Cumartesi, Haziran 03, 2023

YALNIZLIK

Yalnızlık tanımlanması güç ve karmaşık bir durumdur. 

Her an herkes yalnız kalabilir. 

Bazen başkalarının yanında kendimizi yalnız hissederiz. 

Yalnızlık bireyin çevresine  olan güvensizliğini arttırarak uyumunu ve yaşamını zorlaştırır. 

Bu nedenle yalnızlık yaralayıcı bazen de öldürücü olabilir.

Yalnızlık ruhsal hastalıkların ve özellikle de depresyonun oluşmasında belirleyici bir etkiye sahiptir. 

Yalnızlık yaş cinsiyet ve sosyal sınıf gibi değişkenlerle yakından ilişkili olup büyük ölçüde sosyo-ekonomik yapı tarafından belirlenir. 

Artan sosyal hareketlilik kapitalizmin bireyci ve materyalist doğası ve değişen değerler yalnızlık deneyimlerini arttırmaktadır.

GİRİŞ

Yalnızlık gün geçtikçe büyüyen sorunlardan biridir. 

Şu veya bu şekilde hayatımızın bir parçası haline gelen yalnızlık tanımlanması zor bir durumdur. 

Yalnızlık objektif ve sübjektif açıdan da ele alınabilir. 

Ancak yalnızlığın tanımı gibi ifade edilişine kişisel ve sorunludur. 

Öncelikle yalnızlık ifade edilemeyecek kadar korkunç bir deneyimdir.  

Belki de onu korkunç yapan faktörlerden biri de ifade edilemeyişidir.

Zaten ifade edilebilseydi ve paylaşılması kolay olsaydı yalnızlık olmazdı. 

Yalnızlık nedenine ve belirtilerine göre değişik isimlerle tanımlanır.  

Derin yalnızlık depresyonun eşlik ettiği bir durumken sosyal ya da ilişkisel yalnızlık bireyin kendini bir topluma gruba ait hisse dememesi ve yaşadığı toplumda kendini yabancı hissetmesi olarak tarif edilir. 

Yine duygusal yalnızlık normal ortamlar da ruhsal beklentilerine karşılık bulamayan ve yakın özel ilişkilerden yoksun olanlar için kullanılırken gizli yalnızlık dışarı yansıtılmayan ama içsel üzüntülerle yorumlana bilen bir yalnızlık türü olarak bilinir.

Peplau ve Perlman (1982) Yalnızlığın bireyin arzuladığıyla gerçek ilişkileri arasında ki, farktan kaynaklandığını belirtir. 

Younger ise yalnızlığı başkalarına duyulan özleme karşın tek başına olma hissi olarak ifade eder.

O’na göre yalnız yalnızlık duygusunu amaçsızlık ve sıkıcı bir durum olarak deneyimler ve bu durum insana amaçsız ve faydasız olduğu hissini verir. (Younge 1995: 59) Weiss (1973) 

İse yalnızlığın ayrılmanın tehlikelerinden korumak için bireyde olumsuz bir duygu ortamı yarattığını ve böylece yakınlığı arttırıcı bir mekanizma işlevi gördüğünü belirtir. 

Gündelik yaşantımızda yalnızlık sahipsiz olmak evi her gün anahtarla açmak çayı tek başına içmek tek gezmek bayramlar da “Burası değil” ve telefonlar da yanlış numaradır. 

Yalnız tek başına yaşayan ve bir yıl içinde arkadaşları ya da akrabalarıyla aylık bir defadan daha az ilişki kuran kişiler olarak tanımlanmaktadır. 

Yalnızlık kimine göre kimsesizlik kimisi içinde tek başına kalmaktır. 

Yalnız açıkça kendi başına olan kişi anlamındadır.  

Ancak birey fiziksel olmasa da yalnızlık hissini yaşayabilir ve bu hissi rahatsız edici bir durum olarak algılayabilir.  

Bu açıdan birey bazen kendini kalabalıklar için de yalnız ve tanıdıklar içinde yabancı hissedebilir. 

Bu açıdan yalnızlık yaşanan sosyal ilişkilerin sayı ve sıklığıyla pek alakalı değildir.  

Hatta kimi zaman aynı ailenin üyeleri bile yalnız oldukları için üzüntü duyabilirler.

Yalnızlık olumsuz bir hissiyatı ifade etse de insan bazen yalnızken de mutlu olabilir. 

Ancak yalnızlıktan kastımız pek olumlu değildir ve esas olarak kavramın anlamı insanların tek başlarınayken kendilerini yalnız hissetmeleri ve bunu olumsuz bir deneyim olarak algılamaları şeklinde yorumlanabilir. 

İnsan yalnız olduğunun doğadan ayrı olduğunun bilincinde olan ve kendini bir başkası aracılığıyla gerçekleştirme arayışı içinde olan tek varlıktır.  

Bunun için Ortega Y. Gasset yaşamayı kökten yalnızlık olarak değerlendirir. 

Gerçekten de anne karnında bütünün bir parçası olarak sarılıp sarmalanmayı sınırsız bir hazzı yaşayan çocuk sıkıcı korku dolu bir deneyimle anne karnından ayrılırken yalnızlığını algılar. 

O, insanın her zaman anne karnında ki, sorumluluktan uzak ilk hazzı aradığını ve anneden ilk ayrılışla beraber yaşadığı yalnızlık kaygısını sürekli bilinçaltında taşıdığını belirtir. 

Ona göre kaygılarımızın kaynağı olan yalnızlık doğduğumuz günden başlayarak bizi rahatsız eder. (Rank 2001: 57-58).

İlk yalnızlık anlatışı kutsal metinler de kovuk muslukla beraber karşımıza çıkar. 

İlk insanın günahına karşılık olarak ödediği bir bedel olan yalnızlık eşini bulmasıyla son bulur. 

Burada sağlık normallik ve affedilme yalnızlığın son bulduğu birliktelik olarak görülmektedir. 

O evrensel bütünlükten kopma nasıl kötü görülmüşse yalnız olmada bir günah gibi hor ve hastalıklı görülmüştür. 

Yalnız birliği bozabilecek bir potansiyel farklı düşünebilen uyumsuz toplumun günah keçisi ismi konulmamış bir kaçaktır. 

Dolayısıyla ister laik, ister dinsel olsun, bütün mitos’lar siesta’lar bayramlar törenler aslında insanı yalnızlıktan kurtarıp toplumla bütünleştirmenin yani onu tekrar topluma bağlamanın yoludur. 

Peki, sanat eğlence müzik ve çalışma topluluklarının bu kadar iyi örgütlenmesine rağmen neden Durkheim’in dediği gibi bir bütünleşme yerine çözülmelerle artan bir yalnızlıktan bahsediyoruz? 

Neden bayramlar törenler şölenler ve kalabalıklar yalnızlığı gidermiyor?

YALNIZLIĞIN SINIRLARI

Younger yalnızlıkla çeşitli kavramlar arasında kapsamlı bir ilişki şeması sunmaktadır.

Bu şemada yalnızlık yabancılaşma dan bağlılığa kadar ilerleyen bir dizge içerisinde ilk adım niteliği taşımaktadır. 

Onun bu dizgesinde kavramlar olumludan olumsuza doğru bir farklılaşmayı içermektedir.

Yalnızlığın ilgili olduğu kavramlardan biri sosyal yalıtılmışlıktır.

Yalnızlık sosyal izolasyonla benzer özellikleri paylaşsa da ondan farklıdır. 

Sosyal izolasyon yalnızlıkla tek bırakılmanın bir karışımıdır. 

Yalnızlık ne deneyimleyen kişinin bir tercihine de diğerlerinin bir tavrı sonucunda oluşmayabilir.

Ayrıca tek başına kalmak bir tercihi de ifade edebilir. 

Bütün bu terimler bir dizi üzerine yerleştirildiğinde sosyal izolasyonun yeri tek olmakla yalnızlık arasındaki bir yere tekabül eder Younger yabancılaşmayıda yalnızlıktan ayırt eder.

Ona göre yabancılıkla yabancılaşma arasında bir yakın bir ilişki olsa da tam bir bağdan bahsedilemez. 

Yabancılık kendini diğerlerine yakın hissetmemeyi ifade ederken yabancılaşma daha derin bir kopmuşluk duygusunu ifade etmektedir. 

Younger yabancılaşmayı kendinden diğerlerinden tanrıdan doğadan ve dahası varoluş alanın dan ayrı olma deneyimi olarak. 

Anderson yabancılaşmanın yalnızlıktan daha acı verici ve ciddi bir durum olduğunu ve dahası kendini yabancı hisseden kişinin toplumdan kopmuş olduğunu ve onun tekrar topluma kazandırılmasının zor olduğunu belirtmiştir. (anderson 1986: 683-695).

Yabancılaşma bu anlamda kendi bedenin de mülteci sürgün durumuna düşmektir. 

Bir anlamda dönüş umudunun yitirilmesi ve hiçbir yerde kendini evinde gibi hisseemeyip hep yabancı olarak kalma duygusudur.

Bu durum da diğer insanlarla aramızdaki mesafe daralsa da içimizdeki mesafede bir değişiklik olmaz. 

Çünkü yabancı yaşadığı toplumda kendini sürekli seyirci olarak hisseder. 

Rokach da bireyin yalnızlık deneyimi üzerinde derinlemesine düşünmeye başlamasından sonra kendine yabancılaşma duygusunun ortaya çıktığını ve kendine yabancılaşma duygusu nun kendinden benliğinden ve kimliğinden uzaklaşmanın yarattığı boşluk duygusuyla birlikte hissedildiğini ifade etmiştir. (Rokach 1988: 531-544)

Yalnızlık “Benliği” inşa eden ait olma duygusunu yıprattığın dan güvensizlik ve huzursuzluğun yanı sıra kötümserlik ve bencilliğin de anasıdır.  

Bu duygular ise temelde yabancılaşma duygusuyla ilgilidir. 

Psikoloji alanında ki, çeşitli incelemeler içe kapanma duygusunu besleyen bu tür yabancılaşma ögelerinin insanları kronik stres ve hastalıklara maruz bıraktırdığını göstermek tedir. (Frager 1996: 53)

Yabancılaşma hayatın anlamlandırılabilmesi yakından alakalıdır. 

Hayatı anlamlandırmada ise sahip olunan ilişkilerin kalitesi büyük bir önem taşır. 

Çünkü kişinin kendini anlayabilmesi ve sağlığı için başka birine ihtiyacı vardır.   

Hayatı hayal kırıklıklarıyla dolu boş ve anlamsız olarak değerlendirmede başkalarıyla kurulan derinlik siz ve süreksiz ilişkilerin önemli bir etkisi olduğunu düşünüyoruz. 

Günümüzde sosyal destek sosyal statüyle alakalı olduğundan statü düştükçe yalnızlık da artmaktadır. (Torun 1995: 17)

Çünkü size gösterilen ilgi kadar kime ne kadar ilgi göstereceği niz de bulunduğunuz pozisyonunuzla alakalıdır. 

Mübadele ve tüketim mantığı insanlar arası ilişkilere yansıdığından insanlar ise yararlılıklarına daha doğrusu statülerine göre değerlendirilmektedirler.   (Jakoby 1996: 177)

Çünkü çağımızın temel kurumu haline gelen ekonominin işleyiş mantığı diğer bütün kurumlara yansımaktadır. 

Bu anlamda yabancılaşmanın ve yalnızlığın temelinde modern kapitalizmin bireyci doğası bulunmaktadır. 

Ekonomik değerlerin yükselişiyle birlikte bireyler kendilerini ve diğerlerini bir 'nesne' gibi algılamaya başlamaktadırlar. 

Kapitalizmin gelişmesi ve artan farklılaşmayla birlikte mevcut ahlaki ve genel deşerler silsilesinden farklı çatışan değerlerin ön plana geçmesi yalnızlık deneyimlerini arttırmaktadır.

Younger yalnızlıkla alakalı olarak varoluşsal yalnızlık üzerinde de durmuştur. 

Her insan ölümünü ve sonrasını düşünmeye başladığın da varoluşsal yalnızlık hayatının bir parçası olur. 

Younger varoluşsal yalnızlığı bu dizgede ayrı bir bütün olarak ele almıştır. 

Varoluşsal yalnızlık insanın kendisiyle diğerleri arasındaki aşılmaz boşluktur. 

Bu boşluk Yalom’a göre derin ve doyurucu ilişkilerde bile kaybolmaz. 

Bu dizgenin pozitif ucunda ise ait olma bağlı olma durumu bulunur. 

Younger bunu sonsuzluğa dokunma duygusu ve diğerleriyle bir olma bir bütünün parçası olma şuuru olarak tanımlamaktadır.  

Bunu benliğin sonsuzlukta diğerleriyle bir olma durumu olarak ifade edebiliriz. (Younger 1995: 60)

Bununla birlikte bu kavramların nötr gibi algılansalarda sonuçta deneyime bağlı durumlar oldukları için daima öznel bir içerik taşıdıklarını unutmamalıyız. 

Yalnızlık deneyimleri her zaman kötü olmayabilir.

Bazen insanlar yalnız kalabilecekleri sakin bir ortam ararlar.  

Belirli durumlarda ise insanlar konuşma ihtiyacı duyarlar ve sonra böyle davranmakla sık sık yanlış yaptıklarını düşünürler. 

Bazen de insanlar kimseyle konuşmaksızın ama onlarla birlikte olmak suretiyle kendilerini daha rahat hissede bilirler. 

Bu nedenle insanların ihtiyaç duydukları anlar da yanlarında birilerinin olması daha olumlu karşılanmaktadır. 

O halde yalnızlık zorunlu bir durum ya da terk edilmişlik değil de kişinin kendi seçimiyse güzel olabilir. 

Örneğin yalnızlık insanın bireyselleşmesi ve moral yükümlülüklerinin farkına varması açısından önemli bir zemin sunabilir. 

İnsanın kendinin farkına varması ve kendisiyle dünya arasındaki mesafeyi hissetmesi yalnızlığının bilincine varmasıyla alakalıdır. 

Yalnızlığı olumlu sonuçlar yaratabilecek bir araç olarak değerlendiren. (Younger (1995)

İnsanların başkalarını tanımaya ihtiyaçları olduğunu ama kendilerini tanıma konusunda aynı çabayı harcamadıklarını ve dolayısıyla yalnızlığın buna imkân sağlayabileceğini belirtir. 

Ona göre insanlar negatif duygu ve düşüncelerini saklayan gizli yanlarını bilme ihtiyacı duyarlar. (Younger 1995: 58-60)

Bu açıdan inzivayla yalnızlık karasında görünüş benzerliği olsa da ciddi bir nitelik farkı vardır.  

İnziva yalnızlıkla alakalı bir kavram olmakla birlikte daha iyimser bir anlama sahiptir. 

Rokach sakin bir yere çekilmenin geçici olarak ferahlatıcı ve sakinleştirici bir durum olduğunu ve hatta yalnızlıkla başa çıkmada yararlı olduğunu söyler. (Rokach 1990: 39-54)

Richard Sennett “Yalnız olmayı beceremeyen birinin başkalarıyla birlikte olmayı da beceremeyeceğini belirtir.

Windriver ise belirli bir bölgedeki yerleşik sakinler üzerinde yaptığı incelemede bireylerin diğer insanlarla karşılıklı bir ilişkiyi istemeyebileceklerini ve bunun iyi olabileceği durumları örneklerle belirtmektedir. (Windriver 1993: 15- 21)

Hatta tercih edilen ve intihara yol açmayan bir yalnızlık ya da münzevilik yaşam tarzında olumlu bir değişimi de yaratabilir.

O. Paz bu anlamda ki, yalnızlığı “Arınma” olarak görür. 

Bu tür bir tercihte bulunan insanlar diğer insanlarla belirli bir fiziki ve ruhsal mesafede bulunarak sınırlı bir etkileşim yaşadıklarından hayatlarını radikal bir şekilde değiştire bilirler. 

Ayrıca daha az acı hissettiklerinden daha hoş görülü ve daha kabullenici de olabilirler.  

Bu bağlamda yalnızlığın aksine inziva bireyin enerjisini yenileyen ve ona yaratıcılık konusun da zaman kazandıran hoşnutluk verici bir deneyim olarak tanımlana bilir. 

Tecrit edilmiş bir çevre yalnızları büyük ve kötü bir dünyanın bir parçası olmaktan ve ayrıca sıkıntı ve acılardan da koruyabilir.

Ayrıca yalnızlığın ilham kaynağı olduğu konusun da çeşitli örneklerde vardır. 

Bu anlamda yalnızlık keşfedici bir duruştur. 

Özellikle yaratıcı sanatçı ve entelektüellerin üretken bir iklime girebilmek için sakin kendi kendileriyle baş başa kalabilecekleri ortamlar oluşturdukları bilinmektedir.  

Örneğin Pablo Picasso sanatsal yaratıcılığı kastederek “Hiç bir şeyin yalnızlık olmadan olamayacağını” vurgular.  

Ayrıca Browningde “Dehayı yalnızlığın çocuğu” olarak niteler.  

Boşuna değildir bu sözler.  

İnziva çeşitli din ve kültürlerde kendini bilmenin bir tekniği olarak kullanılmıştır.

Nitekim Peygamberlerin Azizlerin yaşamları Sokrates’in içe bakışı Eflatun’un mağarası Dante’nin ve Buddha’ nın yaşamı bu örneklerin sadece bazılarıdır. 

Sokrates’ten beri “Kendini bilme” aristokrat bir tavır olarak yüceltilmiş ve dinin etkisiyle derinleştirilmiştir. 

İnzivayı yalnızlıktan ayrı kılan nitelik dini deneyimde ki, Allah’a inancıyla yakından alakalıdır. 

Bu açıdan geleneksel yaşamın Allah inancı geçmiş topluluk ların yalnızlık algısını engellemiş olabilir.  

Ayrıca din tedavi edici bir etkinlik olan kendini bilmenin söylemini belirleyerek bireyin yalnızlık deneyimlerini kendini kontrol etmeye ve direnç deneyimlerine dönüştürmüştür. (Foucault 2001: 141)

Ayrıca din yüceltme mekanizması sağladığından yalnızlık ve buna ilişkin kayıp gibi sıkıntı verici durumlarla başa çıkmada önemli bir zemin sunar. 

Ancak dini etkinliğin modern dünyada derinliğini kaybetmesi yalnızlık deneyimlerinin olumlu benlik uğraşısına dönüştürüle rek kullanılmasını engellemiştir.

Görüldüğü gibi yalnızlık deneyimleri ne verilen anlama göre onun olumsuz veya olumlu algılanması söz konusu ola bilmektedir.

Bunda toplumun değerler dünyasının önemli bir yeri vardır. 

Örneğin inziva batı toplumunda ki, biri için dayanılmaz olarak görülebilirken doğuda böyle görülmeye bilir. 

Yine yalnızlık Akdeniz kültürleri gibi bireysel mesafenin dar ve ilişkilerin yakın olduğu ortamlarda genel olarak terk edilmişliği kimsesizliği çağrıştırırken batı toplumların da bireyleşmek kendi ayakları üzerinde durmak anlamlarına gelir. 

Bu bakımdan yalnızlık deneyimlerinin kültürel dünyadaki anlamlarının toplumdan topluma ve aynı toplumda da zamandan zamana farklılık gösterebileceğini unutmamalıyız.

YALNIZLIK İZ BIRAKIR

Yalnızlığın insanın en derin korkulardan biri olması onun toplum içinde yaşamak istemesinin ruhsal sebeplerinden biridir. 

Her ayrılık bir yalnızlık korkusudur. 

Gerek kendimizle ve ailemizle gerek çevremizle ve yurdumuzla gerekse geçmişimiz ve inançlarımızla olsun yaşadığımız her kopma aynı vurgun duygusunu yaratır. 

Doğduğu anda hayal kırıklığını yaşayan insan anne rahminden ayrılırken aslında o evrensel bütünlük ve birlikten de koparak yalnız ve tek başına kalmanın derin acısını hisseder. 

Bu nedenle aslında her ayrılık ve yalnızlık ilk acımızı hatırlatan bir deneyimdir. (Fromm 1998).

Dolayısıyla her özerk olma çabası ve her yenilik bir kopuş ve bir yalnızlık algısı olabilir. 

O. Paz bunu suçluluk ve acıyla karışık bir öksüzlük duygusuna benzetir. (Paz 1999: 69-71)

Yalnızlık yıkıcı bir kısır döngüye yol açar ve yalnızlık arttıkça bireyde anormalleşmeye dibe vurmaya devam eder. 

Iynch yalnızlığın acıya zemin hazırladığını ve en hafif türünde bile önemli bir rahatsızlık hissi oluşturduğunu belirtir. (Iynch 1977: 20)

Yalnızlık bu anlamda bataklığa benzetilebilir ve insan ondan kurtulmaya çalıştıkça daha fazla batabilir.

Çünkü kişinin yalnızlıktan kurtulma çabaları suni bir yapıya bürünerek diğer insanlarla ilişkisini baltalaya bilir.  

Bu nedenle pek çok dostluk ya da evlilik bir kişinin diğerini yalnızlığa karşı kalkan olarak kullanması nedeniyle başarısızlığa uğrar. (Yalom 1999: 19-20) 

İnsanlar hep topluluklar halinde yaşamışlardır. 

Bu nedenle insanın sosyal bir varlık olduğu gerçeği hücrelerine kadar işlemiştir.

Yalnızlık ise bunun bir olumsuzlaşmasını içerdiğinden insanın kendisini işe yaramaz yalıtılmış ve amaçsız hissetmesine yol açar. 

Yalnız biri için yaşam çekilmez ve bayağıdır.  

Yalnızlık gerçekleşmeyen sosyal ve duygusal beklentiler sonucunda oluşan bir boşluk duygusu. 

Bu durumda yalnızlık bireylerin katlanmak durumunda kaldıkları iç karartıcı rahatsızlık veren yabancılaştırıcı bir parçalanmışlık duygusudur. 

Patolojik bir yalnızlık sarsıcı ve korkunç bir deneyimdir. 

Dolayısıyla yalnızlık üzerine konuşulurken basit bir problemmiş gibi çözümler sunulamaz. 

Gerçekten de yalnızlık dipsiz yaralayıcı bir ruh uçurumudur ve azaltılsa da yok edilemez. (Rokach 1990: 41) 

Bu duygunun yaşandığı anlarda insan kendini sanki dünyada tek başına kalmış ya da bir uçurum boşluğun daymış gibi hisseder ve yaşama isteğini kaybeder.  

Bu anlamda yalnızlık bir insanın yaşamını karartabilecek yeterliliktedir. 

Bu nedenle var gücümüzle yalnızlığımızı aşmaya gruplara kalabalıklara katılmaya çalışır diğerine ihtiyaç duyarak evlenmeye arkadaş sahibi olmaya çalışırız. 

Belki de bu nedenle terk edilme hapsolma korkusunu hisseder dar alan fobisini yaşar ve belki de bu nedenle kurallara uyup medeniliği oluşturabiliyoruz. 

F. Ü. Sosyal Bilimler Dergisi 2007 17 (1) 

Yalnızlıkla ilgili sosyal değişkenler yalnızlık birçok sosyal değişkenle yakından alakalıdır. 

Bu durum yalnızlık sürecindeki neden-sonuç ilişkisini anlama da zorluklara yol açmaktadır. 

Kavramların iç içe geçtiği bu kadar karmaşık bir ilişkide söz konusu kavramların yalnızlığın bir nedeni mi olduğu yoksa onun bir sonucu mu olduğunu söylemek zordur. 

Örneğin depresyon yalnızlığın hem nedeni hem de bir sonucu olabilmektedir. 

Bunların bazısı aynı anda meydana geliyor olabilir veya bu kavramlar bir neden veya bir sonuç ilişkisi içerisinde olmaya bilir ve ilişkisiz bir birliktelik de görülebilir.

Örneğin mahrumiyet mağduriyet gibi depresyona yol açan ama bir sonuç şeklinde de ortaya çıkmaya bilen durumlar olabilir.

Yine yalnızlığın intihar ya da yaşamı radikal şekilde değiştir me gibi değişik sonuçları olabilir ama bunlar birer neden de olmayabilirler. 

Bununla birlikte çoğu neden bir sonuçla birlikte de karşımıza çıkabilir ve dolayısıyla hangisinin etken hangisinin sonuç olduğunu bilemeyebiliriz. 

Örneğin bir bireyin ruhsal değişiminde yalnızlığın mı yoksa başka faktörlerin mi önce geldiğine karar vermek çok zor olabilir.

Yalnızlıkla ilgili durumlar yalnız kişinin durumuyla veya onun karakteriyle alakalı olabilir.  

Bu sorun durumsal veya kişilikle alakalı olabilir. 

Yalnızlığın durumsal nedenleri içinde sosyal ilişkileri tahrip eden ölüm ve medeni halle ilgili değişkenler yer alabilir.  

Araştırmalar sıklıkla evli insanların daha az yalnız olduklarını belirtirler. 

Bununla birlikte evli insanlar da yalnız olabilmektedirler.(Weiss 1973 Iynch 1977 Berg 1981 Creecy 1985 Sears 1991 Carr And Schellenbach 1993)

Eğer eşler arasında sevgi yoksa yıllar sonra yalnızlık duygusu bir karabasan gibi gelebilir.  

Yine sevgisini kaybeden çiftlerde veya terk edilen bireylerde de yalnızlık duygusu zamanla artar.  

George Sand; “Sevilmeyen bir insan her yerde ve her şeyde yalnızdır.” der. 

Özellikle sevdiklerinden ayrılanlar yalnızlık literatüründe önemli bir yer tutar. 

Ayrıca hem kadınların hem de erkeklerin yalnızlıklarında eşlerinin vefatı ve aile değerlerindeki çözülmeler çok önemlidir.

Mahrumiyetin en uç şekli bir yakının kaybı esnasında yaşanır ve bu derin bir yalnızlığa yol açabilir.  

Kadınlar daha fazla bağlılık ve şefkat hislerine sahip olduklarından bu gibi durumlarda erkeklerden daha fazla yalnızlık hissine sahip olurlar. 

(Creecy 1985 Rodgers 1989 Rokach 1989 Acorn And Bampton 1992 Holmen 1992 Carr And Schellen bach 1993 Dugan And Kivett 1994 Addington-Hall 1995) 

Yalnızlıkla ilgili diğer araştırmaların önemli bir kısmı bireysel faktörler veya yaş gibi insanları yalnızlığa maruz bıraka bilecek durumlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. 

Yalnızlık deneyimini diğerlerinden daha fazla hissedenler ergenler ve yaşlılardır. 

Yalnızlık simgesi olan “Narcissus” aynı zamanda ergenlik simgesidir.  

Bu anlamda ilk kez ergen yaşta tekliğimizin farkına varırız. 

(Ryan And Patterson 1987 Roscoe And Skomski 1990 Mcwhirter 1990 Sears 1991 Carr And Schellenbach 1993 Brage 1993 (Berg 1981 Austin 1989 Rodgers 1989 Sears 1991 Dugan And Kivett 1994)

Yaşlılıkta ise bireyin fizyolojik olarak güçsüz olduğundan diğerine olan ihtiyaç ve bağımlılığı artar.  

Hâlbuki bu dönemde yaşlının emek verdiği çocuklarının evden ayrılmış olması eşinin ve arkadaşlarının ölmüş olması onun için zor bir yalnızlık anlamına gelir.  

Ayrıca emeklilikle beraber iş yapamamanın getireceği işe yaramazlık duygusu statü kaybı ve aile bireylerinin ayrılma ları ile derinleşen yalnızlık algısı da unutulmamalıdır. 

Robert Kastenbaum toplumumuzun emek piyasasından çıkar çıkmaz üyelerine tahsis ettiği rolün saygısızlık ve mahrumiye tin psikiyatrların “Yaşlılık psikozu” dedikleri umutsuzluk ve öfkeyi yeterince haklı çıkardığını söyler. (Sayar 1991: 176)

Gerçekten de emeklilikle beraber bireyin işe yaramadığı duygusuna kapılmaması ve geniş aile sisteminin çözülmesi ile de yalnızlık hissine kapılarak ölüme ilişkin düşünceler üretmemesi mümkün değildir. 

Çünkü yalnızlığın çağrışım yaptırdığı düşünce yine onun en uç noktası olan ölümdür ama bir anlamda yalnızlık da bir çeşit ölüm değil midir. 

Yani hafızalardan silinip kalplerden çıkmak?

Diğer önemli faktörler içerisinde ise cinsiyet meslek ve sağlık bulunmaktadır.

Yalnızlığın çeşitli değişkenlerle ilişkisi üzerin de yapılan çalışmalarda kadınlarda erkeklerden daha fazla olduğu yönünde bulgular da bulunmaktadır. (Corapçıoğlu 1998:22) 

Ancak yalnızlık durumunda erkeklerin kadınlara kıyasla daha kırılgan oldukları da belirtilmektedir. (Weiss 1973 Baurn 1982 Rodgers 1989 Acorn 1992) 

Ayrıca eğitim seviyesinin düşüklüğü yapılan mesleğin niteliği de yalnızlık üzerinde etkilidir. 

Örneğin üst düzeyde ki, bireylerin daha az yalnızlık çektikleri ifade edilmektedir. (Özkürkçügil 1998: 22-24)

Yalnızlığın diğer durumsal neden ve sonuçları ise yetersiz ulaşım düşük gelir ve yoksulluğun yanı sıra belirli hizmetlere uzak olmakla alakalıdır. 

(Ryan And Patterson 1987 Rodgers 1989 Creecy 1985 Matteson And Mcconnell 1988 Sears 1991) 

Yalnızlık araştırmaların da bireyin karakterine odaklanan literatür genelde onun ben merkezli ve diğerlerini düşünmeyen biri olduğunu ileri sürme eğilimindedir. 

(Goswick And Jones 1981 Iveson-Iveson 1985 Wittenberg And Reis 1986 Austin 1989 Green And Wildermuth 1993)

Yalnız insanlar ben odaklı bazen de utangaç olarak tarif edilirler ancak bu yalnızlığın bir sonucu da olabilir.

Yalnızın bakış açısının yaşamın olumlu taraflarından ziyade olumsuz yönlerine odaklandığı ileri sürülmektedir. 

Yalnızlar aynı zamanda kendileri hakkında da olumsuz inançlara sahip olduklarından öz güvenleri düşük bireylerdir. 

Bu nedenlerle yalnızların kendileriyle çevreleriyle barışık olmadıkları ve ruhsal çatışmaları olduğu için de uyum sorunu yaşadıkları bilinmektedir. 

Yalnızların bu sorunu yaşamamak için yalnızlığı seçtikleri ifade edilmektedir. 

Yalnızlık bireye bağlı olarak farklı sonuçlara örneğin ben takıntısına veya tersine de yola açabilir. 

Yalnız bireyler diğer insanlarla ilişkileri konusunda kendilerini yetersiz algıladıklarından iletişim kurmaktan çekinirler. 

Yalnız bireylerle ilgili bu değerlendirmeler de sorun kişilikten ziyade kişinin yalnız olup olmaması ve yeterli sosyal etkileşime sahip olup olmamasıdır. 

Çünkü insan büyük ölçüde ortamdır. 

Bireyler iletişim ortamı bulamazlar sa doğal olarak kendileri ve düşünceleri üzerinde yoğunlaşırlar. 

Bu anlamda yalnızlığı başlatan en önemli etkenlerden biri sosyal çevrenin niteliğidir. 

Berg 1981 Creecy 1985 Austin 1989 Steuwe-Portnoff 1989 Rokach 1989 Kraus 1993 Dugan And Kivett 1994). Kraus (1993) 

Yalnızlığın önlenmesin de yeterli bir sosyal ağın öneminden bahseder.  

Bu açıdan örneğin iyi arkadaşlık ilişkilerinin hemen her yaş döneminde önemli olmakla birlikte özelikle herkesin evden ayrıldığı ileri yaşlarda ciddi bir yatırım olduğu söylenebilir.  

Yalnızlık ile arkadaş sayısı düzenli arkadaş ve aile ilişkileri arasında ters bir korelasyon vardır. (Corapçıoğlu 1998: 23) 

Bununla birlikte bu sosyal ağın niteliği yaşa göre değişe bilmektedir. 

Gençler için yalnızlığın önlenmesinde sosyal ilişkilerin niceliği daha belirleyiciyi yaşlılar için ilişkinin niteliği daha ağır basar.

Çünkü yaşlılar için ilişkiler oturmuştur. 

Hâlbuki gençler farklı ortamlarda yeni arkadaşlıklar edine bilirler. 

Dolayısıyla insanların yalnızlıkları da subjektif bir algı veya doğuştan gelen kişisel bir özellik olmak yerine yaş cinsiyet yıpratıcı olaylar yetiştirilme ortamı arkadaşlık imkânları ve sosyal ilişkilerin niteliğiyle birlikte ele alınmalıdır. 

Öncelikle modernizmin özgürlük ve bireysellik vurgusu ailevi değerleri çözerek atomize bireyler topluluğu yaratıyor. 

Yani duygusallık çaptan düşüp pragmatizm ve hazcılık yükselince ötekiler" bireyin var oluşunu" zedeleyen birer pürüz olarak görülüyor.

Modern ailenin küçüle küçüle çocuğu bile dışlayacak kıvama gelmesi de aslında yalnızlığı üreten aynı ölüm kültüründen kaynaklanmaktadır. 

Bu anlamda sosyalleşmenin ve sevginin tam anlamıyla öğretilemediği parçalanmış ailelerden gelen bireylerin daha fazla yalnızlık problemi yaşamaları tesadüf değildir.  

Çünkü ciddi ruhsal sorunlar da yaratan bu aile parçalanma larının sonraki sosyal ilişkilerin zayıflamasında önemli bir yeri olduğu unutulmamalıdır.

YALNIZLIK HASTALIKTIR

Soyut ve sadece içeriden açılan bir kafes olan yalnızlık insanı kendi gardiyanı yapar.

Kendimizi beklemek beklemelerin en sıkıcısı ve en hastalıklısıdır. 

Yalnızlık duyargaları arttırarak rahatsızlık penceresini genişletir. 

Yalnızken insanların ve eşyaların daha fazla ses çıkardıklarını ve detayların daha rahatsız edici olduğunu düşünür olmayan sorunlardan daha fazla şikâyet ederiz.  

Yalnızlık özellikle nöbetleşe değilse tehlikeli olur. 

Sağlık durumu yalnızlığı etkilediği kadar ondan da etkilenir.

Sağlıkla yalnızlık ilişkisi üzerine odaklanan bazı çalışmalar görme ve işitme zorluğu gibi belirli bir fiziksel hastalığın etkileşim üzerindeki olumsuz etkisinin yalnızlık üzerindeki etkisine dikkat çekmektedirler. 

(Evans 1982 Matteson And Mcconnell 1988 Baron 1994 Dugan And Kivett 1994 Matteson And Mcconnell 1988 Christian 1989 Dugan And Kivett 1994, chen 1994)

Bu konudaki bazı çalışmalarda yalnızlığın fiziki ve ruhsal sağlığı bozabileceği hatta aşırı yalnızlığın ölüme bile yol açabileceği belirtilmiştir. (Rodgers 1989 Carr And Schellenbach 1993)

Holmen ölüm oranlarındaki artışın çoğu zaman yalnızlıkla süre genleşen sosyal izolasyonla ilgili olduğunu iddia etmiştir. 

Bireylerin kendi yaşamlarıyla ilgilenmemelerine yol açan bu uzun yalnızlık peridoyu ölüme neden olan sağlık sorunlarına yol açabilir. 

Yalnızlar yalnızlıkları nedeniyle ya da onunla baş edebilmek için aşırı yeme alkol uyuşturucu ve benzeri davranışlara baş vura bilirler. 

Bu tür davranışlar ise onların yaşam sürelerini önemli ölçüde azaltabilir. 

Yalnızlığın ruhsal bozuklukla alakalı olduğuna ilişkin fikirler ise oldukça fazladır. (Jackson And Cochran 1991 Barron 1994 Foxall 1994)

Örneğin yalnızlıkla depresyonun birbirleriyle korelasyon içinde olduğu söylenmektedir.

Harowitz ve arkadaşları yalnız bir kişinin depresif olarak tanımlanma olasılığının %45 depresif bir kişinin yalnız tanım lanma olasılığının ise %29 olduğunu göstermiştir. (Çorapçı oglu 1998: 23)

Yalnızlık ben kimliğini düzenleyen ait olma duygusunu erittiği için ruh sağlığına zararlıdır. 

Zack tarafından yapılan bir çalışmada yalnızlığın mutsuzluk keder korku öfke gibi duygulara ve yerinde duramama başkalarına düşmanlık gibi davranışlara neden olduğu belirtilmiştir. (Çorapçıoglu 1998: 23)

Bir başka çalışmada ise sosyal ilişkilerdeki azalmanın benlik değerini düşürerek strese neden olduğu ifade edilmiştir. (Çirhinlioglu 2001: 33-36) 

Yine yakın ilişkiler kurup sürdürememenin ruhsal problemler yarattığı yönünde birçok başka çalışmalar da vardır. (Demir v.d 1995: 243-244)

Üstelik sadece insanlarda değil hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde de belirli yaş dönemlerinde izole edilen hayvanların davranış anormallikleri gösterdikleri görülmüştür. 

Örneğin yalnız bırakılan maymunların bir çeşit bunalım geçirdikleri tespit edilmiştir. (Eroglu 1994:17)

Bu bağlam da yalnızlığın aşağıda belirtilen kavramlarla ilişkili olduğu ifade edilmektedir.

a) Düşük benlik saygısı (Loucks 1980 Ouellet & Joshi 1986 Booth 1987 Sears 1991 Jackson & Cochran 1991 Haines 1993 Kraus 1993).

b) Depresyon (Roscoe & Skomski 1989 Mcwhirter 1990 Katona 1994 Foxall. 1994). c) Utangaçlık (Kalliopushka 1986 Carr & Schellenbach 1993 Kraus et. al. 1993).

d) Kaygı (Ryan & Patterson 1987 Roscoe & Skomski 1989 Mcwhirter 1990 Sears 1991 Kraus 1993).

e) Kızgınlık ve gerginlik (Loucks 1980). f) Nevrotiklik ve içe dönüklük (Kraus 1993). g) Aşırı duyarlılık (Sears 1991). 

h) Kendini suçlama ve değersizlik (Jackson & Cochran 1991. 

i) Düşük eğitim seviyesi (Baum 1982)

Yalnızlıkla bağlantılı bütün olumsuz duyguların en kötü sonucu intihar olarak ifade edilmektedir. (Ryan And Patterson 1987 Booth 1987 Mcwhirter 1990 Foxall 1994 Barron 1994) 

Mcwhirter yalnızlığı ve izolasyonu intihar potansiyeliyle birlikte tanımlar. (Mcwhirter 1990: 417).

Genelde yalnız bireyler intiharı tek çıkış yolu olarak hissedebilirler. 

Onlar dünyayı hiç kimsenin kendilerine yardım edemeyeceği ve mutlak anlamda yalnız oldukları bir yer olarak hissederler. 

Yalnızlar kendilerini özleyecek kimse olmadığından acılarına son vermek için kendilerini öldürme yolunu daha rahat seçebilirler. 

Onlar için kendilerine kederlenecek kimse olmadığına göre ve kendileri de kimse için endişelenmediklerinden dolayı yaşamın bitmeyen acı ve huzursuzluğunu çekmenin ne amacı olabilir?

Yalnızlık genelde sanki bireylerin kendi kişilikleriyle becerileriyle ilgiliymiş gibi düşünülmektedir. (Özmen 1995: 339)

Hâlbuki sosyal ve ekonomik şartlar bireyleri bu yönde bir eğilime mecbur edebilmektedir.

Ayrıca coğrafi konumun ve kültürün de yalnızlık durumların da ve algılamaların da etkisi vardır. 

Örneğin Japon ve Avusturyalılar arasında yapılan bir araştırmada yalnızlık ve yaşam doyumu incelendiğinde Japonların hayat memnuniyetsizliği ve yalnızlık hissinin Avusturyalılardan daha fazla olduğu buğulanmıştır. 

Yine kültürün ruhsal bozukluklar üzerinde ki, etkisinin incelendiği bir araştırmada Eskimoların yaşam tarzlarının ve yerleşim olanaklarının onlarda yalnızlık ve ruhsal bozukluklara yol açtığı buğulanmıştır. (Pfeıffer 1996: 251) 

Dolayısıyla kişilerin yalnızlıkları gerçekte sosyo-ekonomik ve kültürel yapının bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Örneğin tüketime ve hazza dayalı bir sosyo-ekonomik sistemde “düşenin dostu olmayacağından” yardımlaşmanın anlamsız ve yetersiz kalacağı açıktır. 

Çünkü bu yapıda size gösterilen ilgi kadar kime ne kadar ilgi göstereceğiniz de alacağınız karşılıkla alakalı olacağından ilişkiler kısa yalnızlıklar daha kalıcıdır.

Bireyler arasında uçurumlar yaratan ve bu uçurumlarla beslenen dengesiz bir sosyal tabakalaya tarzı sosyal bütünleşmeyi ve dolayısıyla sosyal destek sistemlerini yıpratarak yalnızlığı başka türlü yaşamanın olanaksız olduğu bir toplumda psiko-ekonomik bir çözüm olarak sunar.  

Örneğin fakirlik bireylerin sosyal desteğini azaltarak önemli bir yalnızlık riski yaratmaktadır.  

Yalnızlıkların temelinde diğer insanlarla olan sosyal ilişkiler de yaşanan hayal kırıklıklarının büyük bir payı olduğunu söyleyebiliriz. 

Bu bağlam da kişilerin diğer insanlarla yaşadıkları sorunlardan dolayı benzeri bir hayal kırıklığı yaşamamak için yakın sosyal ilişkilerden uzak durup yalnız kalmayı tercih ettikleri veya bu konuda yeterli bir çaba sergilemedikleri söylenebilir. 

Çünkü bireyler genelde ilişkilerin çoraklaştığı bir ortamda yaşamak için su biriktiren kaktüsler gibi kuşku ve güvensiz likle başa çıkabilmek için çevrelerine diken örerek içlerine kapanırlar. 

Yalnızların sosyal ilişkiler de uğradıkları bozgun onlarda redd edilmişlik değersizlik yetersizlik ve hayal kırıklığı oluşturur ki, bu duygular yalnızlığın önemli sebeplerindendir. 

Nitekim Kuiper ve arkadaşları bireylerin olumsuz yaşam olayları neticesinde yalnızlığı bir nevi başa çıkma metodu olarak tercih ettiklerini belirtmişlerdir. (Karaca 1996: 27)

Bunun yanı sıra yalnızlık hissini yaşayanlar zamanla kendilerini zayıf sahipsiz ve arkadaşsız hissettiklerinden iyice çevreden uzaklaşırlar. 

Bu durumda insanlara bir yandan vefasız ve güvenilmez gözlüklerle bakarlarken öte yandan da onlara karşı mesafeli umursamaz ve bazen de acımasız olabilirler. 

Her toplumsal yapı temel değerleri doğrultusun da belirli kurumları ön plana çıkarır. 

Günümüz modern dünyasının kapitalist yapılanmasın da ekonomi ve değerleri birincil kurum haline gelmiştir.

Ekonomik değerlerin yükselişiyle birlikte bireyler "kendilerini ve diğerlerini bir nesne gibi algılamaya başlarlar ve bu bakış tarzı yabancılaşmanın temelinde yatan modern kapitalizmin bireyci doğasında bulunmaktadır. 

Günümüzde ekonominin tek yaşam amacı haline gelmesi aç gözlülüğü ve bencilliği arttırarak ruhsal yaşamı bozmaktadır. 

Kapitalizmin hırsı ve bencilliği gerektiren ruhsal temelleri yerel kültürel değerlerde olduğu kadar ruhsal yaşamda da çatışmalara yol açmaktadır. 

Bu çatışmalar ise içsel dünyada yankılanarak yaralanmalara yol açmaktadır. 

Günümüzde öz saygının itibarın çoğunlukla sahip onulanlarla değerlendirilmesi bunlardan yoksun olanların ve genel olarak da bu mücadele içerisinde zorlanan insanların yabancılaşma larına yol açmaktadır.

BİZ'İN SONU

Modernleşmenin coğrafi ve sosyal hareketliliğin artmasıyla yalnızlık problemi bugün gittikçe artmaktadır. 

Newsweek The Guardian gibi dergilerin sık sık manşete taşıdığı yalnızlık haberlerin de İngiltere ve Almanya gibi birçok gelişmiş. 

Avrupa ülkesinde her üç kişiden birinin yalnızlık problemi çekişi ve yalnızlık nedeniyle veya yalnızlık içinde ölen insanların sayısının haftalık 60 kişi civarında olduğu bildirilmektedir.

Ülkemizde de zaman zaman evinde ölü bulunan insanlarla sesini duyuran yalnızlığın hem nüfus içindeki oranıyla hem de yaşanma süresi ve yoğunluğuyla büyük bir sorun haline geleceğini şimdiden söyleyebiliriz. 

Acaba iletişim haberleşme ulaşım imkânlarının kolaylaş masına ve her türlü örgütlenme olanaklarının artmasına rağmen insanları diğerlerinden uzaklaştıran bu yalnızlık süreci neden ve nasıl artıyor? 

Modern yaşamın hız ve sosyal hareketliliği insanları birleştirildiğindeyse ait olma duygusu yani ”Biz algısı hızla erimektedir.

Hâlbuki geleneksel toplumlarda sosyal düzen doğal bir düzen olarak algılanıyordu ve orada yaşamak ait olma duygusu verdiğinden güvenlik sağlıyordu. 

Topluluk yaşamı ve kolektif kimlik bireysel kimlikten daha baskın olduğundan “Biz” kimliği ben kimliğinden daha önemliydi.

Modernleşmenin yol açtığı yeni özgürlük ve seküler kopma bireyin rasyonalitesini arttırmaktadır. 

Ama varoluşsal soyutlan ma güvensizlik ve kaygı duygularını arttırarak yalnızlık deneyimlerini pekiştirmektedir.

Gerçi yalnızlık çağımıza özgü değildir. 

19. Yüzyılın sonlarında Refia Sultan'ın yalnızlığı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Huzur", Peyami Safa'nın "Canan" ve Rasim Özden Ören'in "Gül yetiştiren adam" adlı kitaplarında değinilen geçmişin yalnızlık temaları bu anlamda düşünülmeye değerdir. 

Ancak hem yaygınlığı hem de yoğunluğuyla günümüzün yalnızlık girdabının geçmişteki entelektüel ve varoluşsal bir hassasiyet olarak görülen yalnızlıklardan çok farklı olduğunu unutmamalıyız.

Yalnızlık duygusu temelde dışında kaldığımız veya geri dönmek için hissettiğimiz derin bir yer yurt özlemidir. 

Yalnızlık korkuları uyum güçlüğü ve güvensizlikle birlikte bireyin alışa geldiği sosyal fiziki çevrelerinden ayrılmaları ile birlikte ortaya çıkmaktadır. (Çorapçıoglu 1998: 22)

Birey sosyal hareketlilikle birlikte ait olduğu çevresinden uzaklaşmanın etkisiyle kopuş musluğun kaygı ve özlemle karışık suçluluk duygularını yeni çevresine adapte olmanın güçlükleriyle birlikte yaşar.

Yalnızlık duygusu göç edenlerin en önemli problemlerinden biridir. Buna paralel bir şekilde kâhyada bireylerin göçle birlikte uyum güçlüğü ve yalnızlık çektiklerini ve bunun bir sonucu olarak da ruhsal hastalıklara yakalandıklarını belirtmiştir. (Cimilli 1997: 297)

Çünkü uzun süreli yalnızlıklar yetim-öksüz olma hissi uyandırmaktadır. 

Bu anlamda her ayrılığın içimizde yara izi bırakan bir yalnızlık vurgunu olduğunu söyleyebiliriz.

Griesinger toplum modernleştikçe insanlarla toplum arasında ki, sürtüşmelerin arttığını ve bu durumun bireyler de korku ve kaygılar yaratarak ruhsal hastalık yarattığını belirtir. 

Yalnız bireylerin sosyal yetenekleri azaldığın dan çevresel destekleri de erozyona uğrar.

Bu durumda uzun süreli yakın ilişkiler kuramayan bu kişilerin ruhsal rahatsızlıkları artar. 

Aslında değindiğimiz sosyal ilişki özellikleri hareketliliği yüksek şehirlerin doğasın da yatan ve gittikçe egemen hale gelen ilişki tarzlarıdır.

Üstelik tek kişilik hayatların çoğaldığı kent yaşamı sosyal alanların çoğaltılmasıyla azalacak gibi de görünmüyor. 

Wirth’e göre kentliler birbirleriyle oldukça daralmış küçülmüş roller içerisinde karşılaştıklarından kentli insanın diğer insanlara bağlılığı ve ait olma duygusu çok sınırlıdır. (Dönmez 1994: 55)

Şehirlerdeki hoşgörü dediğimiz davranışın altında da bu duyarsızlığın etkisi yatar. 

Ama şehirli artık diğerlerine yabancı ve kalabalıklar içinde yalnız olduğunun farkına varır ki, bu algı hastalık yüklü yalnızlıklar yaratır. 

Bu itibarla şehir yaşamı insanları derin ilişkilerden yoksun yalnızlıkla artan yetersiz uyarımla hayat koşullarının zorluğundan ibaret aşırı uyarım arasında bunaltır. (Teber 2001: 224-229)

İnsanlar yapay kent ikliminin hızlı değişim rüzgarına kapılarak apartmanların ve kalabalık caddelere sıkıştıkça ve kitle iletişim araçlarıyla hipnotize edilmişcesine iletişim sizlik batağına sürüklendikçe yalnızlığın genişleyen bir sendrom olmaya devam edeceğini söyleyebiliriz. 

J. Paul Sartre bu bunalımlı ortamın insanın varoluşsal özünü biricikliğini ortaya çıkardığını vurgularken bu ruhsal travma ikliminin yalnızlık deneyimiyle yakın ilgisine dikkat çeker. 

Gerçekten de şehir yaşamının bir sonucu olarak bireysellik ve farklılıkların ön plana çıkması bir yandan yalnızlık algısını pekiştirirken öte yandan bu yalnızlık algısı gerisin geriye dönerek  farklılık ve bireysellik duygusunu beslemektedir. 

İşte zaman zaman işlevsel de olabilen bu farklılık ve bireysellik insanın diğerleriyle paylaşacağı en önemli empati temel olan yakınlık ve benzerlik ortamlarını azalttığından yalnızlık algısında belirleyicidir.

Gerçekten de günümüzün bireyci insanın yalnızlık algısından kurtulabilmesi için kime nasıl yakınlık kurması beklenebilir ki? 

Bu anlamda modern insanın anlam arayışı ve bireysel farkındalığı ile yalnızlığının birbirlerinden beslendiği düşünülebilir. 

Camus’un Solidaire (Dayanışmacı) ve ‘Solitaire’ (Yalnız) kelimelerini hatırlarsak yalnız “birlikte olamayan birlik olamayan ve birlikte hissetmeyen kişi sayıldığına göre yalnızlık modern toplumun yapısında vardır. 

Winnicott (1958)da tekin ötekini içselleştirmiş olması durumunda tekliğine tahammül edebileceğini aksi durumda yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu belirtir. 

Bir anlamda kendini yalnız hisseden ve buna katlanamayan kişi öteki ile oluşu içselleştiremeyen kişidir. 

Bu tür bir yalnız dışından değil içinden yalnızdır ama sonuçta duygu ve düşüncelerimiz ötekilerden yankılanır ve bu ortamla paralellik gösterir. 

Susannah Ginsberg, ekonomik getirisiyle statünün saygınlı karın temel kaynağı haline gelmesinden sonra rekabetçi hale gelen toplumun yardımlaşma ve paylaşmaya değersizleş tirerek benlik saygısını bozduğunu söyler. (Brown v.d 1989: 236-238)

Bu anlamda çileci değerlerin önemlerini yitirmesiyle bu değerlerin benlik saygılarında ki, olumlu etkisi azalmaktadır. 

Çünkü narsizm arttıkça bireyin diğerleri ile aralarındaki mesafe artmakta ve toplumdan soyutlanması ve yalnızlığı arttıkça da güvensizlik ve kimlik bunalımıyla ego artan sosyal kurgunun temelindeki aidiyet duygusuyla birlikte sürekli bozuma uğramaktadır.

Diğerine olan tahammülümüz diğergam ve sabır gerektiren tutumlarca beslenir. 

Sosyal ilişkilerin kalitesi ve sürekliliği “ben” yerine “biz” duygularıyla alakalıdır. 

Dolayısıyla derin ve doyurucu ilişkilerin farklılaşan ve karmaşıklaşan yapısıyla hareketliliği yüksek modern toplumun yoğun gündelik yaşamında sürmesi beklenemez. 

Sosyal  farklılaşma da insan-makine ilişkisinin de önemli bir paya sahip olduğunu düşünüyoruz. 

Makinelerin artan kullanımının sosyal ilişkileri azalttığını ve özellikle bilgi sayar ve iletişim teknolojisindeki gelişmelerin sosyal ilişkileri sanallaştırarak buharlaştırdığını söyleye biliriz. 

Gerçekten de bilgisayar televizyon gibi zaman öğüten aygıtların yanı sıra İnternet ve cep telefonlarının yaygın kullanımı yalnızlığımızı maskeleyerek büyütmektedir.   

Bugün ortalama bir bireyin günde yaklaşık 6-9 saatinin tv. karşısında geçtiği bilinmektedir.

İletişim haberleşme ve ulaşım imkânları mesafeleri kısaltıp yalnızlığı kısmen ertelese de sosyal mesafeler ve yalnızlık hissi büyümektedir. 

Ayrıca internet ve televizyon gibi iletişim ve haberleşme araçları bir yandan yalnızlıktan beslenirlerken öte yandan da yalnızlığı körükleyerek insanların soyutlanmışlığı fark etmelerini engelliyorlar. 

Hatta bu tekno-bağımlılığın yeni bir hastalık olduğunu ve çok sayıda insanın saatlerce tv, bilgisayar  internet başında zamanlarını harcayarak asosyal hale geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gerçekten de ne yaparsak yapalım günün sonunda yalnız olduğumuzu hissediyorsak çözümün kolay olmadığını da anlamalıyız.

Arkadaşlık ve komşuluk gibi birincil ilişkilerde meydana gelen daralmanın ruhsal sağlığı sarsması şaşırtıcı değildir. 

Artan nüfus ve yoğunluğunun, değerlerde iş ve amaçlarda yarattığı farklılaşmanın sosyal ilişkilerde ki, derinliği yıprattığını ve bunun da toplumdaki güveni azaltarak yalnızlık duygularını kabarttığını biliyoruz. 

Gri şehir ortamları büyük ve soyut kurumlarıyla insanı çepeçevre kuşatırken bu betonarme kurgunun insanları yorgun ve yalnız kıldığını söyleyebiliriz. 

Günümüzün yoğun nüfuslu ve sosyal hareketliliği yüksek toplumlarında gittikçe azalan komşuluk ve dostluk gibi ilişkiler yerini resmi soğuk ve çıkarcı ilişkilere bıraktıkça yalnızlık algısının daha da artacağını tahmin edebiliriz. 

Kaba bir ifadeyle yalnızlık aslında biz bilincindeki yarılmadır.

Bu anlamda yalnızlık modernleşme ile yakından alakalıdır. 

Duyarlılık ve duygusallık nasıl modern yaşama uymuyorsa sosyal destek de mevcut ekonomik modele uygun olmadığın dan ikisi de gittikçe azalacaklardır. 

Liberal ekonomik yapılanmanın bir sonucu olarak ben merkezli bu sosyal proje narsistik bir ruhsal temelde yükselmektedir. 

Acı olan şu ki, narsisti ruh kimsesizliğin acısından kurtulmak için kendini kutsar. 

Kendini kutsadıkça da yalnızlaşır. 

Çünkü paylaşamamanın sınıfsal duvarların ördüğü eşitsizlik ve yalnızlık duygusuyla ancak bu şekilde başa çıkacağını sanır.

Aile ve arkadaşlık ilişkileri ve nihayetinde biz bilincinin ürünü olan sosyal destek ise bireyci narsistik kişilik üzerine kurulamayacağından modern kapitalist toplum da yalnızlık kaçınılmazdır. 

Modern yaşamda sabır ve biz bilincinin gittikçe azalması toplumsal duyarlılığın işlevini azaltmıştır.

Duyarlılığın bu işlev kaybı beraberinde sosyal desteğini de zayıflattığından yalnızlıkla beraber ruhsal hastalıkların zemini genişlemiştir. 

Son dönemlerin en çok tanınan psikanalistlerin den biri olan Yalom da benlik kaygısının yalnızlıkla alakalı olduğunu söyleyerek aşk dostluk ve aile gibi “biz” duygusu sağlayan birlikteliklerin öneminden bahseder. (Yalom 1999: 19)

E. Fromm hiçbir şeyin insanları paylaştıkları yaşadıkları ortak duygular kadar birleştiremediğini söyler. 

Dolayısıyla yalnızlık algısı değerlerin sarsılması ve farklılaşması ile yakından alakalıdır. 

Mevcut norm ve değerler bireylerin duygusal birliğini oluşturan ortak noktalar olduğundan biz duygusunun oluşmasında önemli bir yer tutar. 

Hızlı değişim ise bu ortak noktaları sarsarak uzaklık ve yalnızlık algısını besler. 

Dolayısıyla sorun değişimin iyi veya kötü olmasından ziyade bizzat değişimin kendisidir.

YALNIZLIĞIN TEDAVİSİ

Yalnızlıkla ilgili literatür ve muhtemel çözüm arayışların da akla gelen uygulamalar basit ideal ve pratik bir çözüm gibi sunulur. 

Hâlbuki yalnızlık basit bir bakım aracılığıyla üstesinden gelinebilecek bir durum değildir ve sunulan tıbbi bakım hizmetine olursa olsun yalnızlığın hala orada bedende olduğunu unutmamalıyız.

Bununla beraber yapılacak ziyaretlerle ve kısmen de bakım hizmetleriyle yalnızlık azaltılabilir.  

Acorn rehabilite ortamlarındaki hastalarla ilgili çalışmasında pratik bir hizmet anlayışıyla hasta bakıcıların bireylerin yalnızlıklarını hafifletebilecek bir bakım planını geliştirip uygulama ya ve yalnız bireyleri tanımaya ihtiyaç olduğunu ileri sürmüştür. 

Ayrıca o tedavinin devamının sağlanabilmesi için tedavi planının gerçekçi pratik ve bütün sağlık ekibinin işbirliğine dayanması gerektiğini ifade etmiştir. (Acorn, 1992: 24)

Yalnızlık insanların diğer insanlarla bir araya gelerek daha yapıcı şeyler yapmalarını engellediğine göre belirli sosyal durumlar yaratılarak bu sorunla mücadele edilebilir. 

Rodgers’e göre yalnızlık esnek bir ziyaret uygulamasıyla az da olsa hafifletilebilir. 

O’na göre yalnızlık sorunu olan bir bireyi hastaneye yatırmak sorunun çözümünde yardımcı olabilir. 

Fakat bu bakış açısı sanki yalnızlığın sadece hastaneye girişte ve taburcu olma esnasında başladığı izlenimini vermektedir. 

Hâlbuki bu analiz sadece hastanedeki yalnız bireyleri göz önüne almaktadır. 

Bu analizde durumlarını sosyal anlamda yalnız olarak algılayanlara yönelik bir atıfta bulunulmamaktadır. 

Yalnızlar hastanede bir gün içinde belki bir kaç ayda görebileceklerinden daha fazla insanı görebilirler ancak bizim için önemli olan hastaların hastanedeki durumlarından ziyade hastane öncesindeki ve sonrasındaki yalnızlık durumları üzerinde odaklanmaktadır. 

Hastaneye yatma konusuna değinen Rodgers bireyin fiziksel ve sosyal çevresiyle yetersiz etkileşim fırsatlarının onun yalnızlık duygularının oluşmasında önemli bir etkiye sahip olabileceğini ileri sürmüştür. 

Bazı insanlar hastanede yalnız olabilirler ancak uzun dönemli bir hasta olmadıkça kısa dönemli bir yalnızlık yaşarlar ve onlar bu sürecin bir sonu olduğunu bilirler.

Öte yandan bazı hastalar için hastane yalnızlıktan geçici bir kopmayı da ifade edebilir. 

Bu açıdan, Matteson And Mc Connell (1988), karşılıklı yardımın yanı sıra terapi gruplarını ve günlük bakımı yalnızlıkla mücadele açısından önemli görmektedirler.

Ancak insanların öncelikle buna katılmayı istemeleri gerekmektedir.

İşin doğrusu insanlar yalnız değillerse böyle bir etkinliğe katılmaları zaten olası değildir. 

Bu tür gruplara katılacak olanlar ise muhtemelen sosyal anlamda uyum sağlayan ve diğer insanlarla her hangi bir etkileşim problemi olmayan insanlardır.

Buradaki çözümlemelerden de hareketle yalnızlık üzerine yapılan yorumların genelde problemin kaynağını göreme yecek kadar basitleştirici bir bakış açısını kullandıklarını söyleyebiliriz.

Örneğin bazı araştırmacılar, (Castledine 1981 Ebersole & Hans 1994 Sable 1995)

Yalnızlıkla başa çıkmada bazı hastalar için evcil hayvanlarla ilgilenmenin önemli olduğunu söylerken Austin ise yaratıcı lığın önemini vurgulamış ve bu durumda insanların kendilerini daha az yalnız hissedeceklerini belirtmişlerdir. Roscoe And Skomski (1989) 

İse yalnız bireylerin okuma, uyuma gibi başa çıkma stratejilerinin genelde kendi başına olmaya neden olan davranışlar olduğunu ve bunların yaratıcı davranışları azaltan ve yalnızlığı artıran davranışlar olduğunu ifade etmiştir.

Bazılarına göre ise hiçbir şey bireyi üretken ya da daha az yalnız yapmaz belki de ifade edilen etkinlikler yalnızlığı maskeleyen durumlardır.

Yalnızlığın azalması insanların hastaneye daha az baş vurmaları anlamına gelmektedir. 

Bu anlamda yalnızlığı azaltacak sosyal etkinlikler ve buna uygun ilişki kalıplarının desteklenmesi daha az maliyet anlamına gelmektedir. 

Ben merkezli materyalist bir kültür bireylerin daha fazla yalnız olmalarına yol açacağından bu durum fiziksel ve psikolojik olarak insanların daha fazla hasta olmaları anlamına gelebilir. 

Aslında bu bağlamda yalnızlığın kendisi rahatsızlık üreten ve insanı rahatsız etmesi anlamında da yaygın bir hastalık olarak düşünülebilir. 

Ama insanların bu durumun farkında olduklarını ve bir çözüm arayışında olduklarını söylemek zordur. 

İlgi toplamanın yalnızlık algısıyla alakalı olduğunu düşünür sek sorunun uzantılarını daha iyi anlaya biliriz. 

Nitekim Iynch hastalığın bazı insanlar için ilgi toplamanın meşru bir yolu olduğunu ve bu tür bir eğilimde olan insanların bilinçli ya da bilinçsiz olarak daha fazla hastaneye baş vurduklarını ve dolayısıyla daha fazla hastane bakımı aldıklarını belirtmektedir. (Iynch, 1977: 209)

Bir hastane bakımı ya da yalnızlığı azalta bilecek bir eylem sürekli işlev göremez. 

Çünkü yalnızlığı azaltmanın ve insanların kendilerini daha az yalnız hissetmelerinin tek yolu toplumu daha ilgili ve daha yardım sever yapmaktan geçmektedir. 

Günümüzün kapitalist zemininde bencilliğin geçer akçe olduğu sosyal ortamların yalnızlığı daha da arttıracağını söyleyebiliriz.

SONUÇ

Yalnızlık hayatımızın bir parçasıdır. 

Yalnızlık diğer kavramlarla kolayca karıştırıla bilecek tanımlanması güç bir kavramdır.  

Çünkü yalnızlığın nedenleri de etkileri de bir ve aynı olabilir. 

Yalnızlık bireyci ben merkezli düşünce yapısı ve haz takıntıları nedeniyle gözden kaçmaktadır. 

Ancak yalnızlığın derinliği diğer duygusal problemlerle birlikte fark edildiğin de anlaşılmaktadır. 

Kaynaklarda bazı grupların örneğin yaşlıların gençlerin nispeten erkeklerin ve alt sınıf insanlarının yalnızlığa daha eğilimli oldukları ifade edilmiştir. 

Bununla birlikte herkes bir şekilde yalnızdır ve toplumun hiçbir kesimi yalnızlığa dayanıklı değildir. 

Bazı insanların kişilik tarzları ve yetersiz mücadele stratejileri ve düşük konumları nedeniyle yalnızlığı üreten travmatik olaylara daha fazla maruz kalacakları ve dolaysıyla da daha yalnız ve kırılgan olmaları mümkündür ancak yalnızlığın ağırlığı farklı sosyal gruplar da farklı hissedilir.

Toplumun maddi görünüşü ve sosyal yapısı yalnızlığın görünüşü hakkında bize çok bilgi verir. 

Günümüz materyalist toplumunun temelinde ki, yaşam felsefesi yalnızlığı herkes için bir risk haline getirmektedir. 

Her birey farklıdır ve kendine özgü bir yaşam deneyimine sahiptir. 

Ayrıca her bireyin yaşamı algılama tarzı ve ona gösterdiği tepki de farklıdır ve hayatta bazı insanlar diğerlerinden daha başarılıdır ama kim olursa olsun hiç kimse yaşamı boyunca yalnızlığa dayanamaz. 

İnsanın bir parçası olsa da yalnızlık zararlı olabilir. 

Hangi kişilik tipinin yalnızlığa daha duyarlı olduğunu araştırmaktan ziyade bu sıkıntı verici rahatsızlığa neden olan koşulların ve onu izleyen ruhsal acıyı azaltma yollarının araştırılması daha yerinde olacaktır. 

Bu anlamda ilgi alanlarının genişletilmesi sosyal ve gönüllü faaliyetlere katılım hobiler sosyal ilişkileri genişletmek ve bu konularda profesyonel yardım alınması ise yarayabilir. 

Ama bunlardan da önemlisi daha dayanışmacı değerlerin özendirilerek toplulukçu örgütlenmelerin arttırılmasıdır. 

Yalnızlık şu ve ya bu şekilde hayatımızın bir parçasıdır. 

Yalnızlık korkunç yıpratıcı bir duygudur ve aynı zaman da şekilden şekle giren kavranması güç garip bir durumdur. 

Evde iş sonunda veya gece yatağa giderken insanı yakalaya bilir. 

Düşünceler gibi yalnızlık da kişiye özeldir. 

Hatta günün her saatinde değişebilir. 

İnsan bazen rahat bazen de dünyada kimsesiz ve tek başınaymış gibi hissedebilir. 

Yalnızlık değişikken olsa da daima oradadır. 

Bazen bütün bir anı kuşatabilir bazen de sessiz ama geri gelmek için bekleyen derin bir duygu olarak hissedilir. 

Bugün yalnızlığın bireylerin yaşamları üzerindeki etkisi tahmin edilenin çok üstündedir.  

Ancak yalnızlığın nedenleri etkileri ve yol açabileceği sonuçlara dikkat çekerken bu sürecin işleyiş mantığını çözmenin pek de kolay olmadığını söylemeliyiz. 

Çünkü yalnızlığın çok farklı nedenleri ve çok sayıda etkileri olduğundan bu süreci açıklamak için her bireyi kapsaya bilecek genel bir yaklaşım geliştirmek çok zor olsa gerek. 

Bu nedenle yalnızlık herkeste ortak bir durum olsa da kişiden kişiye değişen doğası nedeniyle farklı koşullarda çok yönlü nedenlerle ilgili olabilir ve sonuçları da farklı farklı olabilir.  

Yalnızlık farklı formlar da olabilir ama hangi türde olursa olsun insanların çoğunu olumsuz etkiler. 

Yalnızlık evrensel bir duygudur ve herkes bir şekilde onunla tanışmıştır, ama onun yeterince tartışıldığını söyleyemeyiz. 

Belki de onun paylaşılamaz olması ya da duygularını paylaş mayanlara ait olması anlaşılmasını da zorlaştırmaktadır. 

Yalnızlığın insanın önemli bir parçasını oluşturması onun fark edilmesini zorlaştırmaktadır. 

Bu nedenle yalnızlığın anlaşılabilmesi için daha derin araştırmaların yapılması gerekmektedir.

-alıntdır                               

kaynakça:

gaziantep üniversitesi m. rıfat eğitim fakültesi kilis.

ruhat@hotmail. com http://m.friendfeed-media. com/

YALNIZLIĞIN DİYALEKTİĞİ

Kişinin içinde yaşadığı dünyayı ve kendisine yabancılaşmış olduğunu bilmesi demek olan yalnızlık Meksikalılara özgü bir duygu değildir. 

Bütün insanlar yaşamlarının en az bir dönemin de kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar  ve de gerçekten yalnızdırlar. 

Yaşamak gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir.  

Yalnızlık insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. 

Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. 

Doğası gereği insan kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “Hayır” diyerek yaşar-kendi kendini yaratan insanın bir doğasından söz etmemiz doğruysa eğer. 

İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır.  

Bu yüzden kendi varlığını tanır tanımaz kişi bir eşya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar yalnızlığının bilincine varır. 

Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir.  

Dünyaya gelmekle bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden kopmuş oluruz. 

Bilinçsiz yaşam diyorum çünkü orada istek ile doyum bir ve aynı şeydir. 

Doğumla gelen değişikliği bir ayrılık kopma ve yalnız bırakılma yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız. 

Sonraları bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır. 

Ama bu yalnızlığı aşmak ve bizi geçmişe cennette ki, o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda olduğumuz bilinci. 

Var gücümüzle yalnızlığımızı aşıp yenmeye çalışırız. 

Öyleyse yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda yalnızlık kendini bilmektir; öteki anlamdaysa kendimizden yalnızlığımızdan kaçıp kurtulma özlemidir.

Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. 

Bu yüzden yalnızlık dolambacının çıkış kapısın da mutluluğa tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız.  

Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. 

Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. 

Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır. 

Yalnızlığın kurtarıcı gücü içimizde ki, o gizli suçluluk duygu sunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan “Allah elinin itelediği” kişidir. 

Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır. 

Bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. 

İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır. 

Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. 

Yalnız başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. 

Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. 

Ölüm kendinden önceki yaşama bir dönüş mü?

Ölüm denen şey günle gecenin zamanla sonrasızlığın karşıt olmadıkları doğum öncesi bir yaşamın yeniden yaşanması mı acaba? 

Ölmek demek canlı bir varlığın sonu mu? 

Sakın ölüm gerçek yaşam olmasın? 

Doğum eğer ölüm yolculuğunun başlangıçcıysa; neden ölüm de bir doğum olmasın bilmiyoruz!

Bilmiyoruz ama bütün varlığımızla bizi ezen bu karşıtlıktan kurtulmaya çabalıyoruz. 

Kendi varlığının bilincinde olmak zaman akıl töre ve alışkanlıklar gibi hemen her şey bizi bir yandan yaşamdan uzaklaştırmaya özendirirken; öte yanda her şey bizi doğduğumuz yere yaratıcı kucağa dönmeye zorlamıyor mu? 

Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam birazcık gerçek ölüm değil mi? 

Aşkı mutluluk için değil olsa olsa karşıtlıkların duyumsanma yacağı yaşamın ölümle zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. 

Derinden derine sezeriz ki, yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin -karşıt ama bütünleyici- iki yüzüdür.

Aşk eyleminde yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an için de olsa insan yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur.  

Çağdaş dünyamız da aşk ulaşılması hemen hemen olanak dışı gözüken yaşantılardan biridir. 

Yaygın ahlak değerleri toplumsal sınıflar yasalar ırklar hatta âşıkların kendileri bile sanki ona karşı çıkarlar.  

Kadın karşıtı ve bütünleyici olan “Öteki” varlık için yani erkek için yaratılmıştır.

Varlığımızın bir parçası onunla birleşmek istese de ötekisi kadını iter ondan kaçar.

Kadın bazen değerli bazen korkulan ama bize her zaman başka gözüken bir nesnedir.

Kadını kendi çıkarlarının güçsüzlüğünün kaygı ve sevgisinin istediği yönde çarpıtan erkek giderek kadını bir araç durumuna getirir: 

Anlayışlı sevecen doyurucu ve yaşatıcı ama ne de olsa bir araç.

Simone de Beauvoir’ın dediği gibi “Kadın bir sevgili tanrıça ana cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiç bir zaman kendisi olamaz.” 

Aşk ilişkilerimizde bu yüzden daha en baştan çarpıtılmış kökten yukarı doğru yozlaştırılmış olur. 

Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal vardır.

Toplumca yaratıp kadına zorla benimsettiğimiz bu hayal kadın imgesidir. 

Kadın da o imgeyi benimser ona sarınıp bürünür onunla var olur. 

Dokunmak için her uzandığımızda o yumuşak ama köle varlıkla karşılaşırız.  

Kadında sanki aynı duygu içindedir.  

Kendini -bir varlık olarak değil de- başka bir varlığın uzantısı (Nesnesi) yani “Öteki” gibi algılar: kendi kendisinin efendisi olamaz.  

Onun varlığı, gerçekte olduğu ile olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür.  

Ailesi toplumsal sınıfı okulu dostları dini ve sevgilisi el ele verip kadına o imgesel kişiliğini benimsetmeye çalışırlar.  

O da gerçek dişiliğini hiçbir zaman ortaya koyamaz. 

Çünkü erkeklerin onun için uygun gördüğü davranış kalıplarının dışına çıkamaz.

Aşk “Doğal” değil insan yapısı bir şey ve onların en yücesidir.  

Doğa’da olmadığı halde bizim bulduğumuz hemen her gün yeniden yaratıp sonra da yok ettiğimiz bir şey! 

Aşkla aramızdaki engeller yalnızca bunlar ya da bu kadar değil aşk bir seçimdir. 

Belki de yazgımızın yaşamda ki, yörüngemizin özgürce seçilmesi varlığımızın en gizli ama en bize bağlı parçasının birden bulunu vermesi gibi ama toplumumuzda aşkı seçmek özgürlüğü olanak dışıdır.

Kara sevda (*) adlı kitabında Breton aşkın iki önemli yasakla kısıtlandığını söyler: Toplum direnci ve Hristiyanlıktan kaynaklanan bir günah anlayışı! 

Bu yüzden aşk -var olmak istiyorsa- dünyamızdaki yasakları çiğnemek zorundadır.

Evrenin düzenine açıkça başkaldırıp, yazgısal yörüngelerinden kaçan ve herkesin bakışları altında yeni bir uzay yolculuğuna çıkan iki yıldızın yarattığı onarılmaz skandal gibi.

Bir başkaldırma ve yıkım anlamına gelen romantik aşk, bildiğimiz tek aşk türüdür; çünkü toplum güçleri, aşkın özgür ce bir seçimine gerçekleşmesine -yani başka bir türlüsüne- izin vermez. 

Kadın, erkek toplumunun kadınlar için yarattığı imge kafesin de tutukludur.  

Bu nedenle kadının özgür olabilmesi için o tutuk evinden kaçıp kurtulması gerekir.

Çoğu âşıklar: “Aşk sevdiğim kadını değiştirdi onu değişik bir varlık yaptı” derler ki doğrudur.  

Aşk kadını değiştirir, hem de nasıl! 

Eğer sevebilecek kadar yürekliyse kadın, dünyanın kadınları tutuklamak için yaptığı kafesi kırar geçer.

Erkek de seçim özgürlüğünden yoksundur. 

Onun seçenekleri son derece sınırlıdır.

Erkek dişiliğin ne anlama geldiğini önce anasında ve kız kardeşlerin de görür; sonra aşkı, toplumsal yasaklarla özdeşlemeye başlar. 

Aşk duygumuz Ensest (Fücur) çekimiyle Ensest korkusu arasında bocalar durur.  

Ayrıca çağdaş yaşam koşulları isteklerimizi bir yandan kamçılarken öte yandan toplumsal ahlaki tıbbî yasaklarla aynı istekleri susturup sindirmeye çalışır. 

Suçluluk duygusu isteğin hem kırbacı hem de frenidir. 

Her şey aşkta özgürce seçimler yapmamıza karşı koyar.  

En derin aşk duygularımızı toplum çevremizin uygun bulduğu kadın imgesine uydurmaya çalışırız.

Başka ırktan kültürden ve toplumsal sınıflardan kişileri sevmek zordur suçtur.  

Gerçi açık derili bir erkeğin koyu tenli bir kadını esmer kadının bir sarı Çinliyi bir “Bey efendinin” hizmetçisini sevmesi olanaklıdır. 

Ama yalnızca bu olanaklar dan söz edilmesi bile yüzümüzü kızartmaya yeter. 

Özgürce seçemediğimiz için çevremizce bize “Uygun” görülen kadınlar dan birini seçeriz. 

Sevmediğimiz bir kadınla evlendiğimizi de asla açığa vurama yız; o öyle bir kadındır ki, belki bizi sevebilir ama kendisi olamaz.  

Bu konuda Swann şöyle diyor: “Ne acı bir gerçek ki, yaşamımın en güzel yıllarını tipim olmayan bir kadınla birlikte geçirdim.” 

Erkeklerin büyük çoğunluğu bu cümleyi son soluklarında açıklayabilirlerdi. 

Çağımızın kadınları da aynı şeyi rahatça söyleyebilir-tek bir sözcük değişikliliğiyle!

Toplum dediğimiz varlık aşkın amacını yalnız doğurmak ve çocuk yetiştirmek olan sürekli bir birlik olarak kavramlaştır makla aşkın doğasına karşı çıkmış oluyor.

Yani aşk ile evliliği özdeşliyoruz.  

Bu kurala uymayan her davranışı cezaya çarptırıyoruz. 

Cezanın şiddeti topluma ve zamana göre değişiyor. 

Meksika’nın uygunsuz kadına verdiği ceza ölümdür.

Çünkü bütün İspanyalılar gibi “Senyo” için ayrı kadınlarla çocuklar ve yoksullar için ayrı ahlak kurallarımız var. 

Eğer aşkı gerçekten özgür bırakmış olsaydık, evlilik kurumunu korumak için aldığımız bu tür sert önlemler belki haklı görüle bilirdi.  

Ama kişiye özgürlük tanımadığımıza göre hiç olmazsa evliliğin aşkı gerçekleştirmediğini de kabul etmeliyiz. 

Evliliğin amacı aşktan çok ayrı olarak yasal toplumsal ve ekonomiktir.  

Ailenin dengesi ve güvenliği evliliğe dayanır, o evlilik ki, amacı toplum varlığını sürdürmek ten başka bir şey değildir.  

Böylece doğası gereği evlilik son derece tutucu bir kurumdur. 

Evliliğe karşı çıkmak topluma başkaldırmak sayılır ve aynı nedenle de aşk yaygın toplumsal değerlere karşı bir eylemdir.

Kendini gerçekleştiren aşk evliliği yıkar ve onu toplumun istemediği bir şeye dönüştürür: 

İki yalnız kişinin yarattığı öyle bir dünya ki, orada toplumun yalanlarına yer yoktur.

Zaman ve çalışma koşulları kaldırılmış ve bu dünyanın kendine yeterli olduğunu herkese duyurmuştur.

Öyleyse toplumun aşkı ve onun en yakın tanığı olan şiiri aynı karşı tutumla cezalandırmasının onları yasak anlamsız ve olağan dışı şeylerden saymasının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. 

Öyleyse aşk ile şiirin toplumun ön yargılarına karşı kendilerini bir skandal çıkarma suç işleme ve şiir söyleme biçimlerinden biriyle savunmalarını zamanı gelince topluma baş kaldırmalarını da anlayışla karşılamamız gerekiyor.

Evliliği sakınmak için toplumca gerilen koruyucu kanatların bir sonucu olarak bir yandan aşk yasa dışı bir suç olarak hüküm giyerken fahişelik ya açıkça kutsanır ya da görmezlikten gelinerek yaşatılmaktadır. 

Fahişeliğe karşı takındığımız bu ikiyüzlü tutum çok anlamlıdır. 

Kimilerimiz onu kutsal sayarız  ama onu tutanlar yanında, yerenler de var. 

Aşkın bir kurbanı, karikatürü, dünyamızı aşağılayan güçlerin bir simgesidir.  

Bir yataktan öbürüne koşan kişi artık ahlaksız bile sayılmaz.  

Kişisel kaygılarının bir aracı gibi gördüğü için kadınları baştan çıkarmaktan kendini alamayan çapkın erkek orta çağ şövalyesi kadar çağ dışı bir kişidir. 

Oysa artık kurtarılacak kızlar olmadığı gibi baştan çıkarılacak kadın da kalmamıştır. 

Örnek olarak bugünkü müstehcenlik Marquis de Sade’ın yazdıklarından çok başka bir anlam taşıyor. 

Kendini aşk ve şehvetin çekimine kaptıran sade son derece dramatik bir kişiydi bu yüzden onun yazıları insan bunalımlarının bir patlamasıydı. 

Onun kahramanları kadar umutsuz kişilere bugün artık zor rastlanır.

Oysa çağdaş anlam da aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir.  

İnsanın sağlıklı bir açıklaması değil tersine aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlayan belgelerdir.  

Boşanmak artık bir yengi olmaktan çıktı, boşanmak kurulmuş bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden çok erkeğe ve kadına daha özgürce seçim hakkı tanıyan bir kolaylık gibi görülüyor. 

İdeal bir toplumda boşanmanın tek tüzel nedeni aşkın sona ermesi ya da yeni bir aşkın ortaya çıkması olabilir. 

Herkesin eşini özgürce seçebildiği bir toplumda bugünkü boşanma -tıpkı fahişelik hafifmeşreplik ve zina gibi- çağ dışı bir olay sayılacaktır.

Toplum kendisi için ve kendi başına var olan canlı bir bütün olduğu savındadır.  

Ama kendisini bölünmez bir birim (Bütün) olarak da algılasa içten içe varlığında bir ikilik duyar; bunun kendisini böldüğünü duyumsar.  

Bu ikilik insanın hayvan olmaktan kurtulduğu kendi kişiliğini bilincini ve ahlakını kurduğu zamanlarda başlamıştır.

“Toplum” dediğimiz amaç ve gereksinmelerini haklı göster mek çabasının ağır yükü altında ezilen bir varlık alanıdır. 

Kimi zaman -ahlaki ilkeler gibi de görünen- toplumsal amaç lar toplumu oluşturan kişilerin istek ve gereksinmeleriyle çakışır.  

Kimi zamanlar daysa tersine bu amaçlar önemli azınlık ve toplum sınıflarının dileklerini hiç göz önüne almaz görünür; hatta çoğunlukla insanın en temel içgüdülerini yadsıyor olabilir. 

İşte bu duruma gelince toplum bunalıma düşmüştür ya bir patlama olur ya da bir yozlaşma başlar toplumda. 

Toplumun üyeleri birer yurttaş olmaktan çıkarlar ruhsuz ve kişiliksiz araçlara dönüşürler. 

Hemen her yerde doğuştan var olan bu ikilik ki, toplum bir topluluğa dönüşerek onu çözümlemeye çalışır. 

Olgusu varlığını türlü ikilemler biçiminde gösterir: İyi ve kötü yasalar ve yasaklar idealler ve gerçekler akıllı ve akıl dışı olanlar güzel ve çirkin uyumak ve uyanık durmak yoksulluk ve varlık burjuva ve proletarya safdillik ve bilgelik düşlemek ve düşünmek gibi.  

Kendi varlığının kaçınılmaz bir istemi olarak toplum bu ikilemi yenmeye yalıtmamış ve çatışan öğlelerini birbiriyle uyumlu bir bütüne dönüştürmeye çabalar. 

Ne var ki, çağdaş toplum aşkı yaratabilen tek şeyi -yani yalnızlığı- bastırarak bu birliği sağlamak ister.

İdeolojileri politikaları ve ekonomileri endüstrileşmiş olan toplumlar nitel -yani insanca olan- ayrılıkları nicel bir tek düzeliğe çevirmeye çalışırlar. 

Yoğun üretim yöntemlerini ahlaka sanata ve ulusal duygu alanına uygularlar. 

Karşıtlıklar ve toplumsal standarda uymayan örnekler ortadan kaldırılır ve de bu bizi toplumsal yaşamın insana verebileceği en derin yaşantıdan -gerçeği karşıtlıkların birliği olarak görme yaratma olanağından- yoksun bırakır.  

Yeni güçler devletler yalnız yaşamayı bir yetki ya da tüzel yaptırımlarla yasaklıyorlar; yalnızlığı yasaklamakla birlik ve beraberliğin gizemli ama yürekli bir türü olan aşkı da yasaklamış oluyorlar. 

Özgür aşkı savunmak her zaman sakıncalı ve topluma meydan okuyan bir davranış olarak görülmüştür.  

Çağımızda devrimci bir eylem de sayılıyor.

Dünyamızda ki, aşk konusu en anlamlı belirtileriyle yalnızlığın diyalektiği sorununun toplumca nasıl yozlaştırıldığını gösteriyor.

Toplumsal yaşamımız gerçek bir aşk birliğine hemen hiç olanak tanımıyor onu desteklemiyor.  

Aşk kendi kişiliğimizi tanıma ve bunu yaparken de ondan kurtulup varlığımızı bir başka kişide gerçekleştirme yönünde bizi zorlayan ikili içgüdülerimizin en açık seçik örneğidir.  

Bu ikili içgüdülerimiz ölüm ve yeniden yaratma yalnızlık ve birlikteliktir  ama aşktan başka şeyler de var. 

Her insanın yaşamında hem ayrılma hem de birleşme hem çatışma hem de uzlaşma sayılabilecek dönemler vardır. 

Bu dönemler den her biri bir yalnızlıktan kurtulma çabasıdır ki, onun hemen ardından kişi kendini çok yabancı bir ortam da bulur. 

Çocuk çözümleyemediği her gerçeği göğüslemek onunla başa çıkmak zorundadır. 

Önce gözyaşlarıyla ya da susarak tepkisini gösterir  onu yaşama bağlayan bağ aslında kopmuştur çocuk bu kopukluğu duygu ve oyunla kapatmaya çalışır. 

Bu kişinin ölüm sözleriyle sona erecek olan diyaloğun başlangıcıdır ama dış dünya ile olan ilişkileri artık -doğum öncesi döneminde olduğu gibi- edilgen değildir. 

Çünkü dünya ondan bir tepki beklemektedir.  

Gerçek onun eylemleriyle insanlaşacaktır.

Oyunlar düşler büyüklerin olağan sayılan duygusuz dünyası -bir sandalye bir kitap gibi her şey- birdenbire bir canlılık ve kişilik kazanır. 

Çocuk dil ve jestlerinin, simge ve davranışlarının gizemli gücünü kullanarak nesneleri konuşturur, cansız şeylerden kendi çocuksu sorularına yanıt verebilen canlı bir dünya yaratır.  

Soyut anlamlardan arındırılmış dil de bu yolla bir imgeler birikimi olmaktan çıkar tatlı ve çekici bir canlı varlık olur. 

Tıpkı ilkel insanın yaptığı bir heykelciğin nesnenin kendisi değil de bir kopyası olması gibi! 

Konuşmada yeniden gerçeklere -yani ozan ca işlere- değin yaratıcı bir eylem olur.  

Gizem ve büyü ile çocuk dünyayı kendine benzer bir biçimde yeniden yaratır ve böylece yalnızlık sorunu çözümler. 

Düşte yarattığımız nesnelerin etkinliğinden (gerçekliğinden) kuşku duymaya başladığımız da bilinçlenme (Kendini tanıma) aşamasına varmışız demektir.

-alıntıdır-

http://www.baktabul.net/psikoloji/224058-yalnizligin-diyalektigi.html

Ergenlik adını da verdiğimiz delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından kopanların büyükler dünyasının eşiğinde mola verip soluk aldığı aşamadır. 

Spranger, ergenlik dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık olduğuna değinir. 

Yalnızlık simgesi olan nerkis (Narcissus) ergeninde simgesidir. 

İlk kez bu dönemde tekliğimizin bilincine varırız.

Ama duyguların diyalektiği bir daha bu soruna el koyar.  

Olgunluk döneminin belirgin bir niteliği değildir yalnızlık. 

Başkalarıyla başka şeylerle savaşan kişi kendini işinde yaratıcı çabaların da unutur. 

Onun kişisel bilinci böylece başkalarınınkiyle birleşir.

Zaman dediğimiz boyut anlam ve amaç kazanır; böylece tarih olur geleceğin ve geçmişin anlamlı bir değerlendirmesi olur. 

Yaşamdaki tekliğimiz -ki kendi benliklerimizden oluşan bizi beslerken tüketen belli bir zamanda yaşamımızdan doğar- gerçekten giderilemez ortadan kaldırılamaz olsa olsa şiddeti azaltılabilir.

Bazen de ancak çok yüksek bir bedel ödeyen kişi yalnızlığın elinden kurtulabilir.

Kişisel varlığımız ozan Eliot’un dilinde “Zamansız anlar” olan bir tarih parçasında yer alır. 

Bu yüzden olgun bir insan üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır.

Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması sorunları mızın ağırlığını da yansıtır. 

Çalışma topluluklarının eğlence sanat ve müzik topluluk larının çoğaldığı bir dönem de insan her zamankinden daha yalnızdır. 

Çağdaş insan yaptığı işe yarattığı şeye bütünüyle veremez kendini. 

Onun -Belki de en derinde ki- bir parçası her zaman bağımsız uyanık ve nöbette kalır efendisine karşı casusluk yapar. 

Çağımızın tek tanrısı olan iş güç (Kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını yitirmiştir. 

İş güç başı sonu olmayan bir uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı belirsiz yaşamını simgeler. 

Ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin büroların koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan yalnızlığı- ruhu güçlendiren arındıran yerler ya da yaşantılar değildir.

Çağdaş dünyanın yalnızlığı dünyanın çıkmazını yansıtan bir aynadır. 

Yalnızlığın bir ucundan dünyadan koparken öteki ucunda –kahramanlar azizler ve günah çıkaranlarla ilgili tutum ve kavramlarımızda görüldüğü gibi- yaşama bağlanırız. 

Söylence ve masallara anılara tarih ve şiir gibi sanat ürünlerine konu olan ünlü kişilerin yaşam öyküleri onların yaşam ve eyleme katılmadan önce -daha ilk gençlik yıllarında- bir içine kapanma ve yalnızlık dönemi geçirdiklerini belgeliyor. 

Bunlar kahraman kişiyi yaşama hazırlayan oluşum yıllarıdır ama sözün doğrusu özveri arınma acı çekme ve kendini tanıma yıllarıdır.

Tarihçi Arnold Toynbee bu gözlemi destekleyen pek çok örnekler bulmuştur: 

Eflatun’un mağarası Tarsuslu Paul’un, Buddha’nın Hazret-i Peygamberin Machiavelli’nin ve Dante’nin yaşamları gibi. 

Ve bizler de kendimizi arındırdıktan sonra dünyaya yeniden dönmek üzere hiç olmazsa belli bir süre için köşeye çekilmeyi ve yalnız başımıza yaşamayı denemişizdir.

Yalnızlığın diyalektiği -Toynbee’nin deyimi ile: “Kişinin önce içine kapanmasından sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket”- hemen her toplumun tarihinde açıkça görülür.  

Çağdaş toplumumuzdan daha az karmaşık olan kimi geleneksel toplumlar belki de bu ikili hareketi daha iyi yansıtan örneklerdir.

Yanlış olarak “İlkel” adı verilen geleneksel küçük yoksul ve “Abece” siz toplumlarda yaşayan insanlar için yalnızlığın korku ve dehşet verici bir durum olduğunu görmek hiç de güç değildir. 

Çağlar boyunca kurallardan ve törelerden oluşan karmaşık ve katı bir yasaklar düzeni toplumun bireylerini yalnızlığa karşı başarıyla korumuştu. 

Topluluğun üyesi olan birey dirlik ve sağlığın tek güvencesine de kavuşmuş demekti. 

Yalnız insan ise, bir sakat ya da kötürüm gövdeden kesilip ayrılması yakılması gereken kuru bir dal olarak görülmüştür. 

Çünkü ögelerinden biri hasta olunca toplumun bütünü bunalıma düşerdi. 

Toplumda ki, (Din dışı) kural ve inançların zaman zaman yinelenmesi ve dile getirilmesi yalnızca topluluğun geleceğini değil onun birliğini ve iç tutarlığını da güvence altına alıyordu. 

Buna karşılık dinsel törenlerle ölüm olgusunun sürekli olarak duyumsanan varlığı bağımsız (Bireysel) eylemi sınırlayan bir ilişkiler düzeni yaratıyor. 

Bu yolla da hem bireyi yalnızlıktan koruyor. 

Hem de topluluğun çözülüp dağılmasını engelliyordu.

“İlkel” toplumun insanları için sağlık ve toplum genellikle eş anlamlı sözcüklerdir. 

Tıpkı ölüm ve çözülme kavramları gibi Lévy-Bruhl diyor ki: “Ülkesinden ayrılan herkes topluluktan da ayrılmış olur. 

Ölür ve kendi toplumunun geleneksel ölüm törenine hak kazanır.” (1) 

Öyleyse bağışlanmayan bir sürgün cezası gerçekte ölüm cezası gibidir. 

Toplum kesiminin kendini atalarının ruhlarıyla ve o ruhları da anayurt toprağı ile özdeşlemesi şu Afrika töreninde ne güzel simgelenmiştir.

“Yerli adam Kimberley’den bir gelinle dönerken erkeğin yurdundan alınmış bir avuç toprağı da birlikte getirir.

Kadın’ın her gün o topraktan birazcık yemesi gerekir yesin ki yeni ve değişik çevresine daha kolay uyup alışabilsin” bu tür dayanışmanın “canlı bir görüntüsü var: Orada birey sanki yaşayan bir bedenin parçasıdır.” 

Bu yüzden din değiştirenler çok azdır. 

“Kimse kendi başına salt kendi davranışlarına göre kargışlamaz ya da güvenliğe kavuşmaz” ve de herkesin her türlü eylemi tüm topluluğu etkiler. 

Güvenceler vardır ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. 

Din çatışmaları üretim yöntemlerinde ki, değişmeler savaşlar ve fetihler gibi beklenmedik şeyler de olur. 

Topluluk bölünür bölünmez parçalardan her biri yepyeni bir durumda karşılanır. 

Sağlığın kaynağı olan eski kapalı toplum düzeni yıkılınca artık yalnızlık bir kaza ya da hastalık olmaktan çıkar değişmez bir toplum koşulu olur. 

Böylece yalnızlık bir günah duygusuna yol açar: Kuralların çiğnenmesinden doğan bir suç değil de, kuralların doğası olur!

Daha doğru bir deyişle öteki kuralların doğası durumuna gelen bir nitelik? 

Yalnızlık ve “İlk günah” böylece birleşir ve özdeşleşir; ayrıca sağlık ve birlik de yeniden aynı anlama gelen ama çok uzak geçmişte kalmış bir şeyler olurlar.

Çünkü sağlık ile birlik tarihten (Uygarlıktan daha doğrusu yazıdan) önceki bir “Altın Çağ’ın öğeleriydi.

Zamanın akış yönünü geri çevirebilseydik o altın çağa belki döne bilirdik. 

Bu yüzden kendimizi bir günah duygusuna kaptırınca ondan kurtulmak onun bedelini ödemek gereksinmesini de duyarız. 

Yeni mitoloji ile yeni din işte böyle yaratılıyor. 

Yeni toplum yalnızca sürgüne gönderilmiş kişilerden oluştuğu için eskisinden daha açık ve daha esnektir. 

Belli bir toplumda dünyaya gelmiş olma gerçeği bireyi kendiliğinden o toplumun üyesi yapmaz bireyin hemşericiye uygun görülmesi de gerekir. 

Kutsala sığınma geleneksel büyünün yerini almaya başlar.

Aşama ve eriştirme törenlerinde bireyin arınmışlığına giderek daha fazla ağırlık ve önem verilir. 

Günah duygusundan kurtulma düşüncesi dinsel kuramlara ilahiyata zevk ve doyumdan kaçınmaya ve bir tür gizemciliğe yol açar. 

Özveri ve birliktelik eğer gerçekten öyle idiyse

ler bile birer totem simgesi olmaktan çıkarlar yeni topluma girmenin yolu olurlar. 

Bir tanrı -hemen hep bir oğul olan ve eski yaratıcı tanrılar soyundan gelen bir tanrı- ölür ama belli zaman aralıklarıyla dirilip geri gelir.  

Bir verimlilik tanrısıdır o ama aynı zamanda bir koruyucu ve kurtarıcıdır da. 

Onun kendisini insanlara adaması ölümün öte başında bizi bekleyen kusursuz toplumun bu dünyada ki, bir kanıtı habercisidir. 

Ölümden sonraki yaşamla ilgili bu umutlar eski topluma duyduğumuz derin özlemin bir belirtisidir.

“Kurtuluş” sözcüğünde “Altın Çağ’a dönüş umudu saklıdır.

Kuşkusuz bütün bu sayılanları her toplumda her zaman görmek söz konusu değildir.

Bununla birlikte öyle toplumlar vardır ki, hemen en küçük ayrıntısıyla yukarıda anlatılan sürece uygun hareket ederler. 

Söz gelişi Orfizm’in doğuşunu inceleyelim Orphe inancı eski yunan Dünyası’nda büyük sarsıntılara ve kültürlerin yeniden düzenlenmesine yol açan önemli bir tarih olayından -Achaean Uygarlığı’nın yıkılışından- sonra ortaya çıkmıştır. 

Bu dönemde toplumsal ya da kutsal olsun eski ve geleneksel bağların yeniden kurulması gereksinmesinin sonucu olarak çok sayıda gizli dernek (tarikat) görülmüştür. 

Bu derneklerin kurucu üyeleri çoğunlukla kendi köklerinden kopmuş ama böyle bir yıkıntıya bir kez daha olanak vermeyecek bir örgüt yaratma amacında birleşmiş göçmenlerdi. 

“Orphans” (2) (Yani yetim-öksüz) olmak hepsinin ortak özelliği ve bu tür kişilere verilen genel bir addı.

Burada hemen açıklamalıyım ki, orphe inancı Yunanca da “Yetim -öksüz” ya da “Boş-hiç” anlamına gelen orphanos’ sözcüğünden türetiliyordu. 

Yalnızlık ile yetim-öksüzlük aynı türden boşluklardı-Yunan düşüncesinde. 

Orfik ve diyonizik dinler -eski dünyanın yıkılışıyla ortaya çıkan öteki proletarya dinleri gibi- kapalı bir toplumun nasıl olup da açık bir topluma dönüştüğünü açıkça gösterir. 

Suçluluk yalnızlık ve dua -ya da tapınmayla- temizlenme duyguları bireyin yaşamında nasıl çifte bir rol oynuyorsa toplum üzerinde de aynı etkileri yapar. 

Yalnızlık duygusu -dışar da bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda kaldığımız yere geri dönmek için duyduğumuz derin özlem- bir yer yurt özlemidir. 

Hemen her toplumda gözlemlenen eski bir inanca göne orası -özlemini çektiğimiz o kutsal yer (3)- dünyanın merkezi evrenin göbeğidir.

Bazen “Cennet” diye de adlandırılır ama adı ne olursa olsun o yer, toplumun gerçek ya da mitolojik yurdudur.

Azteklerin inancına göre ölüler göçmen olarak ayrıldıkları yere bir kuzey ülkesi olan Mikelon’a dönerler.

Kentlerini kurarken evlerini yaparken düzenledikleri tüm törenler yaşamın ta başlangıcında kovuldukları o kutsal ocağı bulmaya yöneliktir. 

Roma Kudüs ve Mekke gibi dinsel başkentler ya da Kâbeler dünyayı dünyanın merkezini simgeler ama dünyadan da önce gelirler. 

Bugün bu merkezlere giden hacılar her kavmin kendisine verileceği söylenen topraklara yerleşmeden önce mitolojik geçmişte yaptıklarını yaparlar. 

Bir eve ya da kente girmeden önce onun çevresinde Labirent (dolanca) söylencesi de bu tür inançlardan kaynaklanır. 

Konuya ilişkin çeşitli yorumlara göre labirent mitolojik simgeler arasında en anlamlı ve en zengin olanlardan biridir: 

Kutsal bir bölgenin merkezindeki insanlara sağlık toplumlara özgürlük veren bir muska; cezasını çekip günahını çıkardıktan sonra mutluluk sarayına giren kahraman ya da kutsal kişi kentini kurtarmak ya da yeniden kurmak için geri gelen kahraman bütün bunlar labirent söylencesi ile yakından ilgilidir.

Zeus’un oğullarından Perseus’la ilgili söylencenin gizemli hiçbir yanı yoktur. 

Oysa kutsal çanak’ı İsa’nın son yemekte kullandığı bardak arayanların zevkten kaçınma çabaları gizemci inançlarla çok yakından ilişkilidir: 

Fisher kralının toprakların da ve insanların da kısırlığa yol açan günah kendini arındırma törenleri ahlak savaşı ve sonunda Allah’ın bağışladığı birleşme ya da birlik (vuslat) gibi. 

Dünyanın merkezinden kovulduk. 

Ormanlarla çöllerde dolanıcının yeraltı dehlizlerinde işte o merkezî aramaya koyulduk. 

Ancak zamanın yalnızca bir ardışıktık ve değişme olmadığı “Zamanlar” da vardı. 

Öyle bir zaman ki, geçmiş ve gelecek tüm zamanlar onun içindeydi. 

İnsan, bütün zamanların tek bir zaman olduğu o sonrasızlık tan kovulup dünyaya sürgün edildiği zaman, takvimin (başı sonu ölçüsü hesabı belli olan zamanın) ve saatin kölesi oldu. 

Zaman denilen şey dün bugün ve yarına saate dakika ve saniyelere bölününce insanoğlunun zamanla kurduğu evrensel birlik sona erdi; insan gerçeğin akıp gidişinden koptu onun dışında kaldı“ bu an” dediğimizde o an geçip gitmiş bitmiştir.

Zamanın bu türden mekânsal ölçümleri insanı -sürekli şimdi olan- gerçekten uzaklaştırır; gerçeğin kendini dışarı vurduğu bütün “Şimdi” leri Bergson’un deyimiyle “Gerçek dışı düşlere dönüştürür”. 

Bu karşıt düşüncelerin oluşumunu yeterince incelersek takvim ve tarih zamanlarının bir özgüllüğü olmayan tekdüze bir ardışıktık olduğunu görürüz (4).

Takvim hep aynıdır acıya da zevke de aldırmaz. 

Mitolojik zamanlar ise yaşamımızın bütün özgüllükleriyle öylesine iç içe ve diz dizedir ki, sonrasızlık kadar uzun bir soluk kadar kısa verimli ve kısır korkunç ya da hayırlı olabilir. 

Bu gözlem “sosyal zamanlar” kavramına yol açar. 

Oysa yaşam ve zaman tek büyük ve bölünmez bir birimdir.

Azteklerde zaman mekânla çağrışım yapan bir süreklilikti. 

Her yeni gün belli bir mekânsal noktaya bağlı sayılırdı. 

Zaman-mekân çağrışımı dinsel takvimlerin çoğu için de doğrudur. 

Fiesta tarih ya da salt yıl dönümünden daha değerli anlamlı bir şeydir.

Fiesta bir olayı kutlamaz onu yeniden yaratır ve yaşar. 

Bu yolla takvim yıkılır ve onun yerine -kısa bir süre için de olsa- sonrasızlık (yaşanan durum) konur, “Altın çağ” geri gelir.

Katolik papazı kutsal cemaat (Mass) törenini yönettiği zaman İsa buraya ve bugüne ulaşır kendini insana verir ve dünyayı yeniden kurtarır.

“Gerçekten inananları” ki, erkegaard’ın olmasını dilediği gibi “İsa’nın çağdaşlarıdır.” 

Zamanın akışını durduran olaylar yalnızca söylenceler ve dinsel bayramlar değildir. 

Aşk ve şiir de bu konuda yani “İlk zaman” konusunda bize bazı ipuçları veriyor. 

Juan Ramon Jiménez zamanın değişmez bir durum salt güncellik olarak yaşanması gerçeğin kavratılmasından çok bu akışın usa vurulması demek olan saatle ölçülen zamandan daha eskilere gider. 

Zaman kavramımızda ki, bu ikilik tarihle mitos tarihle şiir arasındaki kimi karşıtlıklarda da görülür. 

Mitos da -dinsel fiesta’larda ya da çocuk masallarında da gördüğümüz gibi- zamanın tarihi belli değildir.

“Evvel zaman içinde” “kalbur saman içindeyken” “ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken” diye başlayan öykülerde takvimle bağımlı bir tarihleme yoktur. 

Başlangıç bütün başlamaları içine alan ve bizi her şeyin her an yeniden başlayabileceği canlı bir zamana götürür. 

Mitolojik bir olayı yineleyen ritüeller aracılığıyla insanoğlu karşıtların uzlaştırılıp birleştiği bir dünyaya kavuşur. 

Van Der Leeuw’un dediği gibi “Bütün ritüeller de törenleşmiş töreleştirilmiş davranış ve olaylarda olayın sanki şimdi ve şu anda yaşanıyormuş imgesi saklıdır.” (5)

Okuduğumuz her şiir bir yeniden yaratış (Ya da yaradılış)’tır yani törensel bir töredir fiesta’dır. 

Tiyatro ve epik de bir tür fiesta’dır. 

Tiyatro oyununda ya da şiir okuma da günlük zamanın tik takı durur ilk (özgün) zaman işlemeye başlar.

Katılma yoluyla bu mitolojik zaman -gerçeği gizleyen tüm zamanların ağa babası- bizim iç ve öznel zamanımızla çakışır. 

Ardışıklığın kölesi olan insan görünmez kafesinden kurtulup yaşayan zamana katılır: Kişisel yaşam dış zamanla özdeşleşir. 

Çünkü o dış zaman böylece yorulup tükenmeden kendini yaratan salt bir “Şimdi” ye dönüşmüştür. 

Mitoslar ve fiestalar -ister laik ister dinsel olsunlar- insanı yalnızlığından kurtarıp yaradılış süreciyle yeniden birleştirirler. 

Bu yüzden -kılık değiştirmiş gizli ve saklı- mitos tüm davranışlarımızda etkisini gösterir yazgımıza etkin biçimde katışık çünkü bize yaşamla yeniden birleşmenin kapısını aralar. 

Çağdaş insan mitoslarının aklın denek taşına vurur kaç kırat olduklarını görmek için. 

Yoksul kişi ise onları yok edememiştir. 

Bilimsel gerçeklerimizin çoğu ahlaki siyasal ve felsefi kavramlarımız gibi mitolojik öğelerle dile getirdiğimiz eğilimlerin yeni biçimde anlatımından başka bir şey değildir.

Günümüzde “Aklın dili” adını verdiğimiz bilim kendi koruyucu kanatları altında barınan mitosları ancak zar zor gizleye bilmektedir.

Ütopyalar -bilimsel görünüşlü açmazlarına karşın özellikle de çağdaş politik ütopyalar- her toplumu kendisi için bir “Altın çağ” arama yönünden zorlayan eğilimlerin sorunların dışa vurulmasından dile getirilmesinden başka bir şey değildir. 

O “Altın çağ” ki, serüvenimizin başında kovulduğumuz o yere “Günlerin günü”nde yeniden dönülecektir. 

Modern -Fiesta’lar- siyasal toplantılar gösteri ve geçit yürüyüşleri ve öteki törensel eylemler- gerçekte kurtuluş gününün Hıristiyanlara göre İsa’nın yere inişinin yakın olduğunu duyuruyor. 

Herkes toplumun ilk özgürlük günlerine ve o ilkel temizliğine yeniden dönebileceğini umuyor. 

O yere vardığımızda yaşam bizi türlü kuşkularla iyi ile kötü haklı ile haksız gerçek ile düş arasında bir seçim yapmamız için zorlamayacak. 

Değişmez şimdiler yani bir “zaman krallığı” kurulmuş olacak. 

Orada gerçek maskesini çıkarıp atacak bizler de hem gerçeği hem de hemşiremizi tanımak olanağını bulmuş olacağız.

Kısırlayan ve yozlaşan her toplum kendini kurtarmak için en az iki söylence ve inanç yaratmak zorundadır: 

1- Verimi artırmak için 2- Yaratıcılığı desteklemek için. 

Yalnızlık ve günah sorunu birlik ve bolluk içinde çözümlenebilir. 

İçinde yaşadığımız çağdaş toplum da kendi mitoslarını yaratmıştır.

Burjuva toplumlarının kısırlığı ya kendi canına kıyma ile ya da daha yaratıcı olan bir katılıma sureciye sonuçlanacak gibi görünüyor.  

Ortega Y Gasset’in deyimiyle “çağımızın sorunu” kısaca budur.

Düşlerimizin özüyle eylemlerimizin anlamı işte bu sorunda düğümleniyor.  

Çağdaş insan uyanık olduğuna ve de doğru düşündüğüne inanmak istiyor ama bu tür inanç ve düşünceler bizi kara basanlara soktu -akıl aynalarımızda art arda işkence odalarını gördüğümüz karabasanlardı onlar. 

Bu karabasandan çıktığımızda uyanık durumda düş gördüğü müzü ve usçu düşlerimizin dayanılmaz düşler olduğunu belki de fark edeceğiz.

Ve ondan sonra belki de gözlerimizi kapayıp yeniden düş görmeye başlayacağız.

notlar

(*) l’amour fou - çev.

(1) lucien lévy-bruhl: la mentalité primitive (paris 1922)

(2) amable audin: les fétes solaries (güneş baynamları) (paris 1945)

(3) “kutsal yer” kavramı konusunda, mircia eliade’ın histoire des beligions (dinler tarihi’ne) bkz. (paris 1949)

(4) bu konuda bkz: bozkurt güvenç’in sosyal ve kültürel değişme yapıtı ankara 1976. (hacettepe üniversitesi yayını d-21)

(5) van der leeuw: ı’homme primitif et la religion (ilkel insan ve din) (paris 1940).

çeviren: bozkurt güvenç          

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder