderde ve yüksek takdirde oluğunu bilinciyle yaşayan eski insanlara imrenen mutsuz luğun henüz vakit varken hayatın anlamı üzerine kafa yormak için vesile insanın bir imkanı olabileceğini akleden sağduyulu yaklaşım.
Ruhun yalnızlığı insani varoluşumuza iyice odaklanılmalı.
İçsel yalnızlık ulaşılması ve yaşanması güç bir şeydir; ancak sadece mistik yaşamda değil günlük yaşamda da gereklidir.
Günümüz insanın mutluluğa bakışını pek sağlıksız bu sahte mutluluk efsanesini yıkmak; sevinç ile mutluluğu birbirinden ayırmak.
İnsan dünyanın sefaletini kendinden uzak tutamayacaksa nasıl mutlu olabilir?
Cevabı: Bilgiyle. İnsani ve klinik deneyimimin melankolide ve depresyonda?
Her zaman kendini ve başkalarını dinlemeye dair büyük bir yatkınlık ve yaşamın temel duygulanım temellerini seçip fark etmeye yönelik inanılmaz.
Bir sezgi içeren bir duyarlılık bulunduğunu kabul etme.
Mutluluğu, şimdi yapıldığı gibi bir lay lay lom ve kafa bulma hali değil de bir erdem olarak ve etik bir görev.
İnsan olmanın görev ve sorumlukları yerine getirilmeden mutlu olunamayacağını.
Mutluluk sonsuzdur.
Onu hep elde etmeyi arzulamak insanı mutsuz eder.
AHLAK, FELSEFESİNİN TEMEL SORULARI
Ahlak felsefesi ilk çağdan beri bir takım sorularla cevap aramıştır.
Bu soruların başlıları şunlardır:
Toplumda ki, kanunlar gelenek ve görenekler bazı eylemler yapmayı hoş karşılamaz yasaklar ya da sert tepki gösterir.
Bu durumda kişi her zaman topluma ve kurallara uyarsa yaptığı eylemlerde hür veya özgür olabilecek midir?
Kişinin yaptığı eylemlerin ahlaka uygun olması esastır.
Bu bakımdan insan davranışlarının yöneldiği bir amaç var mıdır?
Tüm insanlar için gerekli olan herkesin rahatça benimseye bileceği evrensel ahlak yasaları var mıdır?
Ahlak yasasının nitelikleri nedir?
Ahlak felsefesi bunlar ve benzeri birçok soruya cevap aramış ve problemleri çözmeye çalışmıştır.
Şimdi bunlardan bazılarını açıklayalım:
İnsan ahlaki eylemde bulunurken özgür müdür?
Bu problemde filozoflar genel olarak iki karşıt anlayış çerçevesinde toplanmışlardır.
Fakat bu iki zıt yaklaşımın ortasını bulmaya çalışan üçüncü bir yaklaşım daha vardır.
Şimdi bu yaklaşımların görüşlerini sırayla inceleyelim:
DETERMİNİZM;
Bu yaklaşımı savunan filozoflara göre insan ahlaki eylemde bulunurken özgür değildir.
Deterministlere göre insan ahlaki eylemleri psikolojik toplumsal ve diğer bazı etkenler tarafından belirlenir.
Bu anlayışa göre insan adeta “Rüzgarın önünde ki, yaprak’’ gibidir.
İnsanın hiç bir iradesi yoktur.
İnsan kararlarını alırken içinde bulunduğu koşulların etkisindedir.
Bu koşullar serbest karar vermeyi önler.
Bu yaklaşıma göre insan özgürlüğü diye bir şey yoktur.
Aslında doğada var olan gerekircilik ilkeleri insana uygulanır sa onu doğanın edilgen bir üyesi haline getirir.
Bu tavırda insanı katı bir yazıcılığa (Kaderciliğe) götürerek ahlaka ve ahlaki eyleme olanak vermez.
İNDETERMİNİZM; (GEREKİRCİLİK)
Bu anlayış, “Gerekircilik” karşısında yer alan bir anlayıştır.
Bu görüşe göre insan eylemlerinde onu kısıtlayan davranışlarını sınırlayan hiçbir engel yoktur.
Anlaşılacağı gibi gerekircilik özgürlüğün olmadığını ifade ederken indeterminizm insan özgürlüğü için sınır tanımaz.
Bu da olgularla ve insan yaşamında ki, gerçeklerle uyuşan bir yaklaşım değildir.
Bu yüzden özgürlük konusunda üçüncü bir yaklaşım ortaya çıkmıştır.
OTODETERMİNİZM; (AHLAKSAL ÖZERKLİK)
Bu yaklaşımda insan eylemlerinin önceden belirlenmiş olduğunu kabul eder ancak bu irade dışı bir belirlenim değil iç belirlenimdir; kendiliğinden belirlenimdir.
Bu yaklaşımın diğer adı da ahlaksal özerkliktir.
Ahlaksal özerklik kişinin doğru ve yanlış konusunda kendi ahlaki değerlerini oluştura bilme bu değerlere ulaşabilme özgürlüğüdür.
Bu özgürlüğün kaynağı kişiliktir.
Özgürlük ne doğanın armağanı nede doğuştan gelen bir yetidir.
İnsan, insanlaşma sürecinde algısını bilgisini geliştirerek.
Özgür davranmanın insan olmakla özdeş olduğunu kavrar; yani özgürlük sağlam bir kişilik oluştura bilmeye ve doyurucu bir bilgi birikimine sahip olabilmeye bağlıdır.
AHLAKİ EYLEMİN AMACI NEDİR?
İlk çağdan beri filozoflar genel olarak ahlaki eylemlerde hep bir amaç olduğunu söylemişlerdir.
Bu amaç genel bir ifade ile mutluluktur.
Bu konuda filozofların kendine özgü görüşleri vardır;
ARİSTİPPOS’A GÖRE?
Ahlaki eylemimizin tek amacı hazdır.
Doğamız ona dönüktür.
Kurumsal bilginin hiç bir yararı yoktur.
Mutluluk en çok hazza ulaşmaktır.
Bu şekilde duyarlılığımızdan doğaya uymuş oluruz.
Bütün insanlar hazzı elde edip acıdan kaçınmalıdırlar.
Aristippos bedensel hazları önemseyen bir filozoftur.
EPİKÜROS’A GÖRE?
Ahlaki eylemin amacı hazdır.
Haz, her şeyden önce acının yokluğudur.
Ahlaki bakımdan arzu edilmesi gereken şey aynı zamanda doğal olarak da gerçekten arzu edilen şeydir.
Üç tür haz verici istek vardır.
Hem doğal hem de zorunlu istekler.
Örneğin yemek yemek?
Doğal fakat zorunlu olmayan istekler.
Örneğin cinsel istekler doğaldır.
Fakat olmazsa olmaz değildir.
Ne doğal nede zorunlu istekler.
Örneğin zenginlik bu türden istektir.
Bunların üçü de bedensel arzulardır.
Bunlar hiçbir zaman tam olarak doyurulmazlar.
Bu yüzden insana acı verirler.
Oysaki bilgelik hazzı çoğaltan bir arzudur.
Bilgelik ruhu dengede tutarak insanı mutlu eder.
Bu nedenlerden dolayı insanı mutlu eden hazlar ruhsal hazlardır.
DEMOKRİTOS’A GÖRE?
İnsan eylemlerinin amacı mutluluk ruhun dingiliğidir.
İnsanlarda ki, duygular ve istekler ateş atomlarının istekleridir.
Bu hareketler durgundayken mutlu yapar.
Fazla olursa mutsuzluk yapabilir.
O’na göre: Mutluluğa erişmek isteyen yararlı olanı olmayanı bilmelidir.
Mutlu olmak için yapılacak şey ruh dinginliğine erişmek.
Bunun içinde her türlü sarsıcı tutkulardan duygulanmalardan kaçınmaktır.
Bu duruma en iyi bilgelikle varılabilir.
Yalnız bu kuru bilgelik olmamalıdır.
Gerçek bilgelik anlayışlı bir düşünme ile ruhu korkulardan (Bu arada özellikle ölüm korku sundan) kurtarmayı göz önünde bulunduran bunu başarabilmiş olan bilgeliktir.
SOKRATES’E GÖRE?
Ahlaki eylemin amacı mutluluktur?
Bu noktada çıkış noktası erdem ile bilginin özdeş oldukları görüşüdür.
Bilgiden doğan bilgide sağlam temelini bulan “İyi’ insanı mutlu yapar.
Ruha sağlık ve esenlik kazandırır iyinin araştırılması doğamız gereğidir.
İyiyi bilen insan doğal olarak ona yönelir.
PLATON’A GÖRE?
Ahlakın temeli üstün olan iyilik ideasıdır.
Ona göre insanın en büyük amacı onun peşinden koşmak olmalıdır.
Biz dünyada ki, arzularımıza bağlı kaldıkça tam ve devamlı mutluluğa kavuşamayız.
Arzunun tatmininden haz tatmin edilememe sinden ise acı doğar.
Aslında her tatmin arkasından bir acı gelir.
Örneğin içkinin arkasından sarhoşluk ve baş ağrısı gelmesi gibi?
Öyleyse insan gözünü akıl ve idealar dünyasına çevirmelidir.
Gerçek mutluluk yalnız “İyilik ideasıdır."
ARİSTOTELES’E GÖRE?
İyiye ulaşmak için herkes kendine düşeni yapmalıdır.
Burada insana özgü özellik akıldır.
İnsanın mutluluğu bu dünyadadır.
Mutluluk hazları devamlı hale getirmektir.
Öfke para harcama yemek yeme gibi konularda kişi iki türlü yanılabilir; aşırıya kaçmak yada eksik davranmak.
Bu nedenle doğru yol ölçülü olmakta yatmaktadır.
İnsan “Altın orta” kuralına uymalı yani aşırılık tan kaçınmalıdır.
Ahlaki eylemin amacı mutluluktur; bunun içinde aklımızı kullanarak aşırılıktan kaçınma mız gerekir.
KANT’A GÖRE?
Ahlaki eylemin amacı ödevdir, Mutluluk amaç olamaz.
Örneğin bir yaz günü sahilde yürürken birisinin boğulduğunu görürsek bizim ödevi miz hiçbir şey düşünmeden boğulmakta olan yardım etmektir.
Ahlak yasası bize boğulmakta olan birisine koşullar ne olursa olsun yardım etmemizi emreder.
Bu ödevden dolayı yardım edersek ahlaki bir eylemde bulunuruz.
Kurtarma sırasında çok su yutmasından veya başka nedenler den dolayı onu kurtaramaya biliriz; fakat bu durum bile yaptığımızın ahlaki olmasından bir şey kaybettirmez.
Önemli olan niyetimizdir.
BENTHAM’A GÖRE?
İnsanlar doğaları gereği acıdan kaçınır haz isterler.
İnsanlar eylemleriyle en büyük haz duyumlarına ulaşmayı düşünüyorlarsa akla uygun eylemlerde bulunurlar.
İnsanlar toplum içerisinden yaşarlar.
Bu onların başkalarının eylemleri ile de yaşamaları demektir.
Yapılacak şey insanın kendi iyiliği için herkesiz iyiliğini göz önünde tutması gerekir.
Çünkü kendi mutluluğu çok sayıda insanın çok sayıda mutluluğunu istemeden gerçekleşmez.
Sonuç olarak ahlaki eylemin amacı herkesin yararıdır.
Herkesin yararına olan kişinin de yararınadır.
Böylece insan hazza ve mutluluğa ulaşır.
JOHN STUART MİLL’E GÖRE?
Tüm insan eylemlerinin son amacı acıdan kurtulmak sevinç duymaktır?
İnsanlar bu amaca ancak düşünce hazları ile ulaşabilir.
Düşünceyle ve toplumla ilgili olan hazları bir kez yaşamış olan insan bu duyguları duyularla ilgili olan hazlarla değişmeyi istemez; düşünce hazlarını üstün tutar.
NİETZCHE?
Ahlaki eylemin amacı üstün insana ulaşmaktır.
Tarihin gücüne karşı gelen başkaldıran insan erdemli insandır.
Bunun için yaşamayı öğrenmeli tarihide yaşamın hizmetinde kullanmalıdır.
Canlı olanın bulunduğu her yerde güçlük iradesi bulunur; çünkü evrenin özü güçlülük iradesidir.
Öyleyse insanda kendisini aşmalıdır.
Yer yüzünün amacı ve anlamı “Üstün insan.” dır.
O, her çeşit ahlaki değerin üstündedir.
JEAN PAUL SARTRE’A GÖRE?
Ahlaki eylemin biricik amacı özgürlüktür.
İnsan dünya içinde kaybolmuş ve atılmış olarak saçma bir yaşam sürmektedir.
Allah’ın varlığını kabul etmediği için insanın belirlenmiş özü yani kaderi yoktur.
İnsan kendini bu dünyada özsüz olarak bulur.
Fakat kendi özünü gerçekleştirebilecek özgürlüğe ve olanağa sahiptir.
Özgürlük ancak sorumluluk yüklendiğinde olanaklı olur.
Tüm eylemlerin sorumluluğunu üzerine alan birey özgürdür.
EVRENSEL AHLAK YASASI VAR MIDIR?
Ahlak felsefesinin temel problemlerinden biri kişinin vicdanı ve iradesiyle mi yoksa genel bir ahlak yasasına göre mi davrandığıdır.
Bu da bizi evrensel bir ahlak yasası olup olmadığı sorusuna götürür.
Ahlak felsefesiyle uğraşan filozofların bu soruya verdiği cevaplar çok farklıdır.
Bunların bazıları soruya olumsuz yani “Yoktur.”
Bazıları da olumlu yani “Vardır” diye cevap vermişlerdir.
Şimdi bu cevaplara geçelim: evrensel ahlak yasasını reddedenler.
Bazı düşünürler evrensel ahlak yasasını ve değerlerini kabul etmezler.
Bunlara göre kişinin vicdanını bağlayacak hiçbir evrensel değer ve yasa yoktur.
Kişi ahlaki eylemlerini eylemin sonucuna bakarak veya sonucunu düşünerek yapar.
Bu yaklaşımı temsil eden felsefeler şunlardır.
HAZ AHLAKI (HEDONİZM)
Hazcılık, hazzın yaşamdaki tek gerçek yada en iyi olduğunu savunan öğretidir.
Ahlaki eylemin değeri eylemin sonucunda oluşan hazdan gelmektedir.
Sağduyu ve gündelik hayata uygun olan bu yaklaşım kişiden kişiye değişen hazların olduğunu kabul ederek evrensel ahlak yasasını reddeder.
Haz duygusu farklı derecelerde olduğu için görecelidir.
Bu yaklaşımın kurucusu Aristippos’dur.
Acıdan uzaklaşmak hazza yaklaşmak hayatın anlamıdır.
Anlamlı yaşamak mutlu olmaktır.
Mutlu olmanın yolu da ister maddi ister manevi olsun en yüksek hazza ulaşmaktır.
Bu yaklaşımın diğer önemli temsilcisi Epiküros’tur.
Ona göre yaşamın en güçlü kuralı hazzı aramak ve acıdan uzaklaşmaktır.
Tüm insanlar doğdukları andan başlayarak hazzı arar acıdan kaçar.
Epiküros “İnsan ekmek ve suyu olunca insan Zeus ile yarışa bilir” der.
Mutluluk doğurmayan şeylerin hiçbir değeri yoktur.
O, hazlar konusun da Aristippos’u aşar ve bu konuda ayrım yapar.
Manevi hazlar, maddi hazlardan daha değerli ve önemlidirler.
Örneğin okumanın, anlamanın ve öğrenmenin vereceği haz nitelik ve yoğunluk bakımından başka hiç bir şey ile karşılaştırılamaz.
BENCİLLİK? (EGOİZM);
Bir çeşit hazcı ahlak anlayışı olan bencillik kişinin ben’ini temele alarak davranışların ahlaki bir değere sahip olduklarını ifade eder.
Başkalarını çıkarları değil de yalnızca tek kişinin özel istek ve en değerli olan ilkeyi vermektedir.
Kişinin çıkarlarını ön planda tutan sonuç önemlidir.
Bunun dışında ki, her şey bu sonuca yardım ettiği için değerlidir.
Bu görüşün temsilciliğini Thomas Hobbes yapar ona göre insan başkalarının iyiliğini hiç dikkate almadan yalnız kendisini ve kendi iyiliğini düşünür.
Bu yaklaşımda insanın bütün eylemleri ben sevgisiyle belirlenmiştir.
Ahlaklılık yalnızca kendini koruma içgüdüsünün bir biçimidir.
Yaşam da ilk önce gelen ve her şeyden daha önemli ve değerli olan şey kişinin kendi başarısı ve mutluluğudur geri kalan tüm değerler buradan çıkar.
Tüm insanlar kendi refah mutluluk ve çıkarlarını gerçekleştirecek şekilde davranırlar.
Yaşamda en yüksek iyi kişinin kendisi için olanaklı tüm doyumları sağlamasından arzularını ihtiyaçlarını karşılamasın dan ve hedeflerini gerçekleştirmesinden meydana gelir.
Bu yüzden evrensel bir ahlak yasası olmaz.
Ahlaki eylemde ilkeye yasaya değil de sonuca bakılır.
Ahlaki eylemde önemli olan kişinin çıkarına uygun sonuçtur.
BİREYSEL FAYDACILIK? (PRAGMATİZM)
Hazcı anlayışla ortak özellikleri olan fayda ahlakına göre ahlaki değer davranışın sonucun da ortaya çıkan fayda ve zarara göre belirlenir.
Hayatta en değerli olan eylem verdiği iyilik veya yarardır.
Kötülüğe veya zarara neden olan eylemler ahlaki değildir.
Pragmatik faydacılığın iki önemli temsilcisi vardır.
Bunlar William James ve John Dewey’dir.
William James’e göre başarı hakikatin ölçüsüdür.
Kullanışlı ve yararlı olanda başarıya götürür.
Faydacılık ileriye meyvelere sonuçlara bakma tavrıdır.
Sonuçta yarar varsa eylem ahlakidir.
John Dewey’de eyleme faydacı açıdan bakar.
İnsan davranışlarını etkilen ve geliştiren her fikir ahlaki değer taşır.
Ahlak anlayışı okulda da okul dışında da aynı olmalıdır.
Okul kendi başına bağımsız bir kurum değildir.
Okulun sorumluluğu topluma karşıdır.
Okulun ahlaki hedefi sosyal hayata katılmaktır.
Faydayı ve başarıyı iyinin ölçüsü olarak kabul eden bu yaklaşıma göre evrensel ahlak yasası yoktur.
ANARŞİZM?
Bireyselliği temele alan anarşist yaklaşıma göre insanlar yasalar ve devlet olmadan daha iyi yaşarlar.
Ahlak hukuk ve devlet insan özgürlüğünü kısıtlayan kurumlardır.
İnsan kendini yasasız ve devletsiz bir ortamda daha iyi gerçekleştirebilir.
Anarşizm bencilliğin bir başka türüdür çünkü kişinin kendisine olan bilincini kuvvetlendirir.
Başkalarını inkar etmeyi ilke edinir ve kendini daima tek değerli varlık olarak sunar.
Temsilcileri Proudhon ve Stirner’dir.
Proudhon’a göre özel mülkiyet hırsızlıktır.
Demokratik ve parlamenter sistemler özel mülkiyetin ve baskının araçlarıdır.
Özel mülkiyet sonuçta bireyin haklarını ve özgürlüklerini kısıtlayan bir kurumdur.
Stirner egoizmin üstünlüğünü ve egemenliğini savunmuştur; devletin varlığını inkar etmiştir.
Ona göre devlet ve hukuk ben’e düşmandır ortadan kalkmalıdır.
“Kendi üstümde bir doğru kendisine yönelmem gereken bir yasa tanımıyorum” diyerek insanın gerçekleştirmesi gereken bir doğru ve uyması gereken bir yasanın olmayacağını savunmuştur.
Anarşist ahlak anlayışında insanlar davranışlarını doğrudan yaparlar; çünkü yasa ve düzen yoktur.
Sınırsızlık düzensizlik ve devletsizdi içinde ki, davranışların daha değerli olduğunu bu yüzdende evrensel bir ahlak yasasının da olmayacağını savunurlar.
NİHİLİZM? (HİÇÇİLİK)
Var olan görüşlere düzene değere karşı çıkan hiç bir değeri tanımayan yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın ahlak alanındaki önemli temsilcisi Nietzsche’dir.
Nietzsche modern insanın benimsediği değerin geleneksel dayanaklarının çöktüğünü savunmuştur.
Bilimdeki ilerlemelerin insanlığa iyilik mesajları verdiği bir dönemde o insanlığı gelecekte korkunç savaşların beklediğini ileri sürmüştür.
Ona göre önemli olan bilimsel gelişmeler değildir.
Asıl önemli olan Hristiyanlığın Tanrı’sına duyulan inancın sarsılmış Hristiyan ahlakında yanağını yitirmiş olmasıdır.
Ona göre insanlar Hristiyanlığa olan inançlarını yitirirlerken Darwin’in evrim kuramına daha çok inanır olmuşlardır.
Bu çok tehlikeli bir durumdur.
Çünkü bu durum insanla hayvan arasında ki, farkı ortadan kaldırmaktadır.
Allah inancının çöktüğü yerde insanlar Darwin’in teorisine inanıyorlarsa.
Gelecekte vahşice çıkan savaşlar hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.
Buradan yola çıkarak Nietzsche geleneksel ahlak anlayışını reddetmiş ve ahlak dışı bir sistem kurmaya çalışmıştır.
Sokrates’ten beri batı düşüncesi ve ahlakı çökmek üzeredir.
Bundan dolayı değerler levhası tersine çevrilmeli ve bütün değerler yeniden düzenlenmelidir.
Bunu da yapacak olan üstün insan denilen varlıktır.
Yaşamın temel nedeni güçlü olma isteğidir.
Onun ahlak görüşün de zayıflara yer yoktur “Merhameti öldürün” der.
Ona göre “Güç en yüce erdem; zayıflık birinci kusurdur.”
Nietzsche böylece aşırı bireyciliğe kayarak evrensel ahlak yasasını reddetmiştir.
Bu evren güçlü olma isteğinin egemen olduğu bir evrendir.
İnsan için mutluluk hazda değil güçlü olmaktadır.
Böylece bir mutluluğa varmak disiplini gerektirir.
Böylece insan hayvanların içinde bulunduğu durumdan sıyrılarak yükselir ve gerçek insan varlığına ulaşır işte bu “Üstün insandır.”
Yaşamın temelinde güçlü olma isteği varsa eşitlik toplumsal barış ve çıkarlarda uyum söz konusu olamaz.
ÖZ AHLAKI?
Bu yaklaşımın en önemli temsilcisi Fransız Filozof Jean Paul Sartre’dir.
Varoluş felsefesinin en önemli temsilcisidir.
Sartre insanın önceden belirlenmiş bir özünü yani kaderini kabul etmez.
İnsan bu dünyaya geldiğinde özü belirlenmiş değildir; ama özü gerçekleştirebilecek olanaklara sahiptir ve gerçekleştirmek zorundadır.
Sartre bu görüşünü şu açıklamalarla temellendirmektedir: Her hangi bir araç yapacak olsak önce bu aracı tasarlarız.
Bir gözlüğü ele aldığımız zaman gözlüğün bir gözlük fikrine sahip olan gözlüğün ne için kullanılacağını ve nasıl üretileceğini bilen bir insan tarafından oluşturulduğunu biliriz.
Şu halde gözlük yapılmadan önce belirli bir amacı vardır ve bir ürün olarak tasarlanmıştır.
Bu yüzden gözlüğün özü onun var oluşundan önce gelir.
Fakat insanda durum böyle değildir.
İnsan öncelikle var olur ve kendisini daha sonra tanımlar.
Sarte’a göre “İnsan kendisini nasıl yaparsa öyle olur.”
İnsan kendisini ne yaparsa o olacaktır.
İnsan kendi kararıyla kendi yaşamını meydana getirir.
Özgür insan kendi değerlerini kendisi yaratır.
Özgürlük aynı zamanda sorumluluk gerektirir; özgürlük ancak sorumluluk yüklendiğin de mümkündür.
Onun için ahlaki eylem sorumluluğunu aldığımız eylemdir.
Allah’ın var olmadığı gibi herkes için geçerli olan bir ahlak yasasıda var değildir.
Bundan dolayı kişi kendi değerini kendisi yaratmak zorundadır.
Evrensel ahlak yasasını kabul edenler.
Kişi vicdanı karşısında evrensel bir ahlak yasasının bulunup bulunmadığı probleminde ikinci yaklaşım evrensel bir ahlak yasasının bulunduğunu kabul eden yaklaşımdır.
Burada ise iki farklı görüş vardır: Ahlak yasası öznel özellikler tarafından belirlenir.
Ahlak yasası bireyden bağımsız olarak bir takım nesnel özellikler tarafından belirlenir.
Evrensel ahlak yasasını belirleyen özellikler: Subjektif özellikler.
Bazı filozoflara göre evrensel ahlak yasası Allah veya doğa tarafından belirlenmiş değildir.
Bu ahlak yasalarının insana bağlı özellikler tarafından belirlendiğini ileri sürerler.
H. Bergson “Sezginin” J. Bentham ve Mill ise.
“En çok sayıda insan için en çok yarar.” ilkesinin belirlediğini savunurlar.
İnsanın mutluluğunu toplumsal fayda (Utilitarizm) ya bağlar lar hem sezgiyi savunan Bergson’a göre hem de toplumsal faydayı savunan Bentham ve Mill’e göre mutluluğun yolu ahlak yasalarından geçmektir.
Şimdi bu filozofların görüşlerine bakalım.
HENRİ BERGSON?
Henri Bergson’a göre ise evrensel ahlak yasasının kaynağı insanların bir özelliği olan “Sezgidir.”
İnsan sezgisi ile iyi ve kötüyü kavrayabilir.
Bergson ahlakın sezgi ve zeka olmak üzere iki kaynağı olduğunu ileri sürer.
Zekanın oluşturduğu ahlak “Kapalı toplum ahlakı.”dır.
Bu ahlakta yasaklayıcı kurallar egemendir.
Sezgi ahlakı ise “Sevgi ve özgürlüğün” egemen olduğu “Açık toplum ahlakıdır.”
Burada kurallar değil örnekler egemendir.
Düşünülerek ve tartışılarak var olur yani bireyin kendi özgür seçimleriyle kurulur.
Bundan dolayı tüm insanların özgürlük gereksinimine ve gelişme eğilimine dayanır.
Bu nedenle de evrenseldir.
J. BENTHAM?
Bentham’a göre insan doğası gereği acıdan kaçar hazza yönelir mutluluğa erişmek ister.
“Ne ki haz verir o yararlıdır ne ki, yararlıdır o iyidir’ sözü ona aittir.
Buna göre evrensel ahlak yasasının temeli insan doğasındadır.
Bentham faydanın temeline koyduğu haz kavramını derecelendirir; onları ölçmeye çalışır.
Ona göre hazzın yoğunluğu süresi kesin oluşu doğurganlığı saflığı ve kapsamı önemlidir ama bu haz bireysel bir haz değildir.
Bentham’a göre en yüce haz “Olabildiğince çok sayıda insana en yüksek düzeyde fayda sağlayan hazdır.”
En çok sayıda kişi için en büyük mutluluğu üretmeyen her türlü eylemin ahlaken yanlış olduğunu söyler dolayısıyla iyi bireysel hazla değil toplumsal hazla özdeştir.
J. S. MİLL?
Mill’e göre fayda iyi ilkesine dayanır.
Mill, nicelik ve nitelik bakımından ikiye ayırır.
Mill niteliği yüksek bir hazzı niceliği yüksek bir hazza kabul etmiştir.
Mutluluk veren eylemlerin iyi mutluluk vermeyen eylemlerin ise kötü olduğunu vurgulamıştır.
“Tatmin edilmiş bir domuz olmaktansa tatmin edilmemiş bir insan olmayı tercih ederim” sözüyle nitelik bakımızdan yüksek bir hazza öncelik verip insanlığı yüce bir “İyi” olarak görmüştür.
Yaşam deneyimi kazanmış olan insanlar bize hangi hazzın nitelikli hangi hazzın niteliksiz olduğunu bildirir.
AHLAKIN İKİ TEMEL KURALI VARDIR:
“Başkalarının siz yapmasını istediği şeyi sizde başkalarına yapın.”
Ve “Başkalarını kendiniz gibi sevin.”
Bundan dolayı hazların ancak genelin mutluluğunu sağlayanları istenmelidir.
Ona göre davranışlar bireye fayda sağladığı ölçüde iyidir.
Daha çok fazla insanın faydasında giderek ve toplumun çıkarında aranmalıdır.
Bentham ve Mill’in faydacılık görüşlerinde esas olan faydayı bütün insanlık için yani.
“Evrensel mutluluk” olarak algılamalarıdır.
İyi olan insanlığın yararına uygun olanı yapmaktır.
Herkes için iyi olanı yapmak insanı mutluluğa götürü.
İşte bu noktada “Haz” bireysel olmaktan çıkıp evrensel bir yasaya dönüşür.
OBJEKTİF ÖZELLİKLER?
Bu görüşleri savunanlar evrensel ahlak yasasının var olduğunu öne sürmenin yanı sıra bu yasa ve değerlerin insan ürünü olmadığını kabul ederler.
Bu yasaların kaynağı insan yaşamında bulunmaz; bu yasalar insandan bağımsız olarak var olan gerçeklerdir.
Kaynağını ve gücünü insandan değil tam tersine insanın dışında ki, bir temelden alırlar.
İnsan bu yasalara uymak zorundadır.
Ahlak yasasını belirleyen insan yaşamı değil insan yaşamını belirleyen evrensel ahlak yasalarıdır.
İnsanların bu yasalara etki etmeleri olanaklı değildir.
SOKRATES?
Sokrates, ahlaki kavramların ve doğruların insanların ruhların da gizli olarak bulunduğuna inanmaktadır.
O halde ahlaklılık bir bilgi sorunudur ve bu bilgiyi elde etmek ahlaklılığın en önemli adımını oluşturur.
Doğru davranmak için doğru düşünmek gerekir.
Ona göre bedenimizi değiştirmek bizim elimiz de olan bir şey değildir.
Fakat karakterimizi geliştirmek daha iyi bir insan olmaya çalışmak bizim elimizdedir.
İşte biz insan olarak var gücümüzle bunun için çalışmalıyız.
Akıllı varlıklar olarak bize düşen budur.
Bilgi erdemdir erdem yararlıdır ve insanı mutlu eder.
Mutluluk doğru eylemin sağlayıcısıdır.
İnsanda en değerli olan şeydir.
Ona göre kişi durumuna göre davranmaz.
Durum ahlakı diye bir şey yoktur.
İnsanlara tüm eylemlerinde yol gösterecek objektif bir ahlak yasası vardır.
Sokrates’e göre akıl ve düşünce bireylerin üstünde bir normdur.
Bilgi erdemdir ve hiç kimse bilerek kötülük yapmaz.
Önermeleri onun ahlak felsefe sinin temelidir.
Ona göre bilginin içeriği iyi olmasıdır iyi bilginin kendisidir.
Esasında Sokrates’in sözünü ettiği bilgi kuru bilgi değildir.
O, bir insanlık bilincidir.
İyi belli bir amaca hizmet eden ve fayda sağlayan şeydir.
Kişi, kendi arzı ve çıkarlarına göre nasıl istiyorsa öyle davranmaz.
Davranışları belirleyen bazım normlar ve değerler vardır.
Bunların kaynağı insanda değildir.
İnsan, eylemi bu değerlere uydurmalı ve nasıl davranacağına bu değerler ışığında.
Akıl yoluyla karar vermelidir.
Sokrates’in yaşadığı dönemde yunan toplumu önemli sosyal değişimler yaşamıştır.
Bu yüzden öteden beri bilinen alışılmış yaşama kurallarına ayak uydurmak çok güçleşmiştir.
Bu değerler anarşist içerisinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyordu.
Öbür yandan demokratik gelişme bir savaş maya yarışmaya yol açmıştı.
İşte Sokrates “Erdem ile bilginin özdeş oldukları” düşüncesini ahlaka aktarmakla özgün anlayış sergilemiştir.
PLATON?
Platon’a göre ahlakın temeli üstün iyilik’tir.
Ve ya yalnızca iyilik ideasıdır.
Platon’un değişmeyen öncesiz ve sonrasız varlık örneklerine “İdea’’ adını verdiğini biliyoruz.
İyi davranış “İyi” ideasına uygun bir davranıştır.
Çünkü “İyi ideası” “İyi” denilen şeyin özüdür.
Bir davranış iyi ideasına ne kadar yaklaşmış veya iyi ideasından ne kadar pay almışsa.
O kadar mutluluk vericidir.
Ahlaki eylemlerimizin son amacı mutluluktur.
Platon’a göre insan ne sezgileriyle nede duygu ve dürtüleriyle karar verir.
Çünkü yaşadığımız dünyada mutlak olan hiçbir şey yoktur.
Her şey asılsız görüntü ve gölgedir.
İyi düşüncesi bu dünyada iyi diye bilinen düşüncelere bakılarak soyutlama yoluyla elde edilemez.
İnsan gözünü idealar dünyasına çevirmelidir.
FARABİ?
Farabi, Doğu’da ve Batı’da etkili olmuş bir filozoftur.
Farabi’ye göre eylem bilgiye bağlıdır.
Bireyler ve milletler eğitim ve öğretim yoluyla ahlaka ve erdeme davranışlara ulaşabilirler.
Farabi insanın üstünü iyiye ve mükemmelliğe ulaşması için düşünmeyi bilgiyi iradeyi ve bunlara dayanarak seçmeyi şart koşar.
İrade ve seçim ancak toplum içinde gerçekleşir.
Ahlakın amacı “Mutluluk”tur?
Mutluluğun ne olduğunu bilmek insanın görevidir.
İnsan iyiliğe ve kötülüğe doğuştan yeteneklidir.
Onu akıl ve eğitim yönlendirir.
Farabi’de akıl ilahi kaynaklı bir yetidir.
Şu halde iyi eylemlere aklın bilgiye dayalı seçmesiyle ulaşır.
Farabi’ye göre zorunlu varlık sırf iyiliktir.
Ondan daima iyilik gelir o iyiliğin kaynağıdır.
SPİNOZA?
Spinoza, ahlak anlayışında insanı doğanın ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirir.
Ona göre insanlar özgür olduklarını düşünür lerken yanlışa düşerler.
İnsanların kendilerine özgü sanmaları yalnızca yaptıkları işlerin farkında olmalarından ancak bu işleri belirleyen nedenleri bilemelerin dendir.
Bundan dolayı gerçek özgürlük kendi doğamızın zorunluluğu bilmek buna ayak uydurmaktır.
Özgür olma zorunlulukları bilmektir.
Zorunlulukların bilincinde olmaktır.
Buna göre Spinoza’da evrensel ahlak yasasını belirleyen en önemli öğe insanın kendisinin de bir parçası olduğu doğa düzenidir.
Spinoza’nın sisteminde Allah ile doğa bir madalyonun iki yüzü gibidir.
Evreni kozmos (Uyumlu evren)’dir.
Kozmos mutlak özgürlüktür.
İnsan kozmosun bir parçasıdır.
Amacı kendisinin de parçası olduğu doğa düzenini anlamak iyiyi görmektir.
Doğa düzenini anlayan kişi ihtiraslarına ve arzularına esir olmaktan kurtulur özgür ve erdemli olur.
Böyle bir kişi bu özelliğini koruyabilmek için doğa bilgisine ve onun zorunlu yasasına uymaya devam etmelidir.
Onun yasasına uyan “İyi.”dir.
Uymayan “Kötü.”dür.
KANT?
Kant insan eyleminin ve amacının mutluluk ve yarar olmayacağını savunmuştur.
Ona göre insan “Teorik akıl” ve “Pratik akıl” olmak üzere iki ayrı akla sahiptir.
Teorik akıl insanı duyusal dünyanın bilgisine ulaştıran fenomenler dünyasını bilgisini edindiğimiz aklımızdır.
Öte yandan pratik akıl ise numuneler dünyasının bilgisine ulaştıran aklımızdır.
Kant’a göre insan pratik akıl aracılığı ile kendisine ödev edindiği bir takım ilkelere sahip olmalı ve ne pahasına olursa olsun bu ilkelere uygun davranmalıdır.
Ona göre bir eylem bir eğilim ya da bir histen dolayı değil de ödev duygusundan dolayı gerçekleşirse ahlaki eylem olabilir.
Kant’ın gözünde bir eylemin gerisinde ki, ilke eylemin kendisinden ve sonucundan daha çok önemlidir.
Bir eylemin ahlaki değerini sonuçta değil de eyleme karar verdirten ilkede bulan bu ahlak anlayışına ödev ahlakı denir.
Ahlak yasası olan ödev’in kaynağı ise vicdandır.
Vicdan bizi duyular dünyasının üstüne yükselterek içgüdü dürtü tutku ve eğilimlerden bağımsız ve özgür bir biçimde ödevin sesini duymamızı sağlar.
Ödev uygunlar olan “İyi’yi istemedir.
Ödeve uygun davranmak sağduyu sahibi herkes için bir yükümlülüktür.
Ödev deney öncesidir; deneyimlerden çıkarılamaz.
Ödevde aklın sesi dile getirilir.
Bu ses ahlak yasasıdır.
Kant’a göre ahlaklı davranmanın ilkesi şunlardır:
- Öyle davran ki, eylemine ölçü olarak aldığın ilkeyi herkes için genel bir yasa olarak isteye bilesin.
- Öyle davran ki, eylemlerinde insanı bir araç değil amaç olarak göresin.
- Öyle davran ki, iraden ve vicdanın kendisini bir yasa koyucu gibi hissetsin.
Kaynak:
güvender yayınları https://www.teobilim.com/?pnum=33
pt=ahlak+felsefesinin+temel+sorular%c4
ALINTILAR.
Zaman benim işte nesneleşiyor tüm anlar/ dursam ölürüm param parça olur dünya... Salı Ağustos 16, 2001
SEVME SANATI.
Büyük çoğunluk sevme sorununu sevmekten kişinin kendi sevme yetisinden çok sevilme sorunu olarak görür.
Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilebilecekleri nasıl sevimli olabilecekleridir.
Bu amaca ulaşmak için çeşitli yollara baş vururlar.
Özellikle erkeklerin yeğlediği yollardan biri başarılı olmak yaşadığı toplum içinde büyük ölçüde güç ve para elde etmektir.
Kadınların seçtiği bir yolda vücuduna giyimine bakarak alımlı olmaya çalışmaktır.
Kadınlarla erkeklerde ortak olan bir başka göze girme yolu hoş davranışlar edinmek.
İlgi çekici bir biçimde konuşabilmek yardım sever alçak gönüllü olmak ve kimseyi incitmemektir.
İnsanın sevimli olmak için yaptıklarının çoğu başarılı olmak “Dost edinmek ve başkalarını etkilemek” için yaptıkları ile aynıdır.
Aslına bakarsak bizim ekinimizde ki, birçok insanın sevimli olmaktan anladığı herkesin hoşuna gitmekle albenisi olmak arasında bir şeydir.
Sevgi konu sununda öğrenilebilecek bir şey olmadığı sanısını doğuran ikinci önermede sevginin bir yeti sorunu değil bir nesne sorunu sanılmasıdır.
İnsanlar sevmenin kolay olduğunu asıl güçlüğün sevecek –ya da sevilecek- nesneyi bulmak olduğunu sanırlar.
Bu tutumun çağdaş toplumun gelişme tarihin de yatan birçok nedeni vardır.
Ekinimizde tümüyle satın alma açlığı üzerine alanında vereninde isteyerek girdiği bir alış veriş anlayışı üzerine kurulmuştur.
Çağımızın insanı vitrinlere bakmakla peşin olsun taksitle olsun alabileceği her şeyi satın almakla mutlu olabilmektedir.
Çağımızda ki, insanlar öbür insanlara da aynı açıdan bakarlar.
Erkek için çekici bir kız kadın içinde çekici bir erkek peşinden koşulacak ganimetlerdir.
Çekicilik çoğu zaman kişilik pazarında çok tutulan çok aranan özellikler den yapılmış bir pakettir.
Kişiyi çekici yapan şeyler gerek vücut gerek kafa bakımından zamanın modasına bağlıdır.
Alış veriş üstüne dönen maddesel değerlerin en üstün değerler olduğu bir ekinde insanlar arası ilişkilerin de mal mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre yönetilmesine şaşmamak gerekir.
Cinsel kutuplaşma insanı özel bir birleşmeye sürükler.
Erkek ve dişi öğlelerin kutuplaşması tek erkek ve kadında da görülür.
Nasıl fizyolojik bakımdan erkekte de kadında da karşı cinsin hormonları varsa davranış bilimleri açısından da kadın ve erkek iki cinslidir.
İçlerine alma ve nüfuz etme madde ve ruh özellikleri taşırlar.
Erkek -ve kadın da- kendi içinde bütünlüğe ancak içindeki dişi ve erkek kutupları bağlaştırarak varabilir.
Her türlü yaratıcılığın temeli bu kutuplaşmada yatar.
Kadınla erkek arasında ki, sevgide kadında erkek de yeniden doğar.
Sevgide iki varlığın bir olması gene de iki ayrı varlık olarak kala bilmeleri ikilemi gerçekleşir.
O denli üstüne düşmesi çocuğunu çok sevdiğinden değil onu sevememesini gizlemek istemesindendir.
Bu açıdan bakılırsa insanın kattığı anlam dışında yaşamın hiç bir anlamı yoktur; insan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır.
Başka birisine kendime yetemediğim için bağlamıyorsam karşımda ki, kadın yada erkek benim için bir cankurtaran olabilir, belki ama aramızdaki bağ sevgi bağı olamaz.
Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.
Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır.
Bir şeye kapılmak değildir.
Sevginin etkin özelliği en genel biçimde şöyle tanımlanabilir; sevgi vermektir almak değildir.
Sevgiden vazgeçilemeyeceğine göre sevgi konusunda ki, başarısızlığı yenmenin bir tek yolu kalıyor:
Önce başarısızlığın nedenlerini incelemek; sonrada sevginin ne olduğunu anlamaya çalışmak.
Sevgi sevdiğimiz şeyin yaşaması gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir.
Olgun sevgi “Seni sevdiğim için sana gereksinmem var.” der.
Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değildir; bir tutumdur; kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır.
Kişi yalnız bir tek insanı seviyor başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil birlikte -yaşamaya bağlılık yada yaygınlaştırılmış bir bencilliktir.
Başka birisine “Seni seviyorum.” diye bilirsem.
“Sende herkesi seviyorum seninle bütün evreni seviyorum sende kendimi seviyorum.” diye bilmem gerekir.
Birisini sevmek yalnız güçlü bir duyguya kapılmak değildir; bir karardır bir yargıdır bir söz vermedir.
Sevgi yalnızca duygudan oluşsaydı birbirine ölünceye dek sevmek için söz vermek gerekmezdi.
Duygular gelip geçicidir.
Eyleme yargı ve karar karışmamışsa o duygunun ölünceye dek süreceğini nasıl bilebiliriz?
Sevgi; iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden bağlanması dolayısıyla her birininde kendisini varlığının özünden tanıması durumunda doğabilir ancak insan gerçekliğim de canlılığında sevgisinin temeli de işte bu “Özden tanıma” yaşantısında yatar.
Böyle yaşanan sevgi sürekli bir meydan okumadır;
Bir dinlenme yeri değil tersine birlikte oluşma büyüme.
Artık; temel gerçek şudur: İki insan birbirlerini varlıklarının özünden tanırlar.
Kendilerinden kaçmak şöyle dursun kendilerini buldukları için bir olurlar.
Sevginin var olduğuna bir tek kanıt vardır ancak; bağlılığın derinliği seven kimselerin canlılığı ve güçlülüğü; budur sevginin bulunduğunu gösteren meyve.
Erich Fromm
Gönderen g.e. zaman: 12: 10 ös alıntılar. Zaman benim işte nesneleşiyor tüm anlar/ dursam ölürüm param parça olur. Dünya. Çarşamba ağustos 10, 2005
YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK
Her sevginin başlangıcı ve süreci o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi sevgi isteği kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük.
Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar sevgileri de derinliğine duymadan acıya dönüştürme den yaşayıp gidiyorlar yada sevgiyi sevgi beraberliği beraberlik ayrılığı?
Ayrılık yaşamı yaşam ölümü ölüm olarak yaşıyorlar oysa yaşam ölümle ölüm yaşamla tanımlı?
Ama sen senin için her beraberlik ayrılış her ayrılış beraberlik sevgi sevgisizlik duyum duyumsuzluğun başladığı an birisinin teniyle yan yana olmak kendi varoluşumu unutmak mı?
Yada daha derin algılamak mı kendi varoluşum her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?
Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasılda algılıyorum ama artık yorulmak sızın aramak yok aranan yaşantılar arandı yaşandı bir kısmı gömüldü yeniden toprak oldu.
İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek istemek?
Onun yanındayken de özlemek istemek oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması?
Her anı ölüdür, şimdi sende bir ölüsün her zaman benimle birlikte olan birlikte taşıdığım sözcüklerime dönmem gerek sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirim.
O caddeye o geceye gecelere uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için.
Sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere ya da uykunun ölümsü derinliğin de varoluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere.
Bu yaşama ancak beni içimde esen rüzgarları içimde seven sevgileri içimde ölen ölümü içimden taşmak isteyen yaşamı sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler o rüzgara o ölüme.
O sevgiye yaklaşabildiği zaman doluyor başka hiç bir şey?
Sevgi istenilen bir olguya aktarılır aktarılabilir.
Çeşitli anlara çeşitli insanlara çeşitli kentlere caddelere tepelere aktarılabilir.
İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa sevgisi o denli derindir.
O denli doyumsuzdur ve acısı da o denli büyük yaşam acısı.
Sen düşüncelerle yaşıyorsun diğerleri gerçeklerle.
Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar aşık olmakla yetinemezler.
Çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur.
Ondan bu duygudan bu istekten içimizde yaşatma çabası gösterdiğimiz bu sevgi özleminden.
Özlemin biçimlendirdiği kişiden düşüncelerimizin biçimlendirdiği derin bağlarda bu duygular.
Kendi dünyamızda yalnızlığımızda kalsa da bir rahatlık bir kalıcılık bir hoşnutluk akıyor.
Susarken yürürken sigara içerken bakarken uyurken severken boşalırken?
Bu duyguyu yitirmediği sürece insanın bunalımı bile anlamlı.
Duygular bir kişi olarak belirmese de ama insan bu duygularını birinin tenine bedenine aktarabilirse bunu başardığı an yaşam inandırıcı oluyor.
İnsan hiç geçmesin istiyor varoluşu bu duyguyu yitirmemen gerek.
İnsanda biçimlenmese de bu duygu beni yenen içimde yaşayan ve ölen canlıyı yenen tek duygu?
Hiç durmadan dokuz saat araba kullandı kendi içine yönelik bir yolculuk ta?
Kendi derinliklerine varmak istediğinde üstelik yirmi yaşının verdiği doldurulması olanaksız kaygının baskısı altında?
(Ama kırık yaşında olan ben neden bitir miyorum kendi içime olan yolculuğumu) ama bitirme bitirme.
İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer yada var olur uyum istemiyor var olmak istiyor.
Gidiyor, sınırlarını zorluyor bende gidiyorum henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım oysa sevgiyi genelleştirebilmek için insanın kendisini tümüyle egemenliği altına alabilmesi gerek.
Zaman kendi kendimden çıktığımda başlangıçta ki, bir genç gibi bocalıyorum oysa ben hiçbir zaman hiçbir olgunun başlangıcında olmadım her zaman her başlangıç ve her son belliydi benim için.
Yaşamı tıpkı aynen Anadolu’nun sıkıcı küçük kentlerinde bulduğum biçimde avucuma.
Yada düşünceme ya da gözlerimin ufkuna aldım ve sonra kendi beğenime göre istediğim.
Biçimi verdim bu önümden gelip geçen yada benim önünden geçip gittiğim yaşam denen olguya o durgun bunalım canlı oldu ve canlı olan durgun bunalımlı.
Yeterince dolaştım dünyayı ve anladım ki, her insan iyi ve her biri diğeri ile eşdeğerde.
Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz evlerinizle okullarınızla iş yerlerinizle.
Özel yada resmi kuruluşlarınız la içimi kemirttiniz.
Ölmek istedim diriltiniz.
Yazı yazmak istedim aç kalırsın dediniz.
Aç kalmayı denedim serum verdiniz.
Delirdim kafama elektrik verdiniz.
Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim gene aile olduk.
Ben bütün bunların dışındayım şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs yada tren istasyonuna.
Hangi hava alanına yada hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta iyi başarılı düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.
Rastlantılardan oluşan bir yaşamın yaşam olmadığını düşünüyorum ve kendime gerçek ten rastlantılardan sıyrılıp sıyırlamadığımı soruyorum.
Tezer Özlü
Gönderen g.e. Zaman: 9: 36 öö alıntılar. Zaman benim işte nesneleşiyor tüm anlar/ dursam ölürüm param parça olur. Dünya. Perşembe ağustos 11, 2005
BOZKIR KURDU.
Okuyorum: “İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.”
Ne anlamlı bir söz değil mi?
Yüzmek istememeleri doğal çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar su da değil ve düşünmek istememeleri doğal çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil!?
Evet, kim düşünürse kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir.
Böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur.
Kişiliğiniz içine kapatıldığınız bir hapishanedir.
Bozkır kurdu özellikle söz konusu eğiliminden yaşam için yararlı bir felsefeyi zamanla kotarmasını bilmişti.
Darda kaldı mı başvuracağı bir çıkış yolunun önünde sürekli açık beklediği düşüncesiyle içli dışlı oluşu kendisine güç vermiş bir merak duygusu kendisini acı ve sıkıntıları yaşamaya yöneltmişti, pek tatsız durumlara düştüğü zamanlar bazen vahşi bir kıvanç.
Bir çeşit oh olsun duygusuyla şöyle düşünmüştü: Bir insanda ki, dayanma gücünün sınırını merak ediyorum doğrusu!
Baktım ki, katlana bilirliğin sınırına geldim dayandım.
Kapıyı açıverir esenliğe kavuşurum intihar eden pek çok kişi vardır ki, bu düşünce olağan üstü güç sağlar kendilerine.
İnsanlığın her zaman varlığını sürdüren bir durumu olarak “Burjuvalık.” bir denge sağlama.
İnsan davranışındaki sayısız aşırı uçlar ve karşıt çiftler arasında.
Dengeli bir orta yolu ele geçirme çabasından başka şey değildir.
Bu karşıt çiftlerden birini örneğin bir ermiş ile zevkperest bir kişiyi ele alırsak benzetimiz daha iyi anlaşılacaktır.
İnsan kendini tümüyle manevi değerlere Allah’a yaklaşma çabasına ermişlik idealine adama olanağına sahiptir.
Bunun tersine kendini tümüyle içgüdüsel yaşama duygularının isteklerine teslim edip çabasını anlık hazların kazanımına yöneltme olanağıyla da donatılmıştır.
Birinci yol ermişliğe manevi şehitliğe Allah uğruna kendini feda etmeye; ikinci yol ise zevkperestliğe iç güdüler uğruna kendini vermeye çürüyüp kokuşmalar uğruna kendini gözden çıkarmaya götürür kişiyi.
İşte orta sınıf insanı bu ikisi arasındaki ılıman iklimde yaşamaya çalışır asla kendini gözden çıkarmaz, ne çilekeşliğe nede zevkperestliğe adar kendini asla canını vermeye kalkmaz asla yok olmayı istemez tersine onun ideali nefsinden el çekmek değil ben’ini ayakta tutmaktır.
Ne ermişlik nede onun karşıtı uğrunda çaba harcar.
Kayıtsız şartsız taraf tutmak onun katlanamayacağı şeydir.
Allah’a olduğu gibi zevkperestişde kulluk etmek ister erdemli olmaya çalışır.
Öte yandan bu yeryüzünde birazda adam gibi rahat yaşamaya bakar kısacası aşırı uçlar ortasında şiddetli rüzgarlardan fırtınalardan korunmuş sağlığına yararlı ılıman bir bölgede yerleşmeye uğraşır bunun üstesinden gelirse de kayıtsız şartsızlığa ve aşırılığa yönelik bir hayatın sağlayacağı yaşam ve duygu yoğunluğundan da el çekmek zorunda kalır.
Hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu faturayı ben’e ödetmektir.
Orta sınıftan bir için kendi ben’inden kuşkusuz yeterince gelişmeyip güdük kalmış bu ben’den değerli bir şey yoktur.
Dolayısıyla yoğunluk pahasına kendini ayakta tutar güven içinde yaşar.
Allah’a sevdalanmışlığını verip vicdan rahatlığını alır karşılığında hazzı verip hoşnutluğu özgürlüğü verip rahatlığı ölümcül ateşi verip tatlı sıcaklığı alır.
Bu yüzdendir ki, yaradılış bakımından orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır.
Korkaktır kendisini elden çıkarmaktan çekinir kolay yönetilecek biridir.
Dolayısıyla gücün yerine çoğunluğu şiddetin yerine yasayı sorumluluğun yerine oylamayı geçirmiştir.
Hayatımda ki, buna benzer sarsıntılardan her biri sonunda bana yeni bir şey kazandırdı.
Bunu yadsıyamam; özgürlükten ustan derinlik ten yana, öte yandan yalnızlıktan anlaşılmazlıktan soğukluktan yana bir kazanım.
Burjuvazi açısından bakıldığında bir sarsıntın da öbürüne akıp giden?
Yaşamım sürekli bir iniş oluşturdu normalden izin verilenden sağlıklıdan giderek uzaklaştı yıllar geçtikçe mesleğim ailem vatanım elimden çıkıp gitti her türlü sosyal ilişkinin dışında aldım soluğu;
Kimse tarafından sevilmeyen pek çok kişinin kuşkuyla baktığı kamuoyu ve ahlakıyla sürekli ve amansız çatışma içinde tek başına biri olup çıktım.
Eskisi gibi burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde yaşasam bile tüm duygu ve düşüncelerimle bu dünyanın ortasında yinede bir yabancıya dönüştüm.
Din vatan aile devlet gözümde değerini yitirdi beni şuncacık ilgilendirmez oldu bilimin loncaların sanatların büyüklük taslamasından tiksiniyor umdur;
Görüşlerim beğenim bir zamanlar yetenekli ve sevilen bir adam olarak parlayıp öne çıkmamı sağlayan düşüncelerim gereken ilgiden yoksun kalmış kendi haline terk edilmiş herkesi huylandırmaya başlamıştı.
Bütün o büyük acılara mal olan değişimlerin sonunda pek küçük bir şey ele geçirebilmiş sem bedelini ağır şekilde ödemek zorunda kalmıştım.
Bir değişimden ötekisine yaşamım daha sert daha çetin daha yalnız ve tehlikelere daha açık bir durum almıştı.
Allah için Nietzsche'nin “Güz şarkısın”da ki, gibi beni giderek solunmaz nitelik kazanan bir hava içine sürüklemiş yolda daha fazla yürümeyi arzulamam için hiçbir neden yok.
İnsan’ın yaradılış süreci sona ermiş bir varlık değil usun bir dayatması olduğunu söz konusu süreci geride bırakmış insanın korkulduğu kadar özlenen uzak bir olasılık niteliği taşıdığını ve oraya götürecek yolun her zaman ancak bir bölümünün.
Kendilerini bugün giyotinin yarın bir şeref anıtının beklediği eşine az rastlanır bireyler tarafından müthiş acı ve cezbelerle geride bırakılabileceğini bozkır kurdu da sezer?
Uslu birine benziyorsun dedi beni cesaretlendirerek insanı zora koşmuyorsun bahse girerim ki, son kez bir kimsenin sözünü dinleyip dediğini yapalı hayli zaman olmuştur doğru bahsi kazandınız.
Peki, nasıl bildiniz bunu?
Bilmeyecek ne var! Söz dinlemek yemek içmek gibidir.
Kim uzun süre böyle bir şeyden yoksun kalmışsa onun için bundan değerli şey yoktur.
Severek dinliyorsun benim sözümü öyle değil mi?
Tasarlanamayacak kadar güzel ve yeni bir şeydi bu uzun zamandır.
Hiçbir şeyi beklememiş hiç bir şeye sevinmemiş benim için ben ayağı suya ermiş kişi için.
Bütün gün tedirgin ve endişeli sağa sola koşarak vakit öldürmek akşam ki, buluşmayı akşam aramızda geçecek konuşmaları ve bu geceden çıkacak sonuçları önceden tasarlamak tıraş olmak ve sırtıma yeni bir gömlek geçirip boynuma yeni bir boyun bağı takmak büyük bir özenle giyinmek ayakkabıların bağlarını yenileriyle değiştirmek harikuladeydi doğrusu.
Bu akıllı ve gizemli kız kim olursa olsun aramızda ki, ilişki nasıl kurulmuş bulunursa bulunsun fark etmezdi;
Böyle bir kız vardı nihayet bir mucize gerçekleşmiş karşıma yeniden bir insan çıkmış.
Yaşama yeniden ilgi duymaya başlamıştım!
Önemli olan bunun sürmesiydi bu çekici güce kendimi teslim etmem bu parlayan yıldızın peşine takılmamalıdır.
Çokluk üzgün bir görünümleri vardır hayvanların diyerek konuşmasını sürdürdü.
Hermine bir insan pek üzgünse dişi ağrıdığı yada para kaybettiği için değil her şeyin gerçekte nasıl yaşamın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse gerçekten üzgün demektir.
İşte o vakit biraz hayvana benzer o zaman üzgün görünür ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü.
Öyleydi işte; senin de bozkır kurdu ilk gördüğümde böyle bir halin vardı.
Bu yetenekli ve ilginç Bay Haller her ne kadar mantık ve insanlığın vaizliğini yapmış savaşın barbarlığına karşı protesto da bulunmuşsa da düşüncelerinin mantıksal sonucuna göre davranıp savaş sırasında bir duvar önüne dikilerek bir idam mangasının kurşunlarıyla ölmeye yanaşmamış şu yada bu şekilde duruma uyum sağlamaya bakmıştı.
Toz kondurulamayacak soylu bir uyumdu bu kuşkusuz ama yine de bir uzlaşmaydı bu bir yana gücün ve sömürünün karşısında yer alan biriydi.
Bay Haller, öyleyken bankada sanayi işletmelerine ait pek çok hisse senedinin sahibiydi ve vicdanı hiç sızlamadan bunların faizlerini alıp çıtır çıtır yiyordu.
Hayır, Hermine öyle değil o zamanlar ne yalan söyleyeyim pek mutsuzdum ama aptalca bir mutsuzluktu bu kısır bir mutsuzluk neden?
Çünkü aptalca olmasaydı ölümden o kadar korkmam gerekmezdi oysa gerçekten özlediğim şeydi ölüm!
Benim gereksindiğim benim aradığım bir başka mutsuzluktur; tutkuyla acı çekmemi ve hazla ölmemi sağlayacak bir mutsuzluk.
Benim istediğim böyle bir mutsuzluktur yada mutluluktur işte bozkır kurdunu yıpratıyordu, bu mutluluk onu doymuş biri durumuna sokuyor ama uğrunda ölmeye değer bir mutluluk olmaktan uzak ille ölmek gerekiyor yani sanıyorum evet!
Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç bir beklenti yaşıyordu; eylemlere acılara ve özverilere hazırdın ama yavaş anladın ki, dünya hiçde senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor;
Yaşam kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil insanların yeyip içmeler kahve yudumlamalar örgü örmeler iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir.
Ben hiç kimseyim diye açıkladı adam nazikçe.
Bizim burada ismimiz yoktur.
Burada bizler bir kişilik taşımayız.
Ben bir satranç oyuncusuyum.
Kişiliğin nasıl kurulacağını öğrenmek mi istiyorsunuz?
Evet, lütfen o zaman bana sizin taşlardan birkaç düzine verir misiniz?
Benim taşlardan mı?
Sözde kişiliğinizin dağılmasından oluşan taşlardan?
Taşlar olmadan oynayamam çünkü.
Bunun üzerine adam yüzüme bir ayna tuttu.
Aynada kişisel bütünlüğümün dağılarak pek çok ben’e ayrılmış olduğunu gördüm yeniden hatta bana sayıları dahada artmış gibi geldi.
İnsanın sözde her zaman bir birlik ve bütünlüğü içerdiğine ilişkin?
Yanlış ve sakıncalı görüşü biliyorsunuz şunu da biliyorsunuz ki, insan bir yığın ruhtan pek çok ben’den oluşur.
Daha sonra elini neşeyle satranç tahtası üzerinde gezdiren adam bütün taşları usulcacık devirdi.
Ardından düşüncelere dalarak titiz bir sanatçı tutumuyla aynı ben?
Parçalarından bambaşka gruplandırmalar ilişkiler ve çatkılarla yepyeni bir oyun kurdu.
Bu oyun birincisine benziyordu dünya aynı dünya kullanılan malzeme aynı malzemeydi ama modülasyonlar değişik tempo değişikti; motifler bir başka türlü vurgulanmış konumlar bir başka türlü sergilenmişti.
Hermann Hesse
Gönderen g.e. Zaman: 9: 32 öö alıntılar. Zaman benim işte nesneleşiyor tüm anlar/ dursam ölürüm param parça olur dünya... Cuma ağustos 12, 2005
VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ.
Peki, ağırlık gerçekten nefret edilmesi hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?
Yüklerin en ağırı ezer bizi onun altında çökeriz bizi yere yapıştırır.
Bu ağırlık öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler.
O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumunda imgesidir.
Yük ne kadar ağır olursa yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne daha gerçek daha içten olur.
İşi tersten ele alırsak bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan.
Bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır yalnızca yarı yarıya gerçek olur devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.
Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı hafifliği mi?
Ne istediğini bilememenin aslında son derece doğal olduğunu anlayıncaya kadar kızdı kendine.
Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz yada kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz.
Tereza’yla olmak mı daha iyiydi yalnız olmak mı?
Karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın yolu yok.
Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz önceden uyarılmaksızın rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi.
Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse ne değeri olabilir yaşamanın?
Yaşamın hep bir taslak olması bundandır, işte şu sonuca vardı.
Tomas: Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur.
Sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular.
Aşk çiftleşme arzusunda (Sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz.
Kendini uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu).
İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir.
Çünkü sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada.
Kişinin kendi acısı bile başkasıyla başkası için hissettiği imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekmez.
O zaman bile bu sözler Tomas’a garip bir melankoli duygusu vermişti;
Tereza’nın arkadaşı Z. yi değil de kendisini sevmiş olmasının sadece şans eseri olduğunu şimdi iyice anlıyordu.
Tomas’a duyduğu birleşmeyle sonuçlanan aşkın dışında olasılıklar düzleminde öteki erkeklere yönelik sonsuz sayıda birleşmeye dönüşmemiş aşk vardı.
Hepimiz yaşamımızın en büyük aşkının hafif ağırlıksız bir şey olabileceği düşüncesini yekten reddederiz; aşkımızın tam olması gerektiğini.
Onsuz yaşamımızın hiç bir zaman eskisi gibi olmayacağını varsayarız.
Tereza onun söylediklerini dinler ve anne olmanın yaşamda ki, en büyük değer anneliğin ise büyük bir özveri olduğuna inanç getirirdi.
Eğer anne öz verinin cisimleşmiş haliyse o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan kabahatti demek ki, rastlantıla rın sadece rastlantıların söyleyecek bir sözü vardır bize gereklilikten doğan olmasını beklediğimiz günbegün yinelenen her şey dilsizdir.
Sadece rastlantılar bir şeyler söyler bize gözü daha yükseklerde bir yerde olan herkes günün birinde?
Gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.
Nedir göz kararması?
Düşme korkusu mu?
Peki, ama gözetleme kulesinin sapasağlam tırabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden?
Yok, göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey bizi çağıran bizi kışkırtan altımızda ki, boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur.
Bu arzunun karşısında dehşete kapılır kendimizi korumaya çalışırız ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.
Önerebileceğim tek açıklama şu:
Franz için aşk kamusal yaşamın bir uzantısı değil antiteziydi.
Kendini eşinin merhametine bırakmayı özlemek demekti.
Bir savaş tutsağı gibi teslim olan kişi aynı zamanda silahlarını da bırakmak zorundadır.
Gelebilecek darbeye karşı daha baştan savunmasız olduğu içinde darbenin ne zaman geleceğini merak edip durmaktan kendini alamaz.
Franz için aşk sürekli bir darbe bekleyişi idi diyorsam işte bundan.
Oysa Sabiha’nın içine girdiği an gözlerini kapıyordu tüm bedenini kaplayan zevk karanlığı gerektiriyordu.
O karanlık anı kusursuz düşüncesiz görüntüsüzdü; o karanlık anı sonsuz sınırsızdı; o karanlık her birimizin içinde taşıdığı sonsuzdu.
(Evet, istediğin sonsuzluksa kapatıver gözlerini!)
Çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz.
Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler.
Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar.
İşte insanoğlunun bütün bahtsızlığı burada yatırıyor.
İnsan zamanı bir döngü izlemiyor; onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor.
İnsan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir.
Evet, mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir, dedi.
Tereza kendi kendine kaldı ki, aşklar da imparatorluklar gibidir; üzerine dayandırıldıkları düşünceler un ufak olduğunda onlarda silinir gider.
Önceden de söyledim eğretilemeler tehlikelidir.
Aşk bir eğitilmeyle başlar yani bu şu demektir ki, aşk bir kadının dilinde ki, ilk sözcükle şiirsel belleğimize girmesiyle başlar.
Gerçeğin düşten öte çok daha öte bir şey olduğunu bulup çıkarmak için gelmişti!
Cennete duyulan özlem insanın insan olmamaya duyduğu özlemdir.
Milan Kundera
Gönderen g.e zaman: 9: 18 öö alıntılar. Zaman benim işte nesneleşiyor tüm anlar/dursam ölürüm param parça olur dünya. Perşembe ocak 04, 2007
GÖRME BİÇİMLERİ.
Görme konuşmadan önce gelmiştir.
Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.
Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler.
İnsanların cehennemin gerçekten var olduğuna inandıkları orta çağda ateşin bu günkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz.
Genede onlarda ki, bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşin her şeyi yutan kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.
Bir şeyi gördükten hemen sonra aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz.
Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler.
Dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi.
Karşıda ki, tepeyi gördüğümüzü kabul edersek o tepeden görüldüğümüzü de kabul etmemiz gerekir.
Görüşün iki yanlılığı konuşmaların iki yanlılığından daha baskındır.
Çoğu zaman karşılıklı konuşma bu görme-görülme işlemini dille getirme çabasıdır.
Sizin her şeyi nasıl gördüğünüzü benzetmeyle ya da doğrudan açıklama çabanızla “Onun her şeyi nasıl gördüğünü” anlama çabanızdır.
Bir doğa resmi “Gördüğümüzde” kendimizi onun içine koyarız.
Geçmişte yapılmış sanata “Bakıyorsak” o zaman kendimizi tarihin içine koymuş oluruz.
Bu sanatı görmemiz engellendiğinde aslında bizim olan tarihten yoksun bırakılmış oluruz bu yoksunluktan kim yarar sağlar?
Sonuçta geçmişin sanatı mutlu azınlığın kendine bir tarih yaratmaya çabalamasından dolayı bulandırılmaktadır.
Bu tarih geriye bakıldığında yönetici sınıfların oynadığı tarihsel rolü haklı gösterebilir.
Böyle bir haklı çıkarmanın çağdaş dilde hiçbir anlamı yoktur.
Bundan ötürü ister istemez bulandırıcıdır.
Fotoğraf makinesiyle anlık görünümler bir birinden ayrıldı; böylece imgelerin zamana bağlı olmadıkları fikri ortadan kalktı.
Başka bir deyişle makine geçen zaman kavramının (Yağlı boya resim dışında) görünen şeylerin algılanışından ayrılamayacağını gösterdi.
Görüşümüz neyi nerede gördüğümüze bağlıydı.
Gördüğümüz şeyde zaman ve yer içinde bulunduğumuz duruma bağlıydı.
Her şeyin kayma noktası olarak kabul edilen insan gözü üzerinde toplandığını düşünmek olanaksızdı artık.
Oysa perspektifle görsel alan sanki ideal olan buymuş gibi düzenleniyordu perspektifle yapılmış her taslak ya da yağlı boya resim seyirciye dünyanın biricik merkezinin kendisi olduğunu söylüyordu.
Fotoğraf makinesi ondan daha çok da sinema makinesi aslında böyle bir merkezin bulunmadığını gösterdi.
Kadın hiç durmadan kendini seyretmek zorundadır.
Hemen her zaman kendi imgesiyle dolaşır.
Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendini yürürken ya da ağlarken görür.
Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi?
Bunun gerekli olduğu öğretilmiştir.
Ona bunu şöyle yalınlaştırabiliriz: Erkekler davrandıkları gibi kadınlarsa göründükleri gibidirler.
Erkekler kadınları seyrederler.
Kadınlar seyrelilişlerini seyrederler.
Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasında ki, ilişkileri değil.
Kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler.
Kadının içinde ki, gözlemci erkek gözlenen se kadındır.
Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.
Çıplak kadın resmi yapılıyordu çünkü çıplak kadına bakmak tan zevk duyuluyordu; kadının eline bir ayna veriliyordu ve resme kendine hayranlık deniyordu.
Böylece çıplaklığı zevk için resme geçiren kadın ahlak açısından suçlanıyordu.
Oysa aynanın gerçek işlevi çok daha başkaydı ayna kadının kendisini her şeyden önce ve her şeyden çok seyirlik?
Bir şey olarak gördüğünü anlatmak için konuyordu resme çıplak olmak insanın kendisi olmasıdır.
Nü’ olmaksa başkalarına çıplak görünmektir; insanın kendisi olarak algılanmamasıdır.
Çıplak vücudun nü olabilmesi için bir nesne olarak görülmesi gerekir.
(Vücudun nesne olarak görülmesi nesne olarak kullanılmasına yol açar).
Çıplaklık kendisini olduğu gibi ortaya koyar.
Nü’lük se seyredilmek üzere ortaya konuştur.
İlk soyunma anındaki sıradanlığa gereksinme duyarız çünkü bu sıradanlık bizi gerçeğe indirger aslında bundan da öte bir şey yapar.
Cinselliğin tartışılmaz atalardan gelme mekanizmasını taşıyan bu gerçeklik.
Cinselliğin herkesçe paylaşılma özelliğinde birlikte getirir.
Gizemliliğin kayboluşu ortaklaşa gizem yaratma yolunun ele geçirilmesiyle aynı anda olur.
Süreç şudur: Öznel-nesnel-öznel-bu sürecin karesi alınır.
Durağan bir cinsel çıplaklık imgesi yaratmanın ne denli güç olduğunu şimdi anlayabiliriz.
Yaşanırken çıplaklığın algılanması bir durum değil bir süreçtir.
Yağlı boya resimde nesneler çoğu zaman oldukları gibi gösterilir.
Gerçekte bunlar satın alınabilir nesnelerdir.
Bir nesnenin resmini yaptırıp aldığınızda onu bezen geçirtmek o şeyi satın alıp evinize koymaktan pek de değişik bir şey değildir.
Böylece bir resmi satın aldığınızda o resimde gösterilen nesnelerin görünüşünü de satın almış olursunuz.
Göz kürkten başlayarak ipeğe madene tahtaya kadifeye mermere kâğıtta ve keçeye doğru kayar her kaymada gözün resimde gördüğü şey dokunma duygusu diline çevrilir.
Reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir.
Aldığımız bu yeni nesne der reklam sizi bir bakıma daha zenginleştirecektir.
Aslında o nesneyi almak için para harcayarak biraz daha yoksullaşacak olsanız bile!
Reklam yüzeysel görünüşü değişmiş bunun sonucu olarak kıskanılacak duruma gelmiş insanları göstererek bizi bu değişikliğe inandırmaya çalışır.
Kıskanılacak durumda olmak çekici olmak demektir.
Reklam çekicilik üretme sürecidir alıcıya satmaya çalıştığı ürünle ya da olanakla çekicilik kazanmış olan kendi imgesini yansıtır.
Bu imgeyle alıcıda kendisinin gelecekte olabileceği durumu özleten bir kıskançlık uyandırır.
Bu kıskanılası ben’i yaratan nedir öyleyse?
Başkalarının duyduğu kıskançlıktır elbette.
Reklam zevk değil mutluluk vaat eder bize: dışarıdan başkalarının gözüyle görülen bir mutluluk.
Kıskanılmanın getirdiği bu mutluluk da çekicilik yaratır.
Seyirci -alıcının ürünü edindiği zaman erişeceği durumuna bakarak kendini kıskanması beklenir.
O ürünle başkalarının kıskanacağı bir nesne durumuna dönüştüğünü düşünmesi amaçlanır.
Bu kıskançlık onda kendini beğenme duygusunu güçlendirecektir.
Bunu başka türlüde anlatabiliriz:
Reklam imgesi alıcıdan aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar; sonrada bu sevgiyi ona alacağı ürünün fiyatına yeniden satar.
Bütün reklamlar huzursuzluk duygusunu işler.
Her şey paraya dayanır; parayı ele geçirmek huzursuzluğu yenmek demektir.
Reklam, bir tür düşünsel dizge olup çıkar sonunda.
Her şeyi kendi diliyle açıklar dünyayı yorumlar.
John Berger
Gönderen g.e. zaman: 8: 41 öö alıntılar. Zaman benim işte nesneleşiyor tüm anlar/dursam ölürüm param parça olur dünya. Salı ağustos 23, 2005
YABANCI.
Ne olursa olsun her şeyin anlamsız olduğu her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan?
Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz.
Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur ama yaşamak ve örneğin yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır.
Ölmeye yanaşmadığı sürece insan yaşamayı seçiyor demektir.
O zaman da görece de olsa yaşamaya bir değer veriyoruz demektir.
Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir?
Umutsuzluk susar kaldı ki, susmak bile eğer gözler konuşuyorsa bir anlam taşır.
Gerçek umutsuzluk can çekişme mezar ya da uçurumdur.
Umutsuzluk konuştu mu hele yazdı mı hemen bir kardeş el uzanır.
Sana ağaç anlam kazanır sevgi doğar.
Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür.
Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.
(Vedat Günyol’un ön sözde yer verdiği Camus’dan bir alıntı)
Evet, diye karşılık verdim ama doğrusunu isterseniz bence bir diye ekledim.
O zaman “Hayatınızda bir değişiklik hoşunuza gitmez mi?” Diye sordu.
İnsan hayatını hiç değiştiremez ki, zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır.
Burada ki, hayatımı hiç beğenmiyor da değilim diye karşılık verdim.
Akşam maiyeti beni görmeye geldi kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu.
Bence bir ama istersen evleniriz dedim o zaman kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi.
Bir başka zaman da söylediğim gibi bunun bir anlamı yok ama her halde sevmiyor umdur diye karşılık verdim.
Gözlerimizi kıpırdatmadan birbirimize bakıyorduk burada her şey denizle kum ve güneşin kamışla suyun çifte sessizliği arasında duraklıyordu o anda içimden insan ateş ederde edemezde bence ikisi de bir diye geçirdim.
Yanımdan dargın bir halle ayrıldı onu alıkoymak gözüne girmek beni daha iyi savunsun diye değil.
Yalnızca gözüne girmek istediğimi anlatmak isterdim hem onu güç duruma soktuğumu da görüyordum:
Beni anlamıyor biraz da içerliyordu bana benimde herkes gibi olduğumu tamı tamına herkes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum ama bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu.
Tembelliğim tuttu söylemekten vazgeçtim sonra bana dikkatli birazda üzgün bir tavırla baktı batkıda:
“Böyle katı yürekli insan görmedim ömrümde!
Karşıma çıkan suçlular bu acı simgesinin önünde daima gözyaşı dökmüşlerdi” diye mırıldandı.
Neredeyse onlar katilde ondan diye karşılık verecektim ama düşündüm ki ben de onlar gibiydim.
Bu kendimi bir türlü alıştıramadığım bir düşünceydi o zaman yargıç sorgunun bittiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı hep o aynı yorgun tavırla yalnızca yaptığım işten pişman olup olmadığımı sordu.
Düşündüm gerek anlamda pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı duyduğumu söyledim dediklerimi anlamıyormuş gibiydi ama işler o günlük bu kadarla kaldı.
Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyorum o zaman sık düşünüyor ve içimden:
Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı yavaş buna da alışır giderdim diyordum.
Bana kadınlardan söz açan o oldu önce ötekilerin sızlandıkları ilk şey budur dedi.
Ben de onların durumundayım bu işlemi haksızca buluyorum dedim ama dedi zaten sizi de bunun için hapse tıkıyorlar ya!
Nasıl bunun için mi?
Elbette özgürlük dediğin budur işte!
Özgürlükten yoksun bırakıyorlar.
Bense bunu hiç düşünmemiştim ona hak verdim doğru yoksa ceza nerede kalırdı!
Dedim kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor düşümde bir köşeden kalkıyor yolum üzerinde ki, eşyaları bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyorum.
Bugünlerin yaşanması uzun sürüyordu kuşkusuz ama öylesine gevşemişlerdi ki, sonunda bir birinin içine taşıyor ve orada adlarını yitiriyorlardı.
Benim için anlamlı olan yalnız dün ve yarın sözcükleriydi jandarmalar mahkeme kurulunu bekleyeceğiz dediler.
Biri bana sigara sundu ama almadım az sonra heyecanlı mınsın diye sordu.
Hayır diye karşılık verdim bir bakıma seyretmek ilgimi bile çekiyor.
Şimdiye kadar dava dinlemek fırsatı düşmemişti hiç diye ekledim.
İkinci jandarma evet ama bir süre sonunda usanç getirir dedi.
Düşüncelerime gömülü olmama karşın bazı lafa karışacak oluyordum o zaman avukatım susun!
Davanız için bu daha iyi diyordu.
Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki her şey benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu.
Anacığım sık insan hiç bir zaman bütün mutsuz olamaz der dururdu gökyüzü elvan renklerle boyanıp da yeni bir gün ışığı hücreme sızıverince ona hak veriyordum.
O zaman bilmiyorum niçin içimde bir şeyler dikili verdi avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım hakaret ettim duasını istemediğimi yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim.
Cüppesinin yakasına yapışmıştım içimin sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum.
Ne kadarda dediklerinden güvenli görünüyor değil mi oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi yaşadığından bile emin değildi bir ölü gibi yaşıyordu çünkü.
Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum ama kendimden emindim her şeyden emindim hem ondan daha çok emindim yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim.
Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim ama hiç değilse bu gerçeğe onun bana sahip olduğu kadar sahiptim ne zamandır ilk kez olarak anacığımı düşündüm.
Hayatının sonlarında niçin bir nişanlı edinmişti niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti anlar gibi oluyordum.
Orada orada da bir takım ömürlerin sona erdiği bu ihtiyarlar yurdunun çevresinde de akşamlar hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi.
Anacığım ölümün eşiğinde kendini orada serbest ve her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı.
Kimsenin kimseciklerin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu.
Bende her şeyi yeni baştan yaşamaya kendimi hazır hissettim.
Sanki bu büyük öfke beni kötülüklerden arındırmış umuttan kurtarmıştı.
İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi ilk kez olarak dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum.
Dünyayı kendime bu kadar eş bu kadar kardeş bulunca anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim hatta hala da mutluydum.
Albert Camus Gönderen g.e zaman: 10: 06 öö alıntılar. Zaman benim işte nesneleşiyor tüm anlar/dursam ölürüm paramparça olur dünya. Pazar Haziran 26, 2011
SUÇ VE CEZA
Neymiş efendim onların bildiği gerçekler varmış!
İyi ama gerçek her şey demek değildir ki, hiç değilse işin yarısı bu gerçeklere nasıl bakıldığına bağlıdır.
Acaba nerede okumuştum diye düşünüyordum.
Bir yandan da idam mahkûmunun biri ölümünden bir saat önce yüksek bir dağın tepesinde ancak iki ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse çevresindeyse uçurumlar okyanuslar sonsuz karanlıklar fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık olsa yine de?
O bir avuç yerde ömrü boyunca binlerce yıl ve sonsuza dek yaşamanın o anda ölmeye yeğleneceğini söylemiş yeter ki, yaşasın!
Yalan insanların bütün öteki yaratıklara karşı biricik üstünlüğüdür!
Oysa biz yalanı bile kendimiz kıvıramayız!
Bana bir yalan söyle ama bu yalan senin olsun senin uydurduğun bir şey olsun alnından öpeyim!
Kendine ait bir yalan başkalarına ait gerçekleri tekrarlamak tan belki de daha iyidir.
Hapishanede çoraplarını yamayan kraliçe diye düşünüyordu.
Her halde en görkemli taç giyme törenlerinde olduğunca hatta belki de bundan da fazla kraliçeye benziyordu.
Aslında her yer boğucu burada insanın soluk alabileceği bir yer yok.
Sokaklar bile penceresiz odalara benziyor aman yarabbi nasıl bir kent bu böyle!
Kapıyı kilitlemiyor musun diye sordu.
Hiç bir zaman kilitlemedim ki, sözde iki yıldır kilit alacağım.
Gülümseyen Sonya ya baktı kilitleyecek hiç bir şeyi olmayan insanlar mutludurlar her halde öyle değil mi?
Yani topluma söyleyecek birazcık yeni bir şeyleri bulunanlar doğaları gereği tabi kimi az kimi çok birer suçlu olmak zorundadırlar.
Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar; ikinciler dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru yöneltirler.
İnsan ne kadar kurnazsa basit şeylerden tuzağa düşürüleceğinden o kadar az kuşku duyar.
İnsan öldürmedim bir ilkeyi öldürdüm!
Evet, bir ilkeyi öldürdüm ama üstünden aşıp ötesine geçemedim bu yanda kaldım.
Ben yalnızca cebimde ki, rubleyi sımsıkı tutup genel mutluluk bekleyecek aç bir annenin önünden geçmek istemedim.
İktidar ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir.
Başarısızlığı uğradı mı her şey aptalcadır.
Dostoyevski gönderen g.e. zaman: 10: 03 ös
SEVME-SANATI-SÖZLERİ.
Erkekler sevile bilmek için başarılı güçlü ve zengin olmaya çalışırlar.
Kadınlarsa vücutlarına ve giyimlerine özen göstererek güzel görünmeye çalışırlar.
Sevilebilir olmakla kast edilen popüler olmakla cinsel çekiciliğe sahip olmanın karışımıdır.
Olgun sevgi kişinin kendi bütünlüğünü bireyselliğini koruma şartıyla bir araya gelmektir.
Kişi emek verdiği şeyi sever sevdiği şey için emek verir.
Sevgi özgürlüğün çocuğudur asla tahakküm değildir.
Çocuksu sevgi: seviyorum; çünkü seviliyorum.
Olgun sevgi: seviliyorum çünkü seviyorum.
Olgunlaşmamış sevgi: seni seviyorum; çünkü sana ihtiyacım var.
Olgun sevgi: sana ihtiyacım var; çünkü seni seviyorum.
Eğer kişi sadece bir insanı seviyorsa ve diğer insanlara karşı kayıtsızsa onun sevgisi sevgi değildir.
İnsanların çoğu sevgiyi ortaya çıkaran şeyin bir yeti değil bir nesne olduğunu düşünüyorlar.
Bu resim yapmak için sanatsal yetenek değil uygun bir nesne gerektiğini düşünmekle aynıdır.
Buyurgan ve sahiplenmece bir kadın için çaresiz ve tamamen kendi isteğine tabi bir çocuk doğal bir doyum malzemesidir.
Birbirlerine aşık başkalarına hiçbir sevgi duymayan iki insana sıkça rastlanır.
Gerçekte onların aşkları çift kişilik bencilliktir.
Erotik sevgide insan kendisini sadece tek bir kişiyle kaynaştırabildiği için başkalarını dışlar.
Bilmek ve hala bilmediğimizi düşünmek en yüce marifettir bilmemek ve buna rağmen bildiğimizi düşünmek bir hastalıktır.
Birçok kişi sevme sorununu ilkel bir biçimde ele almakta kendi sevebilme gücünden sevme ediminden çok sevilme olarak görmektedir.
Onlar için sorun nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir.
Tüm uygarlığımız, karşılıklı kar sağlayan bir alış-veriş düşüncesi satın alma açlığı üzerinde yükseliyor.
Sevgiden vazgeçmek olanaksız olduğuna göre sevgi konusunda ki, başarısızlıkların üstesin den gelebilmenin bir tek uygun yolu olarak bu başarısızlıkların nedenlerini gözden geçirip sevginin anlamını incelemeyi geliştirmek kalıyor.
Sevgi insanın varoluş sorununun yanıtıdır.
İnsan zekâyla ödüllendirilmiştir.
O, kendi kendini bilen bir yaşamdır; kendisinin diğer insanların geçmişinin ve gelecekte onu bekleyen olasılıkların farkındadır.
İnsan yaratma süreci içinde kendini dünya ile bütünleştirir.
Tam çözüm insanlar ası birlikteki başarıda bir başka insanla sevgi içinden kaynaşmada yatmaktadır.
Sevgi olmadan insanlık bir gün için bile var olamaz.
Ortak yaşam birliğinin tersine olgun sevgi kişinin kendi bütünlüğünü bireyselliğini koruyarak gerçekleştirdiği birliktir.
Sevgi insanı diğer insanlardan duvarları yıkan onu diğerleriyle birleştiren etkin bir güçtür.
Sevgi kişinin soyutlanma ve ayrı olma duygularını yenmesini sağlar kendisi olmasına bütünlüğünü yitirmesine yol açar.
Sevgide bir olan iki varlığın iki ayrı varlık olarak da ikilemi yaşanır.
Haset kıskançlık hırs her çeşit açlık bunların tümü tutkudur.
Sevme ise zorlama olmadan sadece özgür olunduğunda yaşana bilen insan gücünü soyutlayan bir eylemdir.
*Sevmek bir eylemdir edilgen bir duygu değil.
Bir şeyin "içinde olmaktır." bir şeye "kapılmak." değil.
En genel biçimiyle sevmenin etkin yapısı sevmenin almak değil öncelikle vermek olduğu biçiminde tanımlanabilir.
Vermek almaktan çok daha coşku vericidir.
Bu beni yoksullaştırdığı için böyle değildir.
Verme eyleminde canlılığının gücü yattığı için bu böyledir.
Ancak kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir.
En önemli verme edimi maddi şeyler değil aksine insana özgü dünyadan bir şeyler vermektir.
Sevgi sevgi üreten bir güçtür.
Güçsüzlük sevgi üretememektir.
Eğer sevginizi sevgi doğurmuyorsa bu sevginizin sevgi üretemediği anlamını taşır.
Eğer seven kişi olarak yaşamınızı ortaya koyuyor ama sevilen bir kişi olamıyorsanız sevginiz güçsüzdür şanssızlıktır.
Sevmek öğretmenin tek yoludur.
Gerçek bilgiye erişmenin tek yolu sevme edimidir.
Ancak bir insanı nesnel olarak tanıyarak onun değişmeyen özüyle sevgi edimi ile kavraya biliriz.
Kardeş sevgisi tüm insanları sevmektir.
Ve tek kişiye ait olmaması en büyük özelliğidir.
Çaresiz birini sevmek yoksul ve yabancı birisini sevmek, kardeş sevgisinin ilk adımıdır.
Bir amaca yönelik olmayan sevgide ancak gerçek sevgi açılıp gelişir.
Cinsel sevgi iki kişilik yalnızlıktır.
Anne sevgisi koşulsuzdur koruyucudur sıcak bir sığınaktır.
Koşulsuz olduğu için denetlenemez ya da elde edilemez.
Tüm insanlar eşittir çünkü onlar toprak ananın çocuklarıdır.
Günümüzde insanların mutluluğu "Eğlenmeye." dayanmakta?
Eğlenmenin altındaysa "Almanın" tüketmenin doygunluğu yatmaktadır.
Otomatlar sevemezler.
Onlar sadece kişilik paketlerini birbirleriyle değiştirirler ve ucuza kapatma peşinde koşarlar.
Sevgide insan en azından yalnızlıktan kaçıp sığınacağı bir liman bulabilir iki kişi dünyaya karşı bir tür ortaklık kurar ve bu iki kişilik bencilliğin sevgi olduğu yanılgısına düşülür.
Sevgi ancak iki insan birbirlerine varlıkların özünden bağlanır her biri kendisinin varlığının özünden tanırsa gerçekleşir.
Otomatlar birbirlerini sevmedikleri gibi Allah’ı da sevmezler.
Sevginin kazanılması için en önemli koşul kişinin kendi Narsizmini yenmesidir.
Sevgi Narsizmin hemen olmadığı alçak gönüllülüğün, nesnelliğin ve düşüncenin gelişmekte olduğu yerde vardır.
Sevme sanatının uygulanabilmesi inancın da uygulanmasını getirir.
Mantıklı düşünce kavramından bir kuramın oluşturulmasına doğru atılan her adımda inanca gerek vardır.
İnanç insanın varoluşunun bir koşuludur.
Sevgiyle olan ilişkisi açısından bunun anlamı kişinin kendi sevgisine olan inancı başkalarında sevgi yaratabilme ve bu sevginin geçerliliğidir.
Eğitim bir çocuğa özel yeteneklerinin fakına varması için yardım etmektir.
Eğitimin zıddı yönlendirmedir.
İnançlı olabilmek cesur olmayı tehlikeye atılabilmeyi?
Acı ve düş kırıklığına hazırlıklı olmayı gerektirir.
Emniyet ve güvenliği yaşamın birinci koşulu sayanlar inançlı olamazlar.
Sevmek kendini karşılıksız olarak adamak sevgimizin sevilen kişide de sevgi oluşturacağı ümidini taşımak demektir.
Sevgi bir inanç eylemidir inancı az olanın sevgisi de azdır.
Sıkılmama sevmenin tek koşuludur.
İnsanın varoluş sorununun en sağlıklı ve doğumculuk yanıtı sevgidir dolayısıyla sevginin gelişimine yer vermeyen bir toplum gelecekte insan doğasının bu temel gereksinimini gözden kaçırdığı için yok olacaktır.
Sevginin yalnızca ayrıcalıklı bireysel değil de sosyal bir olgu olarak gerçekleşebilirliğine inanmak insanın doğasını bilerek temellendirilmiş ussal bir inançtır.
http://www.mainboard24.com/sozler-yazilar-mesajlar/412873-erich-fromm-sevme-sanati-sozleri.htm
Yıldırım/Bayrampaşa/İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder