7 - Kasım – 1969.
— N’apıyorsun?
— Kitap okuyorum.
— Bırak kitabı gel!
— Yine ne göründü gözüne bakalım arkadaş?
— Güründü ki, yaman! Bir belge geçti ele ki, Osmanlı tarihinin yüzyılı yeniden yazılması gerekecek!
— Deme?
— Bu! Sen hangi vapurla geçersin?
Saate baktım:
— 17, 10’da bir vapur var yetişirim ona.
— Tamam, Ratip’i gönderiyorum o seni iskeleden alır.
Hemen giyindim yola düştüm.
Kemal sık sık çağırır beni ama bugün sesinde bile bile başkalık var.
Osmanlı tarihinin yüzyılı yeniden yazılmak gerekecek derken sesin de bayağı heyecan vardı.
Nasıl bir belge bulmuş olabilirdi?
Acaba kıytırık bir belge için böyle heyecanlanmaz yaman dediğine göre gerçekten büyük önemi olan bir belge bulmuş olmalı.
17, 10 Vapuruna eriştim Ratip iskelede Kemal’in arabasıyla beni bekliyordu, saat 18’e varmadan evdeydim.
Aralıksız altı saat süren sohbetimizin ana çizgilerini özetliyorum: Ne demiş şair: “Kalmasın alemde Allah’ım bir hakikat Nihan!” demiş değil mi?
Kalmıyor arkadaş dünyada hiç bir şey saklı kalmıyor üzerinden yüzlerce yılda geçmiş olsa adamın biri karıştırırken bir şey buluyor.
Kendisi belki bulduğu şeyin ne ölçüde önemli olduğunda bilmiyor ama tutup yayınlıyı veriyor bulduğu belgeyi derken bu belgenin ışığında tarih yeniden yazılmaya başlıyor?
Buda peşte Üniversitesinde Türkoloji asistanı iken doktora vermeye sıvanan bir genç arşive girip bazı belgeleri gözden geçirmeye başlamış.
Bunların hepsi bugüne dek yayınlanmamış belgeler: Mektuplar pusulalar kupürler ve benzeri.
Delikanlı seçmiş bunların içinde bir kaç tanesini yayınlamış.
Yayınladıkları kendisine önemlice görünenler ‘Önemlice’ diyorum çünkü önemli olduğunun farkına varsaydı belge hakkında bir kaç satır yazı yazmak gereğini olsun duyardı.
Arşivden belgeler diye alt alta sıralıyı vermiş bir kaç tanesini.
İşte sıraladıklarından biri de şu mektup.
Bir dergiden koparıldığı izlenimini veren bir basılı yaprak gösterdi eğilip baktım tanımadığım bir dil Kemal’in söylediğine göre Macarca imiş.
Türkçesi de işte arkadaş dedi yarım sayfayı doldurmayan bir yazı Kemal ikisini de önüme serdi.
Şuncacık yazının 2’inci Murat’tan Yavuz Sultan Selim kadar dört Padişahın saltanatını kapsayan tarihi baştan başa değiştireceğini kim düşüne bilir.
Bu bir Macar martaloz unun mektubu hep Osmanlılar Macar beylerinin evlerine martaloz yetiştirecek değiller ya; Macar krallıda ne yapmış bir martaloz Edirne’de ki, sarayın mutfağına sokmuş aşçı başı mı yamak mı belli değil ama mutfakta çalıştığı belli.
Mektupları Edirne’den Buda Peşteye kadar gittiğine göre bunları taşıyan bir başka martaloz da vardır her halde belki onunda mektupları ya da raporları bu mektubun bulunduğu yerdedir.
Mektup, şöyle başlıyor: Yoluna baş koyduğum efendim karıma yaptığınız iyilikler için minnet tarlığımı nasıl söyleyeceğimi gerçekten kestiremiyorum.
Tarlalarımızı sürmek için bir adamınızı göndermeniz karşısında hayatımı borçlansam yine az gelir. Mahşerde dahi uluvvü cenabınızın karşısında ezileceğim bastığınız çamurları öperim efendim.
Burada anlatılacak yeni bir şey yok söylenenlere bakılırsa sadece Hünkarla lalasının arası biraz açılmış.
Hünkar Çandarlı Halil Paşa’nın Timurtaş Paşa’nın ve öteki beyler ve paşaların malını mülkünü lalası imiş bu fitneyi de aklına Şemsettin Hoca Efendi düşürmüş.
Sen bir fermanla ‘inkıta’ (ikta olacak) usulünü ülkene yerleştir ki beylerin elinde ki malı mülkü geri alabilesin demiş?
Hünkar, Hoca’ya “Böyle bir kaide var mıdır.” Şeriatta yeri var mıdır diye sormuş?
Hoca’da “Hay hay vardır ve her şeyin Allah’a ait olduğunu Kur’an-ı Azimüş şanımız yazar” demiş ve de yerini göstermiş.
Hünkar: Aman kimse duymasın bunu ben kolaylarım demiş ama Lalası Çandarlı Paşa duymuş!
Duymasıyla öteki beylere de haber salmış hepsi bir olup Hünkarın karşısına dikilmişler?
Hünkar inkar geldiyse de beyler inanmamış bunun üstünde Hünkarımız Murat Han on yaşında ki, oğluna tahtını bırakmayı kararlaştırmış daha bir değişiklik olmadı ama bunlar kulaktan kulağa fısıldamakta.
(1) Arap kökenden gelen bu sözcüğün çeşitli anlamları var sözünü ettiğimiz ikta sistemi tarih de uygulamaları tımar ve malikne olarak görülen toprak düzenidir. Yani devlete ait bir toprak parçasının devletin hizmetini gören birisine aylık karşılığı topraktan yararlanma hakkının verilmesidir. Özellikle sipahilere tanınan bu hak sipahiye topraktan yararlanma hakkını tanımakta fakat torağın mülkiyeti devlette kalmaktadır. Nitekim sipahi görevini yapmaz veya yapamazsa işinden uzaklaştırılıp topraklar başka birine verile bileceği gibi sipahinin ölümü halinde babasının yerine oğlunun geçebilmesi ve böylece topraktan yararlanmaya devam edebilmesi için padişahın yeni bir Hatta-ı Humayun imzalaması zorunludur. Toprak mülkiyetini devlete bağlayan bu sisteme ikta sistemi denir. Kaynağı İslamiyettir.
Sen şu işe bak arkadaş Macar’a bu mektup sade bir Saray dedikodusu gibi görünmüş olacak ki, İkinci Murad Beylerin mülkünden niye ürkmüş neden bunları ele geçirmek istemiş. “İkta” sistemi nedir, din ile uygulama ile ilişiği nelerdir diye araştırmamış bile.
Yanılıp bir araştırsa Osmanlı tarihini doğrulamak şerefi Macarların olacak şimdi bile belgesini ona borçlu olmamız onlar için ne devlet!
Seninle hep şu ikinci Murat’ın 49 yaşında tığ gibi bir Padişah iken ve durup dururken ‘Ben tahtımı on yaşında ki oğluma bırakıp tespih çekmek için Manisa’ya gideceğim; dünyadan elimi eteğimi çekeceğim demesinin tuhaflığını konuşmaz mıydık canım?
Sonra Çandarlı Kara Halil Paşa’nın İstanbul’un ele geçirmesinden sonra asılmasının imlaya gelir bir yanı var mı?
Hele büyük varlığı ile Bizans’ın İstanbul piyasasını tutmuş Çandarlının bir balığın içine doldurulmuş altın karşılığında Bizans’a casusluk ettiği iddiası balıkları bile güldürmez mi? Ama bu güne kadar Osmanlı kaynakları da Batı kaynakları da bu olayları inandırıcı olmaktan uzak açıklamalarla geveleyip durmuşlardır ama bu mektupta sorun iyice anlaşılıyor.
Osmanlılar kılıç zoru ile değil de isteyerek Müslüman oldukları için bir yandan İslam uygarlığını benimsemişler bir yandan da kendi uygarlıklarını töreler ve gelenekler halinde sürdürüp götürmüşler.
Osmanlı yayılması Orhan Bey zamanın da başlar Orhan Bey ele geçen topraklar üzerinde ki, taşıtlık malları gaziler arasında bölüştürdüğü gibi taşıtsız malları da gaziler arasında bölüştürürdü.
Bölüşme oranının şeriat oranı olduğu anlaşılıyor.
Çünkü önceleri Bey sonraları Hünkar ve Sultan ganimetin beşte birini kendi payına çekiyordu.
Beşte dördü de dövüşen erlerle onlara komutanlık eden subay ve üst rütbede ki paşalara ayrılmıştı.
Şimdi gözünüzün önüne geliyor mu Söğüt gibi ufacık bir kasaba nire Belgrat gibi koca bir Avrupa şehri nire?
Bütün bu geniş topraklar 130 yıl gibi kısa bir zaman parçası içinde Osmanlı’nın eline geçti. Osmanlı sosyal koşullardan yararlanmasını pekiyi bildiği için sürekli savaş da olmadı komuta kadrosundan çok insanda ölmedi.
Çandarlı gibi Zağanos gibi Köse Mihal gibi komutanlar ordunun başında ihtiyarladılar ve pek çoğu normal biçimde ölünce yerlerine onların oğulları kardeşleri geçti böylece komutan değişti ama aile değişmemiş oldu.
Şimdi bir düşün: Her bölge ele geçtikçe hisseni alıyorsun taşıtsız mallardan en iyi parçalar sende kalıyor ve üstelik Hünkar gibi kimseye bir şey vermek zorunda değilsin! Sende yığıldıkça yığılıyor Hünkarda eridikçe eriyor.
Gerçi Hünkarın ganimet oranı Sadrazamlardan ordu komutanların ki neden daha büyük ama bir yandan gelen öbür yandan gitmekte ve böylece giderek Sadrazamın varlığı Padişahın varlığının çok üstüne çıkabilmektedir.
Maddi güç çoğaldıkça merkezi otoritede gücünü yitiriyor.
Daha birinci Murat döneminde beylerin paşaların servet üretmek hırsı ve yolsuzluklar almış yürümüştü.
Tarihi Ebu Faruk; Ulemadan Konyalı Kara Rüstem’in Çandarlı Kara Halil’in yolsuzluklarını Padişaha nasıl açtığını vire ile alınmış.
Kalelerde bile tutsak toplama yolsuzlukları yapıldığını bunları önlemek el vermeyince tutsak başına 25 akçe vergi almak yolunun tutulduğunu bu da yapılmasa memlekette adam kalmayacağını acı acı anlatır.
Bu medreseden yetme Konyalı Kara Rüstem efendinin gözü Kazaskerlik teymiş bir punduna getirip Sadrazam Kara Halil’i Padişahın gözünden düşürünce gönlünün muradına erişmiş ve Rumeli Kazaskeri olmuştur.
Ben bu Kara Rüstem efendinin bile büyük zenginlik ler içinde yüzdüklerinden iyice azmış Bey ve Paşaların hakkında gelmenin kestirme yolunun “İkta” sistemini benimseyerek mülkiyeti “İntifa Hakkı’na (Yararlanma hakkı) dönüştürmek olduğunu Padişaha söylemiştir.
Sanıyorum bu fikir için hiç bir belge yok bir tarih sezgisi ile söylüyorum yanlış olabilir.
O dönem beylerin paşaların nasıl Karun gibi zenginleştiklerini anlamak için (Hayrullah tarihine) bakmak yeter.
Sultan Murat Bursa’da yaman bir sünnet düğünü kurar Acem Şahı ile Mısır Sultanına bile mektuplar gönderip kendilerini düğüne çağırır her yandan hediyeler yağar.
Zamanın beyleri paşaları da padişaha hediyeler sunarlar Evrenos Bey bu düğüne bak neler hediye etmiş.
Kemal Tahir kalktı kitaplıktan Hayrullah Tarihi’ni çıkardı ve okudu; Sadeleştirerek aynen veriyorum: Boylu poslu yüz tutsak delikanlı ile birbirinden güzel yüz tutsak genç kız ve kadın seçilmiş bunlara yeşil atlastan elbiseler giydirilmiş on güzel delikanlı her birinin elinde altınla dolu birer gümüş tepsi on dilber genç kızın ise her birinin elinde gümüş tepsilere yığılmış filoriler (altın para) olduğu halde en önde yürümüşler.
Artlarından on güzel oğlan ile on genç kız ellerinde altın tepsiler tepsilerin içinde işlenmiş gümüş öteberi bunlarında ardına delikanlılar ve genç kızlardan seçilmiş yirmişer kişilik gruplar konmuş bunların ellerinde de değerli ziynet eşyalarıyla yürüyorlar böylece hepsi Padişaha sevgi belirtisi olarak sunuldu.
Tarih-i Ebu Faruk’da başka bir örnek var: Timurlenk Kütahya’ya girip İsa Çelebi takımının bıraktığı mal ve değerli eşyanın zenginliğini görünce ‘Bunca servet cenk için kullanmak gerekken yığıp seyrine bakmak nice gaflettir!” demiş ve Musa Çelebi’yi bir güzel azarlamıştır!
Yine bu dönemde Süleyman Musa İsa Çelebiler babalarının mülkünü paylaşamadıklarından her gün yeni bir Bizans oyunu sahneleniyordu.
Beyler paşalar bir şehzadeden öbürüne transfer oluyor daha karlı öneriler karşısında her gün güçlerin dengesi yeniden bozuluyordu.
İşte kardeşlerden biri olan Musa Çelebi Edirne’de tahta oturunca önceleri kendisinden yana iken sonradan öteki kardeşlerine geçmiş sonunda yine kendisine sığınmış Paşaların beylerin sancak ve zeametlerini defter etti ama bu cesaretinde başı ile ödemiştir.
Acaba Musa Çelebi, kardeşi Mehmet Çelebi ile ‘Çamurlu ovada cenge tutuştuğu zaman beylerin paşaların birer birer kendisini bırakıp karşı tarafa geçtiğini gördükçe başına gelenin beylerin mallarına el atmaktan olduğunu biliyor muydu?
Hiç olmazsa ömrünün son saatinde bir beyin malını almanın elindeki kılıcı almaktan daha dehşet verici bir iş olduğunun idrakine varmış mıydı?
Düşün bir kez bütün beyler bırakıp kaçmışlar askerlerini de beraber götürmüşler.
Bir yeniçeri kalmış elinde onu da almak için karşı tarafa geçen yeniçeri ağası Hasan ağa bir tepeye çıkmış olanca avazıyla haykırıyor:
Zalim Musa Çelebi’yi bırakın adil Mehmet Çelebi’ye gelin diye.
Tarihler ihanetin bu rütbesine dayanamayan yiğit Padişah Musa Çelebi’nin atını mahmuzlayıp Hasan ağanın üstüne yürüdüğünü Yeniçeri ağasının yüz geri etmesi üzerine de erişip bir vuruşta adamı ikiye böldüğünü anlata anlata bitiremezler ama oracıkta onunda işi bitiriverir.
Bu, Beyler-Paşalar ihanetine uğramasa idi yaman bir Padişah olurdu Musa Çelebi yazık olmuştur!
Devletin nasıl olması gerektiğini biliyordu; ama o devlete nasıl ulaşılabileceğini kestirememiştir.
Mal canın yongasıdır sözünü bilse ve de anlaya bilseydi?
Musa Çelebi çok Osmanlı oyunları çıkaracaktı!
Görüyorsun bu kardeş kavgası döneminde Yıldırım Beyazıt zamanına kadar biriktirilmiş ne kadar mal ve para varsa hemen hepsi son santimine kadar harcanmıştır.
Kalan üç beş kuruş varsa oda harabeye dönen memleketin bayındırlığına kullanılmıştır.
2’nci Murad 19 yaşında Padişah olduğu zaman tam takır bir hazine devralmıştı.
Buna karşılık Karun gibi zengin ve güçlü Beyleri Paşaları vardı. 2’nci Murad yaman bir padişahtır.
Çok genç yaşında savaşlara girmiş çıkmış girdiği savaşları kazanmış savaşçılığı ve insanlığı ile ün yapmıştır.
Ama Beyler ve Paşaları o kadar güçlenmişlerdi ki, Murad sözünü yürüten bir Padişah olduğu halde buyruklarının dinlenmediği hatta tersinin yapıldığı oluyordu.
Jan Hunyad’ın başarıları başını dikmiş Beylerin Paşaların kendi başına karar almalarına bağlıdır.
Mezit Bey fırkasının pusuya düşmesi; arkasından Tuna yakası muhafızı Şahin Paşa’nın yenilgisi ile kendisine tutsak damat Osman Çelebi’nin şehit olması; ardından damat Mahmut Çelebi’nin düşmana tutsak düştüğü.
Şehir köy bozgunu; hep gemi azıya almış beylerin paşaların buyruklarını bile dinleme de kendi akıllarıyla gaflet dolu kararlar alması sonucudur.
Mahmut Çelebi Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa’nın oğlu ve Halil Paşa’nın kardeşi idi ayrıca Saray’a damat olmuştu.
Bu yüzden Osmanlı tarihinin ilk “Savaş tazminatı” verilmiştir: 60.000 duka altın!
Ancak böylece tutsaklıktan kurtulabildi üstelik bu tazminatı da Karun gibi zengin babası ve kardeşi değil Padişah ödemek zorunda bırakılmıştı!
Bunun nasıl bir tuhaflık olduğuna dikkat ediyor musun?
Ayrıntılara girmiş gibi görünüyorum ama aslında daha ayrıntılı bilgi vermeliyim ki, Buda Peşteye gönderilen Mektubun anlamı iyice ortaya çıksın.
Bu dönemde Devşirme Devlet adamlarıyla Yerli Devlet adamları arasında kıyasıya bir “İdareyi ele geçirme” yarışması başlamıştı.
Devşirmeler için millet ülke din kalmadığından ancak devleti ele geçirirler.
Padişaha yaranırlarsa kendilerini güvende sayıyorlar.
Yerli Devlet adamları da (Çandarlı ailesi gibi) Devlet yolu ile ele geçirdikleri servetlerini arttırmak hiç değilse eldekileri koruyabilmek için Devleti ellerinde tutmalarını kar görüyorlardı.
Bu birbirine zıt çıkarlar bitmez tükenmez bir yarışma yaratmıştır.
Bizans’ın topraklarıyla birlikte entrikalarını da giderek benimsemeye başlayan Osmanlı Sarayı bu yüzden hemen hiç rahata kavuşmamıştır.
Bütün bunlardan kurtulmak için 2’nci Murat çare arıyordu. İşte bu sırada Şemseddin Feraniye çatmış olmalı bilindiği gibi Şemseddin Ferani başka adıyla Molla Ferani Osmanlı Devletinin ilk Şeyhülislamıdır.
2’nci Murat’ın dikkatini çekmiş ve Şeyhülislam olmuştur.
Bazı tarihçiler kendisini 2’nci Murat’tan çok önce Yıldırım Beyazıt zamanında yaşadığını ve Şeyhülislam olduğunu yazsalar da başta Cevdet Paşa olmak üzere güvenilir tarihçiler 2’nci Murat döneminde yaşadığını kesinlikle saptamışlardır.
Nitekim ilk Şeyhülislam oluşu da bu gerçeği pekiştirmektedir.
Bir Padişahın başı dertte ise kime fikir sorar elbette en bilgili adam olan Şeyhül islama?
Şeyhülislam Şemseddin Ferani olduğuna ve mektupta da ‘Bu fitneyi de aklına Şemseddin hoca düşürmüş’ denildiğine göre Padişahın fikir danıştığı kimse başkası olamaz.
Yine mektupta Şemseddin Ferani’nin ‘İnkita’ sistemini ülkeye yerleşmesini salık verdiği yazılı olduğuna göre (İkta ile intika Arap harfleri ile yazılışları birbirine benzer) sözü edilen sistem ikta sistemi olduğundan kuşku yoktur.
Çünkü intika diye bir sistem zaten yoktur ve yine ancak bu sistem benimsenebilirse Kur’an’da söylenildiği gibi yer yüzünde her şey Allah’ın ve Allah adına da Sultanın olduğu kabul edilebilir; mülkiyet hakkına dönüşmüş olur; büyük servetlerin yığılmasının önüne geçilir.
Kolayca tasarlayabiliriz ki, Şemseddin Ferani Efendi ikta sistemini taa Halife Ömer gününden başlayarak nasıl uygulandığını Büyük Selçuklular da ve Selçukilerde askeri amaçla yapılan değişiklikleri enine boyuna anlatmış.
Yine hiç kuşku yok ki, ikta sistemini uygulayabilmek için ya Halife veya Halifenin menşurunu taşıyan Sultan olmak gerektiğinde elbette söylemiştir.
Daha ileri giderek Yıldırım Beyazıt’ın Niğbolu zaferinden sonra Mısır Sultanına zafer mektubu ile birlikte 20 deve yükü kıymetli eşya ve mücevher göndererek oradaki Halife tarafın dan kendisine bir saltanat Menşuru verilmesini istediği kendisine Menşur yerine Mısır Sultanının ağzından bir mektup gönderildiğini her halde anlamış olmalı!
Mektuptan anlaşılıyor ki, Şeyhülislam ile yaptığı bu konuşma duyulmuş ve Beyler Paşalar sonu gelmez varlıklarının bir kalemde ellerinden alınmak istendiğini duymuşlar ve duymakla beraber harekete geçip Padişahın önüne dikilmişler.
Padişah bu dikilmenin nereye kadar uzanacağını herkesten daha iyi bilir!
Elbette bilmezlenmiş yok mok demiş ama hangi bela kuşunun başına pervaz ettiğinde hemen anlamış ve başlamış: Aman ben yaşımı başımı aldım; Manisa’ya gitsem ve tespih çekmeye çöksem tam sırasıdır.
Arslan gibi oğlum var 11 yaşında o gelsin benim yerime Beylik etsin ben onun yerine de valilik hizmeti de görürüm oh ne güzel demeye!
Padişah vücudu ortadan kaldırmak zor iş bıçak kemiğe dayanmadıkça bu çeşit işlere kimse bulaşmak istemez!
Madem inkardan gelmekte ve de Manisa’da tespih çekmeyi yeğlemek te olduğunu söylemektedir.
Öyleyse bırakın gitsin Manisa’ya Devletten uzaklaşsın canını da bağışlayalım Beylerin Paşaların böyle düşünmüş olmaları ihtimali var bırakmışlar.
2’nci Murad’ın Manisa’ya gitmeye on bir yaşında ki oğlunu da Edirne’ye getirip tahta çıkarmışlar.
Sadrazam, Çandarlı Kara Halil paşa olduğundan ne Sultan Murad’ın bir işe koşulması söz konusudur ne de on bir yaşındaki Padişahın.
Ama gel gelelim bir takım olaylar hesabı altüst eder Jan Hunyad İncil üzerine ettiği yemini bozar ve ehli salip ordusu hazırlamaya başlar.
Beyler; Paşalar ve asker on bir yaşında bir Padişahın bu işin üstesinden gelebileceğinden kuşkudadır?
Çandarlı da bir başına sorumluluğu yüklenmekten çekinir çağırırlar.
Murad’ı Manisa’dan ordunun başına geçirirler ve şu tarihi ünlü İkinci Kosova Savaşı verilir.
Yaman çok yaman bir savaştır, bu İstanbul’un kapılarını açan savaş budur.
Avrupa’da ve Bizans’ta artık hiç kimse Osmanlıların yenilebileceğini düşünmeyecektir!
2’nci Mehmet’in ilk Padişahlığı kısa sürmüştür, ama bu kısa sürede devşirme Devlet adamlarıyla yerli devlet adamlarının bir birlerini yemeleri kendisine çok şey öğretmiştir.
Tarihler Zağanos Paşa’nın bıyıkları terlememiş Padişaha İstanbul’un zaptından söz ettiğini yazarlar.
Bu ne yağ çekmektir ne de akılda nelik etmeye heveslenmektir.
Besbelli ki, devşirme Beyler Paşalar padişahın kendilerini koruyacak kadar güçlenmesi için İstanbul’u alması gerektiğini bilmektedirler.
Bunun yolu babası ikta sistemini kurmaya niyetlenirken beyle paşalar tarafından boş böğründen vurulduğunu söylemekten geçer.
Nitekim babası da ikinci kez tahta otururken oğluna kazasker Molla Hüsrev’i hoca tayin etmiştir, Sarıca paşada lalası olacaktır.
Bu iki isim Murad’ın hiçbir kuşkuya kapılmadan güvendiği insandır.
Elbette Manisa’da öfke içinde gezinen genç Şehzadeye masal anlatmamışlardır!
Nitekim böyle olduğu Padişah olur olmaz İstanbul’u almaya yönelmesi ile ve İstanbulu alır almaz Çandarlı Kara Halil Paşayı ipe çekmesiyle belli oluyor.
Çandarlı gibi Osmanlı’nın kuruluş günlerinden beri aralıksız Devlete hizmet etmiş bir ailenin son ferdi rüşvet gibi basit bir sebep için asılmaz kaldı ki Çandarlının o tarihteki varlığı belki tek başına Padişahın varlığının bile geçiyor ve onun serveti İstanbul’un ticaretini Bizanslı aracılarla elinde tutuyordu.
Böyle bir Sadrazam rüşvet vermek kolay bir iş değil hele bir balığın içine sığabilecek sayılı altını Halil Paşa’ya verdikleri için Çandarlının İstanbul’un fethinden yana olmadığını hatta Bizans’a casusluk yaparak nereden ordunun saldıracağını önceden öğrenip Konstantine bildirdiğini düşünmek akla zarardır.
Çandarlı Kara Halil Paşa evet İstanbul’un sarılmasına karşı çıkmıştır. Sadrazam Halil paşa belki İstanbul’un Osmanlıların eline geçmemesi için casusluk bile etmiştir.
Ama bu bir balığın içinde kendisine verilen birkaç altın için değil sonsuz ve hesapsız serveti ve daha önemlisi kellesini kaybetmemek o zamana kadar bütün söyledikleri çıkan bir Sadrazamın yanıldığını göstermek ve en sonra “İkta” sisteminin uygulanmasına engel olabilmek için yapmıştır!
Nitekim Fatih Çandarlının yalnız kafasını vurmakla kalmadı bütün malını mülkünü de hazineye aktardı.
O zamana kadar kafası vurulanların varlığı hazineye geçmiyordu.
İlk kez Çandarlının idamı ile mal ve mülkünün hazineye alınması kararı birlikte çıktı.
Fatih bu tutumu ile öteki Beyler Paşalara belki şunu söylemek istiyordu:
Siz malınızı koruyabilmek için babamı ufalamayı göze aldınız öyle mi ben yalnız malınızı değil kellenizi de alıyorum hadi çıkın ortaya bakalım?
Bazı tarihler İstanbul’un fethinden sonra öldürülen tek Devlet büyüğü Çandarlı Kara Halil olmadığını onunla birlikte birçok Bey ve Paşalarında kellesinin koparıldığını yazarlar.
Tarih-i Ebu Faruk bunlardandır: Murabbadan ayanı memleketin idamları (1) demek sureti ile asılan tek Sadrazam’ın Çandarlı olmadığını işaret ediyor. (1) Tarih-i Ebu Faruk: cilt ıı, s. 9.
Eğer Çandarlıdan başka devlet ileri gelenleri de o sırada asılmış ise düşüncemizin doğruluğunu iyice pekleştirmiş olur.
Babasının ikta sistemini getirmek için yaptığı girişi mi durduranlar oğlu tarafından cezalandırılıyor demektir.
Ayrıca, idamla birlikte varlığını da hazineye aktarılan Çandarlının daha sonra çocuklarına varlıklarının Padişah fermanı ile geri verilmesi de karşılıklı mücadelenin hangi keskin çizgiler de yürütüldüğünü gösterir.
Çünkü Çandarlının asılması yalnız saray çevresinde ve ordu komutanlıklarında hoşnutsuzluk yaratmış değildir.
Tarihler Fatih’in hocası diye belirttikleri ve İstanbulun alınışında büyük gayret ve hissesi olan Ak Şemseddin’in Fatih’in kendisini ziyareti sırasında ayağa kalkmadığını kendisine gereken itibarı göstermediğini ve İstanbulun alınmasında ki, hizmetlerine karşılık Fatihin kendisine verdiği iki bin duka altını da almadığını yazarlar.
Nitekim Çandarlıyı asılmak üzere Yedi kule zindanlarına attırdığı günün ertesi Enderun yetiştirmelerinden olan Mahmut Paşa’nın sadrazam seçilmesi de çok dikkate değer bir davranıştır.
Fatih sarayda yerli-devşirme sürtüşmesini elbette biliyordu buna rağmen Çandarlı ailesinden olağan üstü nitelikleri olan Mahmut Paşayı sadrazam yapmayıp saraya adı bile geçmeyen bir devşirmenin sadrazamlığa getirilmesi.
Beyler Paşalara her halde yeni bir meydan okuyuş gibi görünmüştür.
İlmiye sınıfı da bundan tedirgin olmuş ki, Ak Şemseddin Padişaha hürmette kusur edecek kadar ileri gitmek cesaretini kendinde bulmuş olabilsin.
Bu durum karşısında Fatih’in Çandarlıya ait serveti çocuklarına geri vermesi.
Rumlara çok yüz verdi diye aleyhine kışkırtma yapanları susturmak için Bizans başvekili Notarasın evine gittiği hata karısını ziyaret edip hatırını sorduğu evinde yemek yediği halde hepsini birden celladın baltasına gönderilmesi verilen siyasal tavizlerden sadece iki tanesidir.
Sonradan tımar sistemini kurup ikta sistemini kurup ikta sistemini Osmanlı bünyesine adapte ettiği zaman o güne kadar yalnız askeri hizmetleri bulunan tımar ve zeamet vermek usulden iken bunu molla ve hocalara da yayması ve birçok mollaya mukataalı toprak vermesi ilmiye takımına verilmiş başka bir taviz olsa gerektir.
İkta sistemini kurdum demek yetmez; sistemi işletmezler; işletmek isteyenin vücudunu ortadan kaldırabilirler!
Çünkü Fatih’e kadar Devlet bazı ailelere ihale edilmiş gibiydi Sadrazamlık Çandarlı ailesinde, Beyler beylik Aykut Alp sülalesinde Serhat Beylikleri Evrenos oğullarında değişmez biçimde yerleşmiştir.
Fatih’in devşirmelere yüz vermesi bütün bu aileleri Saray ve şahsı aleyhine çevirmeye yeterdi; Çünkü bu mevkiler ellerinden alınıyor demekti.
Şimdi bütün bunların üzerine bir de ikta sisteminin getireceği tehlikeyi ekleyelim Fatih’in durumunu biraz kavramış oluruz.
Fakat besbelli ki fatih bütün bu tehlikelerin ortasında bazen taviz vererek bazen tavizleri geri alarak usta bir politikacı ve devlet adamı çizgisinde yaşamıştır.
Padişah’la Devlet adamları arasındaki bu didişme boğuşma tarihe sıçramış bir iki sözden çıkartamayız.
Yoksa eski vak'anüvisler Padişahın hoşuna gitmeyecek hiç bir şeyi yazdıkları tarihe almadıkları için bir yaman çekişmeyi bazı olayların mantığımızdan ve elimize düşen bir kaç satırlık pusula veya mektuplardan çıkarmak zorunda kalıyoruz.
Bu nedenle şu anda hiç bir şeyi kesinlikle bilemeyiz: Doğruyu da yanlışı da!
Bazı tarihçiler Fatih’in yetişkin devlet adamları varken birçok önemli mevkileri Enderundan gelen devşirmelere vermesi şiddetle eleştirirler.
İlk bakışta hakları varmış gibi görünür ama bugün Padişahın ikta sistemini uygulama yoluna girdiği düşünecek olursa can güvenliği için Devlet’in devşirmeler elinde olmasından başka çıkar yol düşünülemez.
Hem o güne kadar Devlete hizmet eden yerli takımın elinden malını mülkünü alacaksın hem de canını bunlara emniyet edeceksin! Bunun akla ziyan olduğu bugün iyice görülüyor.
Bununla beraber Fatih zaman zaman yerli Sadrazamlar kullanmak ve bir denge kurmak yolunu da ihmal etmemiştir.
Fakat bugün şüpheli görünen ölümü karşısın da son Sadrazamının Karamani Mehmet Paşa olduğu dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor.
Benim bildiğim Fatih’in bir toprak reformu yaptığı ikta sistemini kabul ederek onu tımar sistemi olarak yerleştirildiğidir.
Profesör Ömer Lütfi Barkan’ın 1937 yılı ülkü dergisinde yayınladığı bir yazısında özetle şöyle deniliyor: (1)
“Fatih’in yapmış olduğu derin ve manalı ıslahatın şümul ve vüs’ati hakkında kesin bir bilgiye rastlanmamakla birlikte bu hareketin bir reaksiyonunu temsil eden veli Beyazıt zamanında yazılmış bir kaç defterde sahipleri ne geri verilmiş mülk ve vakıfların kayıtları üzerindeki tashihlerden istidlal ettiğimize göre Fatih’in bu nevi icraatı pek geniş mikyasta ve memleket in her tarafında vuku bulmuştur. Tesadüf edilen kayıtlar şu mahiyettedir: Mezkürun mülki imiş alınıp merhum Sultan Mehmet han zamanında tımara verilmiş imiş haliya padişahımız. Mülkiyetini muharrer tutup.” Bu kayıtların çoğunda, genellikle evkaf ve emlak bozulduğu sırada şeklinde ki sarahat ile Rumeli’nde olduğu gibi Anadolu’da mevcut bulunuşu Fatih icraatının şümülu hakkında bir fikir vermektedir.” (1) Ülkü (Halkevleri dergisi) cilt. 9. sayı 49 Ankara 1937.
Görülüyor ki, Fatih bütün Osmanlı imparatorluğu topraklarını içine alan bir yeni düzenleme bir reformum yapılmıştır.
Ama bu reformun dayandığı emirnameler kanunlar fermanlar ortada değildir. “Fatih kanunnamesi” adıyla bilinen kanun namenin birinci (Teşrifat-Görgü) bölümü elde olduğu halde ikinci toprak reformunu içeren bölümüne hiçbir yerde rastlanmaması tarihçilerin büyük dikkatle üzerinde durması gerekli bir noktadır.
Kuşkuya düşmeden var sayılabilir ki, Fatih’in topraklarını ellerinden aldığı birtakım beyler paşalar sadece Fatih’in vücudunu ortadan kaldırmamışlar.
Kendi aleyhlerine çıkardığı ferman ve kanunnameleri de yok etmişler.
Tapu kayıtlarını da Veli Beyazıt adıyla Fatih’in yerine tahta çıkan oğlundan aldıkları fermanlarla eski haline getirmişler!
Fatih döneminde yaşamış tarihçilerimizden Aşık paşazadenin Fatih’in doktorlar tarafından içittilen “Şarab-ı Fariğ” dediği ilaçtan sonra fenalaştığını ve ciğerlerinin parça parça olduğunu duyarak acılar içinde öldüğünü yazması son kertede önemlidir.
Ölüm haberi üzerinde Avrupa’daki bütün Kiliselerin sevinç çanları vurmalarına aldanan bazı tarihçilerde Fatih’in Papa tarafından zehirletildiğini yazmışlardır.
Papa’nın Fatih’in Sarayına kadar bu ölçüde sokulmuş olduğunu kabul etmek çok zordur.
Fakat servetleri alınan bir takım beylerin ve paşaların Saraydaki Hekimbaşıyı elde ederek intikamlarını aldıklarını düşünmek daha akla yakındır.
Fatih kırk dokuz yaşında ölmüştür yani çok genç yaşta ölümü sırasında hedefi bilinmeyen bir Doğu seferine çıkıyordu.
Üç yüz bin kişilik bir ordu ve görülmemiş büyüklükte toplarla düzülmüştü demek ki, sağlığından hiçbir kuşkusu yoktu.
Bana bu koca seferin hangi yöne olduğunun bilinmemesi de çok kuşku veriyor.
Sadrazam bir Padişahın üç yüz bin kişilik bir ordu ile nereye gitmek üzere olduğunu hiç bilinmez mi?
Ama tarihlerde kesin bilgi yoktur sadece tahminler vardır.
Ölümü Karamani Mehmet Paşa gibi Türk soyundan bir sadrazam zamanında oluşu dün için belki bir önem taşımaya bilir:
Fakat bugün Fatih’in bazı beylerin ve Paşaların ellerindeki mülkü geri almak için harekete geçtiğini bildikten sonra bir Türk Sadrazamı zamanında Fatih’in zehirlenerek ölmüş olması tarih yazanlar ve araştıranlar için -çok mu çok- önemlidir?
Fatih Romayı alıp kendisini Roma imparatoru ilan ettirecek ve Hristiyanlığı kabul edecek diye söylentiyi çıkaranlar kimlerdir?
Belliniyi İstanbul’a çağıranlar kimlerdir?
Belliniyi İstanbul’a çağırtan Fatih’in portrelerini yaptıran sonrada “Fatih gavur oldu!” diye ortalığı karıştıranlar kimlerdir?
Osmanlının savaşçı olmayan insanlara karşı ne kadar merhametli olduklarını bilindiği halde Fatih, sadisttir zevk için iki yüz esiri gözleri önünde testere ile ortalarından kestirerek öldürmüş ve onların can çekişmesi karşısında zevk almıştır.
Diye kulaktan kulağa laf gezdirenler kimler olduğunu da öğrenmek zorundayız.
Ancak bunlar belli olduktan sonradır ki Fatih eceliyle mi öldü zehirlendi mi sorunu çözülebilir.
Bence Bey-Paşa takımının Beyaz’ından yana oluşu ve Konya’da ki, Şehzade Cem’in babasının ölümünü geç haber alışı da rastlantı değildir.
Bütün bunlar mal hırsının bir takım insanların gözlerini ne ölçüde kararttığını açıklar.
Bu nedenle bir Macar martaloz onun yazdığı sade mektup tarihimizin büyük bir parçasına dehşetli bir ışık düşmüştür.
Bu zaman parçasının taze bir açıdan ve her halde yeniden dikkatle incelenmesi gerekir.
İşte görüyoruz varlıklı kimselerin kişisel çıkarları kımıldadı mı tarih kımıldıyor.
O mertebe ki, Fatih Sultan Mehmet gibi ünlü dünyayı tutmuş çağ açmış Padişahın zehirlenmesine kadar dayanıyor.
2. Murad’ı 49 yaşında bunaltıp tahtından uzaklaştıran oğlu Fatih’i yine 49 yaşında Hekimbaşının eliyle zehirleyen güç Beylerin-Paşaların elinde ki, servetin elden çıkma tehlikesi karşısında harekete geçirilen güçtür.
Belki böyle bir zorunluluk yani ikta sisteminin benimsemesi zorunluluğu olmasaydı Fatih İstanbul’u belki alacak belki de alamayacaktı.
Tarih belki başka türlü akacak ya da farklı sonuçlara varacaktı.
Görüyorsun olayı üstünden beş yüz yıl geçmiş ama gerçek bir tek mektubun satırlarına sinerek bu gün sesini bize ulaştırmakta ve tarihi yeniden yazacak bilgileri ortaya koymaktadır.
Hiç bir şey ama hiçbir şey gizli kalmıyor?
Bunu, bugün fısıltılarının duvarlar arasında kalacağını sanan politikacılar bir bilse.
Ah bir bilseler ama yazık ki bilmiyorlar!
-alıntıdır-
Kaynakça: 1. İsmet Bozdağ-Kemal Tahir’in sohbetleri. Emre yayınları: 34. inceleme-araştırma serisi: 4. sayfa: 127-146. Nisan-1995- İstanbul.
BATI BİZE BENZEMEZ
Kemal Tahir’in Doğu-Batı toplumları üzerin ortaya attıklarının özeti söyle: (Biz Batı dan gördüklerimizi alırız almakla kendi malımız olur) düşüncesi o kadar yanlış ki, yanlış kelimesinin içine bile sığmaz bu şaşkınlık!
Batıdan gördüğünü alamazsın alırsın ama sindiremezsin içine kusarsın çünkü Batı esvabı dikenlidir.
Onu giyebilmek için gergedan derisi ile kaplı bir sırtın olması gerekir oysa senin kelebek kanadı gibi incecik bir derin var.
Olmaz sırtına alır almaz kan içinde kalırsın ki, bir avazın yerde bir avazın gökte bağırıp ağlamaya çökersin!...
Batı insanı, özgürlüğüne kavuşabilmesi için insanlığından vaz geçmek zorunda kalmıştır.
Orta çağ döneminde bir Feodalin dayandığı soylular özgürdü ve birde özgürlüğü verilmiş az sayıda sanat erbabı vardı.
Toprağa bağlı kölelik çekilir rezillik değildi: Ölüm gül bahçesi gibi görünür insanlara ama insanın birde yaşama direnci vardır.
Yaşamın yolu özgürlüğün satın alınmasından geçer.
Nasıl satın alacak özgürlüğünü oranı insanı bakalım?
Orta çağ kölesinin bütün hayatı Senyörün elindedir.
Batı Rönesans sancıları çekti ama fırsat ele geçince insanlar dan sabun yapma marifetinden vazgeçmemiştir.
Çünkü bu gaddarlık bu kıyıcılık ona orta çağ mirasıdır.
Batı insanı özgürlüğüne kavuşabilmesi için insanlığından vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Batı dediğin kravatlı yamyam insan eti yemekten başını aldığı bir sıra her nasılsa Hristiyan Kilisesinin naslarını rafa kaldırmış ve onun yerine akıl bayrağını göndere çekmiştir.
Burjuva marifeti olan bu iş kısa zaman da Batıya bir üstünlük sağladı.
Hristiyanlığa dayanan Altrüsit ahlak yerine aklın piçi olan Egoist ahlak geldi oturdu.
Osmanlı devlet adamları bu olup bitenleri görüyorlardı.
İflas etmek üzere olan namuslu bakkalına iflastan kurtulmak istiyorsan kerhane aç diyen namussuz gibiydi.
Batı Osmanlı’nın karşısında onurlu Osmanlı insan eti yiyen yamyam olmayı onuruna yediremediği için benimseyemediği egoist ahlak düzeni.
Ve sonunda Osmanlı bu amansız açmazda başına geleni düşündükçe (Allah’a karşı bir kusuru olduğu) inancına vardı biliyorsunuz okuyanlarınız görmüştür.
“Kur’an’da bazı toplumların Allah’ın buyruklarına karşı geldiği için yok olmuşlardır.”
Osmanlı için Batıya benzemek cezanın en büyüğü idi!
Kendisine zina önerilen namuslu bir kendini kaldırıp uçurumdan atması gibi?
Osmanlıda kendisini tespihe ibadete verdi ve Allah’ın günahlarını bağışlayıp canın “Batılı” rezilden kurtarmasını beyhude bekledi.
Batı nitekim sonraları burjuva olmuş sömürgeci ama bir türlü “İnsan” olamamıştır.
Hristiyanlığın altrüst ahlakını bile Egoist ahlak haline getirme rezilliğini sade bu Batı insanı başara bilmiştir.
Batı’nın toplum yapısı üç aşağı beş yukarı bu!
Bizim toplum yapımıza gelince bunu uzun boylu anlatmaya gerek yok bizi ters çevirdikleri zaman Batı-Batıyı ters çevirdikleri zaman biz çıkarız.
İnsan’ı toplum kalıbına yerleştiren ahlak değil mi?
Batının ahlakı egoist Doğunun ahlakı altrüst!
Batıda mülkiyet fikrinin iki bin yıllık tarihi var.
Doğu insanına gelince durum büsbütün değişik bir kere (Yeryüzünde ne var ne yok hepsi Allah’ındır.)
İslam’ın kutsal Kur’an’ı böyle söylemektedir. İslamiyet’ten önce ki dinlerde de bu fikir temel olarak alınmıştır.
Hristiyanlık mülkiyeti temelden reddettiği gibi ticareti de en büyük günah sayarak suçlar.
Eski İncil metinleri bunu açıkça gösteriyor.
Yüzyıllar sonra İslamiyet orijinal bir ünite ortaya koyarak ticareti günah olmaktan çıkarması üzerine 13 üncü yüzyılda Tomas D’agin İslamiyet’in özel mülkiyeti meşrulaştırmasını Hristiyanlığa taşıyarak bir reform ortaya çıkarmış ve (Kilise Kanunlarının) içine almıştır.
Yoksa İslamiyet’in bu kurtarıcı fikri olmasa Hristiyanlık günümüze kadar belki orta çağ çeşitleyerek sürükleyecektir.
Kitaplı dinlerin ilki olan Yahudiliğe gelince orada da mülkiyet hakkı yalnız Allah’ındır.
O kadar ki, Yahudi dininde özel mülkiyeti belirleyen bir kelime bile hala yoktur.
Doğu da Batı anlamında ki mülkiyet fikrinin tarihi yüz elli yıllık! Batıda ki insan sınıfının içinde savunur; Doğuda ki, insan ailesinin içinde savunur.
Batı Devlet düzeni sınıfların dengeli yaşamasını sağlamak için kurulmuştur.
Doğu da Devlet ailenin gelişmesini sürdürmek için ayaktadır.
Öyle ise biz ne yapmalıyız?
Yasalarımızı batıdan aktarmayacağızbiiir.
Tutalım ceza kanununun Batıdan alsak belik ceza geleneklerimize ters düşürür bizi ama medeni kanunu Batıdan aldık mı bizi varımıza yoğumuza bilgimize kültürümüze ters düşürür sonunda kusar toplum bu kanunu.
Halka dayalı yönetim biçimini benimseyeceği zaman Batının sınıflar arası denge sağlamak için geliştirilmiş demokratik yapısını aldık mı sindiremeyiz bunu içimize yıllar yılı akıntıya kürek çekmiş oluruz.
Bir aşağılık duygusu basar bizi boşu boşuna Demokrasiyi öğrenemedik demeye kalkarız.
Yönetim toplum ve insan yapısına göre olmayacak mı?
İnsan ve toplum yapısı başka olunca yönetim de başka olunca başka olmasından öte çıkar yol düşünebilir misiniz?
Kolaya kaçmayacağız yolun kestirmesine imrenmeyeceğiz gücümüzün erdiğince gerçekçiliğe koşulacağız;
O zaman geveze Batı papağanı yerine, ağır başlı Doğu insanı olmanın rahatlığına kavuşacağız.
Ben Batı-Doğu konusunu böyle ele alıyorum ben yıllar yılı buraya yazdığım fikirlerin kavgasını veriyorum eğer bu düşüncelere inanıyorsak niye evin içinde konuşulsun güneşin altına çıkması gerek!
Osmanlı tarihimiz için yakın tarihimiz için Batı hesaplaşması dış güçler ve yanılgılarımız.
Bunların arasında bize unutturulmuş fikirler de var.
Unutturanların nasıl bir hesabı olduğu bu fikirlerin gün ışığına çıktıktan sonra belli olacak.
Bir takım işgaller boykotlar sındırmalar öldürmeler var!
Bir takım partiler de fikirleşme çabaları bir takım partiler de eski fikirleri eski pabuçlar gibi boyayıp cilalayıp göze hoş gösterme gayretleri var.
Toplumun hamuru değişiyor ya da değiştirilmeye çalışılıyor.
Toplumculuğu kendi tekelinde sanan ömürleri boyu yanlış ata oynayan bir avuç Batı goygoycusudur.
Bu gibiler oldum olası memleket gerçeklerine sırt çevirmiş ve korkunç bir gruplaşma ile musluk başlarını ellerine geçirmişlerdir.
Klişeleşmiş bir takım Batı kalıplarını iki yüz yıldan beri süre gelen bu yolda ki, sürekli başarısızlıklara aldırmaksızın toplumumuza uygulamaya çabalar.
Başarısızlığa uğradıkça da kabahati topluma atarlar, bu gibilere göre halk toptan gericidir.
İçlerinden bir kaçı Anadolu’da ki, Helenistik ve daha önceler den kalma uygarlık kalıntılarını toplumumuza bağlamak amacı ile bin dereden su getirmeye çabalar da iki üç kuşak önce ki yüzde yüz bizim olan Osmanlılığı görmezden gelir.
Türlü dil ve sayısız milleti yüzyıllar boyu kardeşçe ve uygarca bir arada yaşatmayı başarmış Osmanlı Devlet yönetimini küçümseyip.
Batının kaşarlanmış sömürü düzenini maskelemek için temcit pilavı gibi ortaya atılan (hümanizma)’ya kollarını açarlar.
Burjuva Hümanizma dünyanın en namussuz sömürüsü sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesidir.
Halkını küçük ve hor görenler Batı klişeleri ile beyinleri yıkanmış kimselerdir.
Mehmet Akif'in Batıdan söz ederken (Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar) dizesini hiç unutmamak gerekiyor.
Batı insanının hürriyet isteği tarihi derinliklerinde ki, kölelik döneminden geldiği gibi toplum hayatındaki dayanışma örgütlerine bilhassa her sınıf dayanışmasına kendisini muhtaç görmesi bu yalnız kişi olmasındandır.
Şimdiye kadar hiçbir şey bu yalnızlığına çare bulmamıştır.
Batı insanı toplum içinde yalnız olduğu için bahtsızdır.
Sömürücü olduğu için sürekli olarak sömürülme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Varlığında sömürülmeden kurtulmak çırpınma aralıksız yaşadığından bunun tek yolu da sömürülmeleri arasından sıçrayıp sömürenlerin arasına karışmak olduğundan bu elbette suç işlemekten başka bir şey Batı insanı kendisini kendi kişisel dramına kolayca hapseder.
Sayılamayacağından büyük suçluluğun ilk suçun sürekli etkisi altındadır.
Kendi çizdiği tebeşir çizgisine mahkumdur.
Bunu anlatan Batı romanında insanın dramı bu temele dayanır.
Oysa Türk insanı toplumun gerçekten ayrılma parçasıdır.
Deli olmadıkça kendisini yakın çevresinden kesinlikle ayırmaz.
Ne kadar derin büyük yalnızlık duyarsa duysun çevresinde ki, insanların ilgisinden uzak olamaz.
Bu hal o kadar olağan o kadar alışılmıştır ki, ciğerlerine hava alıp boşaltılması kadar doğaldır.
Kendisini toplumun dışında duymayan insan güçlü olur.
Bu yalnız kalamayan insanında dramı vardır ama bu dram Batılı insanın yalnızlıktan gelen insan dışı müthiş dramına benzemez bir başka dramdır!
Türk insanı imparatorluk kurmuş yani yüz yıllar boyu geliştirip yaşatmış bir topluluğun parçasıdır.
Aslında önemli olan toplumun geçirdiği değişiklikler değil bu değişikliklerin ulaştığı doruklar.
Bu dorukların milli tarihte ve dünya tarihinde ki, yeridir.
İmparatorluk kurma gücüne sahip Türk insanının geleceğini kuracak cevherini bu cevheri tarih boyu taşıdığı insancıl birikimi bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup açıklamaktır.
Bizde Batılılaşma bilmediklerimizi alarak bilgimizi zenginleş tirmek yoluyla işimize yarayacakken biz de kendi milli bilgimizi tekmeleyerek bırakmak biçiminde uygulanma istenmiştir.
Batılamadıklarımız halkın yadırgadığı işte bu düşman davranıştır.
Bütün bu zorluklar asıl bizim Batılılaşma hareketini -tabi Batılılaşma hareketinin bir kolu da sosyalist harekettir.
Yani laikliğin yanı sıra sosyalizmi biz tıpkı Batılılamadıkları mızın Batılılaşmayı aldığı gibi aldık.
Batılaşma bizim insanımıza çok şey kazandırmıştır.
Ama bir kötülük etmiştir ki, bütün kazandırdıklarını ortadan kaldırdı sayılır.
Oda bizi iki gerçekli toplum haline getirmiştir.
Batıyı yanlış kullanarak çoğu Batı gerçeklerini kendi gerçeğimiz saymaya başladık.
Aslında hiç bir toplum bir başka toplumun gerçeklerini kendi gerçeklerinin yerine koyamaz.
Onları yabancı gerçekleri ise yarar halde kullanamaz.
Çünkü insanların tarihsel sosyal gerçekleriyle olan ilintileri salt şuurla değil sezgi aracılığı.
Nice şuurla görülen işlerden sırasında sezgiyle görülen işler daha gerçekçi sayılmalı.
Çünkü bunaltılı dönemler de sezgi şuurdan daha uyanık kalır.
1. İsmet Bozdağ. Kemal Tahir. Sohbetleri. Emre yayınları. Nisan-1995-İst.
KEMAL TAHİR’İN OLAYLARA BAKIŞI
28-Haziran-1960
Bu gün Kemal Tahir bendeydi, Orhan Apaydın, Zihni Kanmaz, Sabahattin Selek bir araya geldik.
Kemal’in cümbüşlü üslubu içinde saatlerin nasıl geçtiğinin farkında bile değiliz.
Dahası günlük yaşantımızın farkında olmadığımızı ortaya çıktı.
Kemal bir aydır gözümüzün önünde olup biten olayları -kendi açısından- değerlen dirince hepimiz de bir kuşkudur sardı.
Gerçekten insanoğlu “O mahirler ki, derya içeridir deryayı bilmezler” denildiği gibi çevresini ve çevresinde olup biten leri gereği gibi kavrayamıyormuş!
Kemal Tahir bugün 27 Mayıs ve Milli Birlik komitesi üzerinde hepimizi şaşırtan bir konuşma yaptı.
Kemal, bizi şaşırtan düşüncelere ulaşmak için taze haber kaynakları bulmuş değildi.
Elinde ki, bilgi hepimizin elinde olan bilgi idi fakat bizden çok farklı bir değerlendirme yapıyor.
Hemen her sohbetimizden kendisinden yeni bir şeyler öğrendiğimi biliyordum.
Fakat bunları bir yere yazmayı şimdiye kadar düşünmedim.
Kemal Tahir sıradan adam değil önemli adam!
İster onun fikir çizgisini belirlemeye yarasın ister ondan öğrendiğimi hatırlamama yardım etsin önemli bulduğum konuşmaları bundan böyle yazacağım ve saklayacağım.
İçtenlikle bu karara vardığım için önce bunları çabuk çabuk karalıyorum.
Gerçi Kemal’in sohbetlerini yazmak kolay bir iş değil; çok renkli konuşuyor!
En güç anlaşılır fikirleri kolayca dökülü veriyor sözcüklere hele fikirleri sizi yorduğunu fark edince orta Anadolu Türkçesine vurup konuyu bir hafifletmesi var ki, anlatılacak gibi değil.
Kendi kendime düşündüm konuşmalarını özgün yanlarıyla özetleyeceğim el verdiğince kendi sözcüklerini aklımda tutmaya çalışacağım ki, notlarda biraz da sohbetin rüzgarı bulunsun.
Kemal Tahir bıyık altından zehir gibi gülüyordu: Gördünüz mü arkadaşlar gazeteleri?
Gayrı gözümüz aydın; gayrı Türkeş Albayımızın sayesinde canımızı gölgeye attık bundan böyle şaşırma yok artık!
Albayımızın yeni kuracağı dernekten demokrasi ilkelerini öylesine ezbere alacağız ki, yeni yetme medrese uleması kaç parda!
Adalet dediler mi dürüstlük dediler mi demokrasi dediler mi ağzımızdan ballar şerbetler akacak?
Türkeş Albayımız bizi adam etmeye karar vermiş canım!
Bir kaç gündür gazeteler ve radyolar Türkeş’in denetiminde ki, Başbakanlık Dairesi adalet, dürüstlük ve demokrasi ilkelerini ayakta tutmak, özgür düşünce ve bilimin ışığı altında Türk halkının manevi ve ruhi dünyasını sağlam temellere oturtmak amacıyla bir plan hazırlanmasını Milli Eğitim Maliye ve İçişleri bakanlıklarına görev verdiğini duyuruyorlardı.
Bu plan gereğince bir dernek kurulacak Devlet tarafından finanse edilecek bu dernek Edirne’den Kars’a bütün ülkede şubeler açacak ve burada aydını genci yaşlısı kadını erkeğiyle bütün vatandaşlar eğitecek.
Bu eğitim sona erdikten sonra seçimler yapılıp yeni parlamento kurulacakmış.
Kemal bu habere değinmek istiyordu.
Kişiyi nasıl bilirsin hesabı kim gelse koşuyoruz peşi sıra; Bu adam kötüye karşı çıktı iyidir her hal diye kimdir nedir neyin nesidir arayıp sorduğumuz yok.
Şu Milli Birlik Komitesi söz temsili bir sabah paldır küldür geldi: Nato’ya bağlıyız Sento’ya bağlıyız kimseyle kavgalı değiliz aranızda kapıştınız biz ayıracağız dedi.
Öylesine inandık ki, parmak şaklatıp oynamaya durduk sokaklarda vazgeçtim kimdir, nedir, neyin nesidir, diye araştırmayı bari adamın sözüne baksak ya!
Sento’ya bağlıyım Nato’ya bağlıyım diyor, sonra Marksist Kemal Tahir gelenlerden bir şey umuyor!
Akıl göğe çekilmiş olmalı hiç kuşkusuz yoksa bu rezilliğe düşmeyecek insanoğlu.
Yahu, biz kaç uykumuzdan kimin sesiyle uyandık 27 Mayıs’ta?
Türkeş Albayımızın sesiyle değil mi?
Eee… Kim bu Türkeş Albay İsmet Paşa’nın tabutluklar da tırnağını söktüğü Turancılarımızdan biri!
Şu devrilen Demokrat Parti’yi ne ile suçluyoruz Faşistlikle!
Kimmiş bu faşist Demokrat Partiyi gece yarısı deviren?
Faşisti de geçip Ergenekon türküleri çağıran Alpaslan Türkeş?
Bizde hiç şuncacık akıl olsa bu yaş tahtaya basar mıydık?
Ben haftasına aydım aymasına ya ama aymaz olaydım diyesi geliyor.
Kimin kulağına çıtlattıysam bel bel yüzüme baktı da “Ne söylüyor bu adam?” dercesine gözlerini belertti; sonra yanımdan savuşup; gitti.
Al işte arkadaş senin özgürlük melaikesi dediğin Türkeş Albayın!
Her kasabaya okul açacak da bize adamlık öğretecek demokrasi adalet dürüstlük dersi verecek; bize ya bunları Türkeş albayın istediği biçimde öğreneceğiz ya da öğrenene kadar özgürlük melikesi Albay başımızda bağdaş kurup oturacak! İyi mi beğendiniz mi şimdi olanları?
Hiç düşünmüyoruz: Bu Türkeş albay 27 Mayıs sabahı radyolar da hangi türküyü çağırıyordu? Nato’ya bağlıyız Sento’ya bağlıyız?
Yahu bizde akıl gibi bir akıl mı var?
Nato’ya bağlısın Sento’ya bağlısın da senin gibi hem Nato’ya hem Sento’ya bağlı üstelik de silahla değil seçimle gelmiş bir iktidarı niye tepeliyorsun bakalım deyip yakasına sarıl mıyoruz!
Bırak sarılmak şurada kalsın ardı sıra geziyoruz ki, Allah beterinden esirgesin!
Kemal Tahir’in o günlerde yaptığı bu konuşmalar belki kırk yıl sonra bu gün doğal görünecektir, bu fikirleri 27 Mayıs’ın ikinci haftasında söylemeye başlayan Kemal Tahir’in ne türlü etkiler den kolayca sıyrıldığını anlatabilmek için 27 Mayıs’ı yapılanın içinde yaşamış yazar Bedii Faik’in 1967 yılında yayınladığı anılarında ki, şu cümleleri ihtilalcılar arasında bir gazeteci adlı kitabının 36’cı sayfasından aktarıyorum:
“Onlar söyledikçe, gönderdikçe (yani 27 Mayısçılar) biz yazıyoruz biz yazdıkça da onlar söylüyorlardı. Bugün ihtimal: “İnanmasaydınız!” demek çok kimseye kolay gelir. O günleri anlayabilmek için sadece yaşamış olmak yetmez; onlardan öncesini de bizler gibi yaşamış olmalı.”
Bu sözlere karşı şunu söylemekle yetineceğim: Kemal Tahir: “O günlerin öncesinin de sayın yazar gibi tedirgin yaşamış hazırlanmış valizi kapının yanında, tutuklanıp cezaevine götürülmesini haftalarca beklemiştir.” “derleyen.”
Kemal Tahir’le birlikte üç buçuk saat hep aynı konuyu konuştuk değişik açılardan yapılmış eleştiriler hep Kemal Tahir’den geldi.
Kemal’e göre Alpaslan Türkeş kendi başına böyle bir kararı veremez.
Besbelli ki, komitede böyle düşünenler var.
Böyle düşünmeyenler olduğunu da İsmet’in ve Sabahattin’in sınıf arkadaşı olan komite üyelerinden biliyoruz, öyleyse bölündü komite demektir, diye yorumunu tamamladı.
Komite bölünmüşse Alpaslan albay belki planını yürütemez ama biz ona bağlanacak değiliz.
Devletin arkaladığı resmi derneklerle eğitime koşulmak aslında bahane gitmek istemiyorlar!
Bir yandan partilerin ocak-bucaklarını kapatıyorlar.
Bir yandan köylere kadar uzanan Devlete dayalı kendi ocak-bucaklarını açmaya hevesleniyorlar.
Kimseye yutturamazlar bunu böyle bir işe koşulmak da kimseye kalmamış.
Milli Birlik Komitesi bu işe bulaşırsa üfürükle dağılıp giderler alim Allah…
MARKSİZM’İN AÇIK BIRAKTIĞI KAPILAR
4-Temmuz-196O
Bugün sabahtan gecenin ilerlemiş saatlerine dek Kemal’le beraberdik?
Koca gün ve gece konuşuldu o kadar ki, Kemal öğle uykusundan vazgeçti; uyku yerine bezik oynadık.
Yorgunum başım fikirlerle sohbet lezzetleriyle uğulduyor çeşitli konular döküldü önümüze, her birinin başka değeri, güzelliği özelliği vardı ama Marksizm üzerinde yaptığımız sohbeti ana çizgileri ile yazmadan kesinlikle uyumayacağım.
Ne kadar da çok Marksist varmış bu memlekette haberimiz yokmuş!
Kime rastlasam kiminle iki kalem konuşsan bende Marksist’im diye dikiliveriyor karşına, ne de çabuk türediler mübarekler, yarın hava ters dönse bunlar çabuk türedikleri gibi çabukça da silini verirler.
Herifin aklı fikri çalıp çırpmakta gözü başkasının lokmasında eli başkasının cebinde; sonra lafa gelince Marksist!
Marksizm, fikir olmaktan önce ahlaktır ahlak!
Bencilliğini yenmeden yalan söylemeyi bırakmadan ruh ve fikir disiplinine girmeden Marksist mi olunurmuş!
Ondan sonra okuma ondan sonra teori ondan sonra eylem!
Marksizm’in zor yanı teorisini bellemek değil ahlakına sahip çıkmaktır.
Hem rezillikle Makyavelizm’e taş çıkaracaksın hem Marksist olacaksın; yağma yok!
Namussuz bir yoldan hiç bir namuslu yere erişe bilemez, bir kadın için ev bark kurmanın yolu kerhaneden geçmez!
Bir Marksist de “Süreci kısaltmanın yolu nereden geçiyorsa orada olacaksın.” diyemez.
Marks, hiç bir zaman böyle bir rezilliği önermedi.
Bu sözleri, bir gün önce kendisiyle konuşan M. Ali Aybar’ın ileri sürdüğü bazı fikirlere karşı söylediğini sanıyorum.
Çünkü dönüp dolaşıp “Eylemin namusu” noktasına geliyor ve durma dan bu cümle altını çiziyordu.
Aybar bir parti kurmayı tasarlıyormuş dün bir ara görüşmüşler, aralarında neler geçmiş sormadım bilmiyorum ama anlaşamadıkları ortada çünkü durmadan dönüp dolaşıp eyleme namuslu yoldan gidilebileceğini yineliyor.
Sonunda Marksizm’in eleştirisine geçti: Marks öleli seksen yıl olmuş bugün tartıştığı mız fikirlerini ortaya atalı belki seksen, yüzyıl toplum hayatı için de fikirlerin sağlığı için de önemli bir zaman hatta bir yılda öyle şeyler oluyor ki, ölümsüz görülen fikirler yıkılıyor en azından bir budama geçiriyor.
Yüzyıl sonra elbette Marks’ın ne dediğine dönüp bakacağım, oysa böyle söyledin mi seni dinden çıkmış sayıyorlar vay zındık!
Düşünmezler ki, seksen yüzyıl önce Darwin’in Tekâmül Nazariyesi bilim pazarında İngiliz lirası gibi geçiyordu ama bugün bilimin rafında bile değil!
Maddenin en küçük ünitesinin Atom olduğu ve bunun parçalanarak bölünemeyeceği düşüncesi kimsenin kuşkusunu bile çekmiyordu ama bu gün?
Bir Einstein geliyor, yalnız fikir kanunlarını değil fizik laboratuvarlarını altüst ediyor Newton’un kanunlarını beş paralık ediyor.
Biz mi bugün daha çok şey biliyoruz, yoksa yüzyıl önce ki, Marks mı?
Elbette biz, elbette daha çok bildiğimiz bilmek zorumda da olduğumuz için, her şeyi bir daha gözden geçireceğiz ne gitmiş ne kalmış, görüp anlayacağız.
Bizim Marksistlerimiz -hoş Marksist dememle kendilerine haksızlık ediyorum ya artık her neyse- gözlerini Sovyetlere dikmişler maymun gibi oradakileri taklit ediyorlar.
Sovyetler kerhane işletmeye kalksa bizimkiler karılarını da sermaye yerleştirip bu işe bulaşacaklar!
Sovyetlere bel bel maymun gibi baktıklarından orada ne olup bittiğini de gördükleri yok.
Marks “İşçi sınıfı bir taraftan Burjuva sınıfını alaşağı edip bu sınıfı ortadan kaldırırken bir yandan kendi sınıfını dağıtacak böylece sınıfsız topluma ulaşılacak dediği halde Sovyetlerin Burjuva sınıfının kaldırıldığını fakat onun yerine teknokratların yepyeni bir sınıf oluşturduklarını işçi sınıfını da -dağılmak şöyle dursun- perçinlediğini fark etmiyorlar, bunun üstünde bir dakika bile düşünmek ihtiyacını duymuyorlar.
O zaman nasıl olacak bu hem maymun gibi gördüklerini kopya edeceksin hem kafam eskir diye düşünmeyeceksin yağma mı var adamın başı derde bulaşır ki, en hafifi akla ziyan getirmemesine!
Biz bu Marksizm kafamızı süslemek için mi belledik yoksa memleketimize insanca bir yönetim getirmek için mi okuyup öğrendik?
Eğer memleketimizin insanı şu Anadolu insanı içinse -gözünü seveyim içinde bizde varız- sağına soluna iyice bakmamız gerekir.
Sadece Marksizm’in mi sağına soluna iyice bakacağız?
Hayır, Memleketimizin de sağı na soluna iyice bakacağız Anadolu insanı nasıl bir insandır yapısı nedir?
Yüz elli yıldan beri devleti ve aydını Batıcılığa koşulmuşken halkı neden Batıcılığa direnir?
Anadolu köylülerinin kapalı ekonomi ile direnişe geçmesi bazılarının söyledikleri gibi yolsuzluktan ekonomik hareket imkansızlığından mı?
Yoksa -Devlet ve Aydınla ile mutabık olmadığı için- onlarla olan köprüleri atıp direnişe geçmek kararından mı?
Doğu dinlerinin yarattığı altüstü ahlakın nasıl bir insan ortaya koyduğu Batının egoist ahlaki ile bu noktada nasıl bir çatıştırma için de bulunduğu iyice araştırıp su yüzüne çıkarmadıkça değil Türkiye’de rejim tazelemek abdest tazelemek bile mümkün değildir!
Binlerce yıllık birikimlerimizi bilmeden nereye gidiyoruz arkadaş?
İşte şu bazı şeylerin konuşulur hale geldiği dönemde bundan yararlanıp ülkemizin ve insanlarımızın yapısını iyice öğreneceğiz ondan sonra Marksizm ondan sonra eylem!
Sosyalist parti adıyla bir komünizm parti kurmayı tasarlıyorlar kursunlar görsünler!
Kendi partilerine kendilerinden başka oy verecek insan bulabilecekler mi bakalım!
İşçi sınıfı bizim le diyor işçi sınıfı ha hem de “sınıf!”
Burjuva sınıfımız var da bir de karşısı da işçi sınıfı oluşmuş!
Aferin bu ayıp onlara yeter ya onlar farkında değil!
Yahu hiç işçi sınıfı olsa daha on yıl önce bizim Dr. Rebii (Barkın) ile Sabahattin (Selek) Halk Partisi parasıyla sendika kurmak için işçilerin peşinde yalvar yakar dolaşırlar mıydı?
CHP Genel Sekreterliği 1947 yılında Millet vekillerinden Dr. Rebii Barkın’ı İstanbul da işçilere sendika örgütlemekle görevlendirilmiş, o da yanına Sabahattin Selek’i alarak bu hakkı huzuru bozar diyen Demokrat Parti’yi destekler miydi?
Bunlar nerede yaşıyor alla sen Haşim’in dediği gibi: Yarı yoldan ziyade mahrayasın mı? Hani yörügün denize yürüyü vermesi gibi bunlar akıl -bana zararı dokunur hesabı- bir kenara koyup da mı gitmişler?
Hiç işçi sınıfı olsa işçiler sana grev hakkı toplu sözleşme hakkı vereceğim diyen Halk Partisini bırakıp da?
Demokrat Partiyi destekler miydi?
Koca gün bunları konuştuktan sonra akşam yemeğinde hava dan sudan konuşuyorduk kafam da bir soru vardı sordum:
27 Mayıs, sence tarihin gelişim süreci için de hangi bölümü düğümlüyor?
Durdu, düşündü; Uzun uzun yüzüme baktıktan sonra: Nereden çıktı bu soru arkadaş?
Bu, can alacak bir soru şaşkınlığımıza bak ki, bunu ben kendime sormamışım!
Şimdi düşünüyorum: İster olumlu yanından bir gelişim belirlesin ister olumsuz yandan bir ilerlemeye işaret taşı olsun: Süreç Tanzimat’tan başlıyor.
Çünkü Tanzimat, Osmanlı düzeninin tasfiyesi, Avrupa düzenini topluma yerleştirmek girişimidir “Genç Osmanlılar” bu türküyü çağırırlar “Jön Türkler” bu türküyü söyler.
Yani, senin anlayacağın “Devlet elden gidiyor aman çare?”
Diyenler bula bula “Batılılaşmayı” çare bulmuşlar.
Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet, Mithat Paşalar, Namık Kemaller, Ziya Paşalar, İttihatçı akıl daneler taa Mustafa Kemal Paşa’ya kadar Türk okumuşu ve Aydın’ı kerameti Batı düzeninde gördü.
Halk katılmıyordu bu görüşe bu yüzden yöneten-yönetilen ikile mi çıktı ortaya, buna Halk-Aydın çatışmasına diyebilirsin.
Tazimatla başlayan süreç hiç bir değişiklik göstermeden İmparatorluğun Batılılaşması olarak Cumhuriyete kadar geldi dayandı.
Aslında Cumhuriyet döneminde de pek bir şey değişmiş değildir?
Bu dönemde daha azgın bir Batıcılık yapıldı o kadar ki, takvimimizi ağırlık ve uzunluk ölçülerimizi bile değiştirdik;
Tek Batıya benzeyelim diye, bu yüzden yöneten-yönetilen çatışması bu dönem de daha da güçlenerek sürdü.
Gerçi Osmanlı Devletinin son bulması Türkiye Cumhuriyetinin ortaya çıkması yanıltmıştır bazılarımızı.
Padişahın gitmesi Padişah gücünde bir Cumhurbaşkanının gelmesi içinse değiştirmez hiç bir şeyi!
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı ülkesinin en küçük parçası üzerine kurulmuştur, elden çıkarılan parçalar hangi toplum yapısın da ise kalanda o yapıdadır; Bir insan mozaiği yani, Mustafa Kemal Atatürk’ümüz bu mozaiğin üstünde çalıştı, İsmet Paşada öyle, yöneten-yönetilen çatışması şiddetini arttırarak bu dönemde de sürmüştür taa 1950’ye kadar.
Milletin okumuşu aydını hep egemen olmuştur, 1950’lere kadar Halk üzerinde, çatışma sürmüştür ama aydın kesimin üstünlüğü içinde ve onun istediği biçimde.
1950 Mayısında ki, seçimler aslında Batılılaşma sürecine dokunmadığı halde egemenliğin el değiştirmesine yol açtı.
Aydın-Halk boğuşması sürüyordu ama taraflar tahterevalli içinde yükselip alçalarak ya da öyle görünerek diyeceğim.
Aslında 1950 çok partili parlamenter dönem seçim aldatmaca sına özgürlük çığırışlarına rağmen sahici egemenliği halka götürememiş aydını sandalyesinden indirememişti.
İndirememişti diyorum; çünkü halk örgütlenmiş değildi ki, bu hakları bu örgütler aracılığı ile kullanabilsin ve okumuşun elinden yakasını sıyırsın!
Dört yılda bir yapılan seçimle kendisine yararlı insanları seçmesine değil az zararlı insanları seçmesine yarıyordu.
Bu parlamenter sistem olsa olsa halkın seksen yıldır yakasın dan düşmeyen aydının keskin dişlerini biraz törpülemiş oldu; bu kadarı da Anadolu insanı için ferahlıktır.
İşte Halkın aydını sırtında taşımaktan kurtulduğu 1950 yılı bu sürecin düğüm noktası yeni sürecin başlangıcıdır bence.
Aydın egemenliği zedelenmiştir! Biçimsel Batıcılık zedelenmiş tir! Eğitim arttıkça geniş halk kitlelerinin bilinçlenmesi ihtimali çoğalmıştır.
Benim gözümde bu yeni bir halk sürecinin başlangıcı olarak değerlenir.
Bugün içinde bulunduğumuz 27 Mayıs hareketi taa Osmanlı dan beri sürüp gelen Aydın egemenliğinin yeni baştan kurulmak istenmesidir.
Halktan umut kesenler Aydın’a umut bağlıyorlar göreceğiz!
Aydının bizi yöneten bu günkü temsilcilerine bakıyorum da içim kararıyor arkadaş!
Buradan tutarlı bir yere varamayacağımızdan çok korkuyorum.
Kim bizi tutarlı bir yere getirecek bakalım:
Generali ardında gezdiren komite üyesi Üst teğmen Muzaffer Efendi oğlumuz mu hadi canım sende!...
İNSAN KÖŞEYE SIKIŞTIRILMAZ
27-Eylül-1960
Kemal büroya girer girmez elinde ki, gazeteyi masanın üstüne attı: Okudun mu arkadaş? Evet.
Neyi sorduğunu biliyordum gazeteler Bayar’ın Yassı ada’da intihara giriştiğini yazıyorlardı.
Nasıl bir rezillik bu yahu Anayasada Cumhur başkanlarını vatana ihanetten başka hiç bir şeyden sorumlu değildir diye yazarsın, sonra gece yarısı basarsın Çankayayı elini kolunu bağlayıp denizin ortasında bir adaya atarsın!
Adama kim bilir neler yaparsın ki, canından bezer acaba bel kayışı ile asılıp kurtulmanın yolu yok mu diye olmaz işlere koşulur.
Beni dehşetli ürküten bir şey var bu olayda komitacılıktan yetişmiş politikada pişmiş Bayar gibi bir adamın az buz işlerde canına kıyması düşünülemez demek eziyet ettiler adama!
Zora koştular canından bezdirdiler sonunda maddi manevi işkence pisliğinin tutuklulara yapıldığının kendi nefsimden bilirim.
Bize daniskasını yaptılar ama biz kendilerinden değildik daha doğrusu onlar bizi kendilerinden saymıyorlardı.
Çizgiyi geçtiğimiz için bize karşı kendileri de çizgiyi geçmekte bir sakınca görmüyorlardı bu nedenle zulmettiler işkence yaptılar.
Ama bugün Yassı ada’ya tıkılan politikacılar kendilerinden bir takım insanlar, Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında hiç bir ciddi fark yok, sadece kendi aralarında çıkar kavgası yapıyorlar.
Böyle olunca birbirlerine amansız biçimde saldırmayacaklardı!
Bu iş ‘Bugün bana ise yarın sana’ hikayesidir.
Çünkü kaldı ki, sittir et ortak suçluluğu aynı yolu yolcusu olmalarını; insan bunlar be!
İnsan insanı canından bezdirmek ne demektir!
Candan daha önemli ne var hayatta ki, ölüm yaşamaktan daha aziz hale getiriliyor zorlayarak!
Ben susuyor önüme bakıyordum, birden öfkesi bende patladı:
Sen ne susuyor suçlu suçlu önüne bakıyorsun?
İşkenceye zulme uğrayan sen ben olsaydık o zaman susmaya hakkımız olabilirdi ama zulüm yapıldığını işkence edildiğini görüyor biliyorsak bizim susmaya hakkımız olamaz!
Biz bağırmalı çağırmalı bunun namussuzluk olduğunu yere göre haykırmalıyız.
Ne yapayım yani sokağa çıkıp bağırıp çağırayım mı?
Evet, sokağa çıkıp bağırıp çağıracağız bir adamı canından bezdirmek namussuzluğun ta kendisidir, arkadaş diyeceğiz!
İşte duyduk-duymadık demeyin ben bu rezilliğe katılmıyorum diye yeri göğü inleteceğiz!
Yoksa düpedüz namussuz olmayı benimsedik gitti demektir.
Sustu hiç konuşmadan birbirimizin yüzüne bakıyorduk neden sonra ikimizde gülmeye başladık ikimizin de sinirleri boşalmıştı anlaşılan, neden sonra yine konuşmaya başladı:
Evden buraya gelene kadar düşündüm: Acaba Bayar’ın kendisini öldürme girişmesi haberine bunca üzülmemin nedeni bir zamanlar bizim de ölümü arayacak kadar eziyet çekmiş olmamız mı?
Acaba ben Yavuz Zırhlısında tutuklu yaşamamış denizlerin ortasında tek başıma yargılanmamış olsaydım?
Yassı ada’da Bayar’ın ve arkadaşlarının böylece yargılanmalarını benimseyen bilir miydim?
Bana öyle geliyor ki, hayır insanı insanlıktan çıkaran bir yönetim hangi mazereti hatta hangi meşrutiyeti olursa olsun benim karşıma alamayacağım bir sitem olamazdı.
938’de Nazımla (Nazım Hikmet Ran) tutuklanıp Yavuz zırhlısını kaçırma meselesinde ‘Erkin’ gemisine kapatılmıştık.
Erkin Marmara açıklarına zincir döküp demir atmış çelikten bir dağ gibi güneşin altında duruyordu duruşma genişçe bir salonda yapılıyor.
Benim suçum kardeşim Nuri Tahir’e ve bir arkadaşına her yerde satılan kitapları okumak için vermekten ibaretti.
Bahriyedeydiler ve hafta başı izinli çıktıkları zaman bana geliyorlar benim kitaplarımdan seçtikleri kitapları gemide okumak için alıp gidiyorlar ertesi hafta kitapları yenileriyle değiştiriyorlar.
Çoğu zaman hangi kitapları aldıklarını bile bilmezdim ben okuma yazarlığa sıvanmış bir delikanlı olduğum için, kitaplığımda Atsızsın kitapları var, Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin kitapları da, derken bir gün tutuklandım benimle beraber kardeşim Nuri Tahir ve onun bir iki arkadaşı da tutuklandılar.
Kardeşim Yavuz Zırhlısında Astsubaydı beni de Nazım’ı da Yavuz’a götürüp kapadılar.
Küçücük bir hücrede yaşıyorum sorguya götürülüp getiriliyorduk, o zaman suçumun kitap vermek olduğunu öğrendim kitap vermek suç olunca gerisi sorulmaz kaderime katlanmak zorundayım!
İstanbul, Yavuz’u bir göz önüne getirin sonra birde kaçıracak olan bizleri dünyada buna inanacak bizim Mareşalden başka kimse çıkmaz.
Herkesi bir yere tıkmışlar o arada Doktor Hikmet’im de iki kapılı dar bir dolaba koymuşlar, herifte boy dersen iki metre akıl dersen iki milim ya var ya yok ayakta dikilemiyor.
Fakat dolap da oturacak kadar geniş değil zavallı yarıdan ikiye katlanmış olarak on beş gün oracıkta kıstırılıp kalmış.
Ben kafese kıstırılmış aslan gibi kapalı olduğum yerde dönüştürüp duruyorum beni buraya tıkanın diye kalayı basıyorum.
Temmuz oldu kabotaj bayramı yapıyorlar biri bana gelip: Giyinin tıraş olun dedi?
Berbere götürüp tıraş ettirdiler ve güverteye çıkardılar beni Geminin dışarı ile irtibatını sağlayan merdiven ağzına karşı bir iskemle koyup oraya oturttular, çoktan beri temiz hava yüzü görmediğimden denize çevreme bakınıyorum kendi kendime hava alsın bayram günü diye çıkardılar herhalde diyorum ortada kimsecikler yok.
Bir süre sonra geminin merdivenlerinden şık giyimli iki hanımla genç deniz subayları çıktılar, kadınlar önümden geçip giderken merakla beni süzdüler onların arkasından bir sürü kadınlı erkekli gruplar sökün etti hepsi bana bakıp bir şeyler söylüyorlardı aralarında.
Bir zaman sonra aklım başıma geldi birden sıçradım oturduğum yerden ve bağırıp çağırmaya başladım yanımdan geçenlerin konuşmalarından Erkini ziyarete gelenlere işte Yavuzu kaçıracak komünistlerden biri diye teşhir ettiklerini anlamıştım?
Bağırmayla gemi kaptanına kadar hepsi toplanıp geldiler, açtım ağzımı yumdum gözümü bu maskaralığa bir son vermezlerse işin sonu çok kötüye varacağını bildirdim sırıtarak beni hemen yerime götürdüler.
Aylar süren bu işkenceden sonra duruşmalar yine erkin gemisinin bir salonunda başladı.
Erkin bütün gün güneşin altında kızıyor; içerisi bildiğin ekmek fırını gibi yanıyordu kendilerine limonataların biri gidip biri geliyordu sıcaktan dilimiz damağımıza öylesi ne yapışıyordu ki, konuşamıyorduk onlarda bize bir yudum su bile vermiyorlardı.
Başta Nazım olmak üzere ben kardeşim ve arkadaşları bir hizada sıralanmış tabureler de oturuyorduk iki yanımızda da iki bahriyeli er nöbetçi olarak dikiliyordu.
Savcı ve hakimler karşımızda yüksek bir yerde idiler dehşet bir sıcak vardı oturduğumuz yerde tere batmıştık.
Gemide ki, sıcaklık belki 45 belki 50 dereceydi yani yaşamadığımız bir türden sıcaktan iyice bunalmıştık.
Birden benim yanımda duran Er’in durduğu yerde depremde tavan lambası gibi sallandığını fark ettim besbelli bayılmak üzereydi düşecekti.
Nitekim arka üstü devrildi de hemen yerimden fırlayıp başının yere çarpmasına engel oldum ve dizime yerleştirdim.
Birden ciyak bir ses salonu doldurdu: Bırak onu orada dokunma!
Baktım bana söylüyordu zavallı Er’in düşüp kafasını parçalamasına engel olmuştum; ama savcı benim ona yardım etmemi bile hoş görmüyordu.
Hiç oralı olmadım yanıma bir arkadaşı gelince Er’i ona teslim ettim ve yerime oturdum.
Oturmadan, Savcı ile göz göze geldik hayır ‘göz göze’ demek yanlış bir iş çünkü savcı’nın kiler göz değil iki leş böceği gibiydi.
Kendisine yüksek sesle ne bağırıyorsunuz dedim onu bu hale koyan ben değilim sizsiniz!
Bu söz suçsa benim tek suçum budur!
Bir insanın öz kardeşine kitaplığını açması elbette suç olamazdı.
Sonunda hüküm okundu: “Tan gazetesi yazı işleri müdürü Kemal Tahir, kitapları vasıtasıyla fikir telkinlerinde bulunduğu ve bu surette maznunun Asker’i isyana teşvik suçunu işlediğine tam vicdani kanaat hasıl edilmiştir. İstihsal edilmek istenen neticenin vahameti takdiri şiddet sebebi adiyle takdire on atlı yıl müddetle ağır hapis cezasıyla cezalan dırılmasına ve bidem atı ammeden müebbetde mahrumiyetine.”
İşte bu karar bir zulmün belgesidir fakat bu karar beraat kararı da olabilirdi o zamanda içeriği değişmezdi kararın çünkü yargı biçimi kararın meşrutiyetini yok etmişti hem davaya başlarken.
“Duruşmanın herkese açık olduğunu” söyleyeceksin hem de kimsenin yanından bile geçemeyeceği bir zırhlıda ve ya ıssız bir adada duruşmaları sürdüreceksin bu, olası değildir. Kararın doğrudan doğruya etkileri ve içeriğini değiştirir.”
Ben Bayar’ın Başvekilliği sırasında ispatlanabilir bir suçum olmadığı halde on altı yıla mahkum oldum on üç yıl yattıktan sonra yine onun Cumhurbaşkanlığı sırasında çıkarılan bir af kanunu ile özgürlüğüme kavuştum.
Yine onun Cumhurbaşkanlığı sırasında düzenlerine sahip çıkmadıkları için bir Devlet rezilliğine dönüşen 6-7 Eylül olayları sırasında hiç bir taksiratım olmadan aylarca Selimiye kışlasında mahpus yattım.
Bayar’ın Çankaya’dan alınışı bir gün gecikse hükumet darbesi başarıya uğramasaydı ertesi gün yeniden hapse girecektim ve kim bilir kaç ay ya da yıl damlarda çürüyecektim ama görüyorsunuz ki, ben bunların etkisi altında düşünmüyorum, bir insanın canından bezdirilmesinin namussuzluğun en büyüğü sayıyorum benim dünyaya ve insana bakışım bu!.
Az önce de söylemek istiyordum laf karıştı; beni dehşete düşüren bir gözlemim var: Hani derler ya Türk Milleti düşen den yanadır ya da Türk Milleti zayıftan yanadır, merhamet lidir gibi.
Gözlemlerim fert olarak toplumun düşenden yana olmadı sonucuna götürüyor beni! Niçin mi diyeceksiniz anlatayım...
Gemide ayrı kamaralara kapalıydık kapımızda nöbetçi vardı ve yemeğimizi veriyorlar konuşmuyorlar çekilip gidiyorlardı.
Kardeşim Nuri Tahir bu erlerin komutanıydı astına çok anlayışlı davranmış bütün sorunlarına koşmuştu kendisi de hapisti?
Bu her dertlerine koştuğu neferler bana da ona da adeta düşmanca davranıyorlar ve kibirlenerek bizi üzecek bir şey yapmayı marifet sanıyorlardı.
Osmanlı Padişahı Genç Osman’ın başına gelenleri biliyor sunuz: Yeniçeriler Yedi kule zindan da paraladılar zavallıyı, paralayıncaya kadar gördüğü işkence ve haysiyetsizlik de cabacı!
Abdül Aziz de tahttan indirilip Topkapı Sarayında üçüncü Selim’in öldürüldüğü odada son saatlerini yaşarken iç bahçede dolaşan askerler Padişahla açıktan açığa alay ediyorlar.
Ve böylece ‘Düşenin dostu olmaz’ ata sözüne hak verdiriyorlardı.
Abdülhamit’in başına gelen de bundan başkası değil.
Demokrat Parti Meclis üyelerine ve hükumet üyelerine askerlerin nasıl hınçla davrandıkları gözümüzle görmekteyiz bu ne demek acaba sakın sadizm bizim mizacımıza işlemiş olmasın?
Haksız yere cezaları sırtıma sardıktan sonra bizi Sultan Ahmet cezaevi localarına yolladılar.
Nazım, Dr. Hikmet ve ben varız bizimle ceza yiyen deniz astsubaylarını henüz getirmemiş.
Localar da bizden başka hapishanenin ağası ve onun koruyucusu Laz var.
Bir gün o Laz elinde bir tabakla gelmez mi?
Ben hapishane usullerini bilmiyorum o zaman Nazım’la Dr. Hikmet biliyorlar.
Nazım Laz’a sordu: Ne parası bu istediğin?
Biz ağır cezalıyız bu yükü kaldırmak için yardım istiyoruz bu hapishane raconudur.
Kaç yıla mahkum sunuz?
Yirmi yıla ama ben otuz altı yıla mahkumum racona göre benim size değil sizin bana yardım etmeniz lazım.
Ben onu bunu bilmem bunu vermediniz mi kendinizi yok bilin Laz oğluna bakıyorum gözü kaşı oynuyor sağ elini oynatıp ceketinin kolu içinde tuttuğu bir şeyi ileri geri hoplatıyor.
Ben hemen Dr. Hikmet Fransızca sen kafanı yana doğru bük deyip yerde ki, iskemleyi yallah ediyorum herifin kafasına yere yıkıldıktan sonra üzerine çıkıp neresine gelirse tekmelemeye başlıyorum.
Laz imana gelip kolunun içinden düşen saldırmayı saklamamız için yalvarıyor ağzı yüzü kan için de yerlerde debeleniyor.
Gardiyanlar gürültüye koştular heriflere bizi burada göz göre göre boğduracak mısınız diye çıkışıyorum bıçağı avluya fırlattım.
Gardiyanlar Laz’da bıçağı da alıp götürdüler ondan sonra bütün kanlı katiller süt dökmüş kediye döndüler bir daha kimse terbiyesizlik edip kafa tutmadı.
EYLEM NE DEMEKTİR
Tarihsiz...
Bugün Şaşkın Bakkal’da ki, evine uğradım kapı çoğu zaman açık dururdu; girdim?
Bir Büyük elçi yüzü alı al moru mor evden çıkıyordu, selamlaştık, ben yağmurluğumu portmanto ya astım o aynı cins yağmurluğunu portmantodan alıp kapıdan çıktı meğer sosyalist Büyük elçi kendi yağmurluğunu alacağına benim astığım yağmurluğu alıp gitmiş!
Onun ki, bana büyük geldiği gibi benim yağmurluk da ona küçük gelmiştir!
Her neyse ben benim yağmurluktan oldum.
Odaya girince Kemal’i masanın başında buldum başını kaldırmadan hoş geldin -dedi- camdan geçtiğimi görmüştüm bekliyordum bir dakika dur bu kitapta bir yere bakacağım görüşürüz, koltuğa oturdum Kemal bakacağına baktı konuşmaya başladık.
Senin Sefir hazretleriyle kapıda karşılaştık papara yemişe benziyordu bir şey mi oldu?
Kemal, gülüyordu: Bir şeyin olduğu yok geldi oturduk her zaman ki, gibi konuştuk biraz.
Yok, bu kez Sefir hazretleri hırpalanmış gibi az biraz yenik düşmenin acı gülümsemesi vardı yüzünde.
Ama yaptın ha sen hikaye yazıyorsun bir hikaye falan yazarsan bu yenik düşmenin acı gülümsemesi deyimini kullan!
Bırak şimdi lafı gargaraya getirme ben Sefirin gidişini hiç de beğenmedim adamın beraberinde götürdüğü sıkıntı büyüktü.
Anlatayım dedi yakama böyle asılmasaydın anlatmayacaktım?
Bir sigara yaktı dikkatle ağızlığına yerleştirdi sonra anlatmaya başladı:
Birkaç zamandır bizim sosyalist Sefir ‘Seninle baş başa konuşacak bir konum var’ deyip duruyordu.
Bende ‘Olur konuşalım’ diyordum ama bir türlü buluşmamız gerçekleşmiyordu ya benim işim çıkıyor ya onu Ankara’ya çağıyorlardı, her neyse kısmet bu günmüş.
Dünden telefonlaştık ve kendisini sabah kahvaltısına çağırdım az sonrada senin sosyalist Sefir geldi oturduk hoş beşten sonra birden sözü Marks’a aktardı.
Marks ve Engels’in ne kadar bildiğimiz harcı alem fikirleri varsa özetliyor ve arada bir bana yanlış hatırlamıyorum değil mi diye sorup onaylamamı sağlıyordu.
Bu bizim sosyalist bürokrat ne demek istiyor ama bakalım nereye getirecek lafı diyor sabırla dinliyorum.
Sonunda, adamın işte geldi dediği baklayı ağzından çıkardı:
‘Siz Marksist’seniz çelişki içindesiniz!
Ben Marksist’sem Kemal Tahir Marksist’se çelişki içindeymiş!
Sonra diplomat bu adam ne demek diplomat iyi müzakereci iyi konuşmacı bilgili adam demek şu söylendiği lafa bak sen!
Çabuk parladığımı bilirsin ama anamın Çerkez evinde akan sular durur; sıktım dişimi adam şu çelişkiyi anlatsın ki, duruma göre davranayım.
Nitekim anlattı ben Marksist’sem eylemde olmalıymışım!
İşte benimle konuşmak istediği cevahir!
Sabrı elden çıkarmayıp eyleme nerede koşulmam gerektiğini de kendisinden sorup öğrenmem vardı ya artık o kadarına gidemedim verdim veriştirdim!
‘Bana bak’ dedim ‘İslam’ın şartı beş altıncısı haddini bilmektir.’ demişler.
Marksist olmanın birinci şartı haddini bilmektir.
Dehşetli şaşırdı ‘Beni yanlış anladınız’ demeye oturdu hiç de yanlış anlamış değilim.
O, bilgi tasarlayacağı adamı yanlış seçmiş!
İşte bu yüzden suratı karman-çorman evden çıktı.
Demek eyleme çağırıyor seni sosyalist Hariciyeci acaba niçin çağırıyor?
Senin sırtında eyleme girmek için mi yoksa seni sırtında eyleme götürmek için mi?
Kemal üzgün görünmüyordu konuşmaya başladı: Yahu aylardır burada konuşup duruyoruz eylem ne demek diye?
Her şeyi öğrendik araştırdık da sıra eylememi geldi?
Biliyorsun Boğaziçi Üniversitesinde konuşurken beş on genç konuşmanın ortasında eylem eylem diye bağırmaya başladılar, onlar beni başlarına değnekçi olmaya çağırıyorlardı her halde.
Geçenlerde İstanbul Üniversitesinden birkaç genç geldi ve arkadaşları adına konuşarak beni eyleme çağırdılar, kendileri ne ne dediğimi biliyorsun: Onlara uygun bir yer açmaya karar verdiğim zaman kendilerine haber göndereceğim hiç telaş etmesinler dedim.
Beni bu kadar terbiyesiz olmaya zorlamalıydılar!
Çünkü eylemimdeyim ben mesleğimi en iyi biçimde yapmaya çalışıyorum.
Her önüme düşen sorunu en iyi biçimde araştırmaya özen gösteriyorum beni eylemim bu!
Ben elime silahı alıp sokağa çıkacaksam benim işimi kim yapacak?
Hem bu çocuklar silahla ne yapabileceklerin umuyorlar?
Bir kaç kişiyi öldürünce Devleti ele mi geçirmiş olacaklar?
Kim dürtiliyor bu çocukları kim akıl veriyor bu kızlara oğlanları?
Verecek akılları olsa hiç kendileri için kullanmazlar mıydı?
Silahı cebine sokmak silahla öldürülmeyi kabul etmek demektir.
Bu gençler bunun farkında değil silah kendi ellerinde ya?
Sanıyorlar ki, sadece onlar öldürecekler karşılarında ki, insanların elleri armut mu toplayacak yağma yok!
Tahtaya yumruğumu vuruyorum tahta direnmek suretiyle bana karşı koyuyor insanlar tahta değillerdir, üstelik yumruğa yumruk silaha silahla karşılık gelir.
Her iki yandan yüzlerce insan ölür ve hiç bir şeyde olmaz ölenler öldükleriyle öldürenler cezaevlerinde çektikleriyle kalırlar oysa eyleme dökülecek kadar Politeizm olmuş bir gençlik çok önemli bir şeydir!
Bunun boş yere harcanması cinayetin çok ötesinde bir suç olsa gerek!...
Çorum Cezaevindeyken bir genci getirdiler dama?
Çorum’un köylerindenmiş sevdiği kızı başkasına nişanlamışlar.
O da kızın nişanlısının yolunu beklemiş ve gece vakti taşla başını ezip öldürmüş.
Ağır cezalıların bölümüne verdiler hapislik güç zanaattır adamın başına olmaz işler gelir.
Delikanlı da yalabık bir şey kim akıl vermişse ya da nasıl akıl etmişse etmiş ve azıcık efelenmeye durmuş.
Bir ses etmemişler iki ses etmemişler, üçüncü de kopuklardan biri çökmüş başına, gücün yetti de elin oğlunu gecenin karasında taşla öldürmüşsün he mi, hadi şimdi kıçını kurtar bakalım!
Mahpus damı berbat şeydir, olanlar duyuldu oğlanı birkaç gün sonra Urfa cezaevine sürdüler.
Ya sen bu hikaye’yi neyin üstüne getirdin Kemal?
Kemal Tahir kıs kıs güldü: “Şunca cık şeyi sen bilmeyeceksin de onu da sana Kemal Tahir’i anlatacak!
İnsan yatkınlığı olmayan yerde eylemin hiç bir türlüsüne sokulmayacak!
Sokuldun mu insanın başına gelecek şeylerin en hafifi bizim Çorumlu oğlanın başına gelen!
Gel şimdi lafı bırakalım da seninle bezik oynayalım öyle yaptık.
YUMRUKLU DEVRİMCİLİK
4-Temmuz-1965.
“Günümüzde yeni yetme Marksistlerimiz bizim için eski tüfek” demeleri boşuna değil.
Ben komünistlikten 16 yıl ceza giydiğim zaman bile Marksizm’i doğru dürüst bilmiyordum.
Ne öğrendim se mahpus damında ve çıktıktan sonra öğrenmişimdir.
Bizim o zaman ki, komünistliğimiz bildiğin Nazım Hikmet komünistliği canım?
Trum/ trum trum/trak tiki/tak makineleşmek istiyorum!
Bunu belledin mi oldun gittin komünist?
Fevzi Çakmakğın o zaman ki, hakimleri bu komünistliğe idam bile yazarlar!
Oysa biz o yıllar da komünisttik (!) ama Atatürkçü idik.
Atatürk devrimlerinin bekçiliğini kimseye kaptırmazdık, Atatürk’ün aleyhinde konuşanın ağzını yırtabilirdim!
En sevgili arkadaşım Ertuğrul Şevket Atatürk’ ün Partisi C. H. P’ nin karşısında kurulan “Serbest Fırka’ya” girdi diye Aksaray yangın yerinde en sevgili arkadaşım la sabaha kadar yumruklaştık az kaldı ki, birimiz öle, böylesine bir Atatürk tutkusu vardı bende.
Ertuğrul Şevket’le yumruklaşması hikayesini anlatmasını istedim direnmedi ve lezzetli bir üslup içinde anlattı: Ertuğrul Şevketle beraber Vakit’te çalışıyorduk, Serbest fırka hikayesi başlamış kimi Halk Partisini kimi serbest fırkayı tutuyor ben halkçıyım Devrimcilerin kurduğu parti varken başka parti tutulur mu?
Gazetede karşı fikirde olanlarla dalaşıyoruz. Benim şakamın olmadığını bildikleri için pek üstüme varmıyorlar ama bir gün idare müdürü kör Hamdi bana en yakın dostum Ertuğrul Şevketin Serbest Fırka’ya yazıldığını söylemez mi? Dinden imandan çıktım!
O gün Ertuğrul Şevket izinliydi, akşamüstü evine gidip çıkarıp bir meyhaneye girdik, hiç bir şeyden haberi yoktu: Ne o Kemal kaynananı çimenlikte mi gördün bu ne hovardalık nereden esti diye takılıyordu ben susuyordum.
İlk kadehler bitti ikincileri doldururken önem vermiyormuşum gibi sordum: Sen Serbest Fırka’ya mı girdin Şevket?
Boş bulundu ama yine de yüzümü kolaçan ettikten sonra: Hııı dedi.
Dikildim: Ne demek hıı sen ne söylediğini biliyor musun arkadaş?
O zaman Şevket benim neye eve uğradığımı neden meyhaneye geldiğimizi neden ilk kadeh bitene kadar fazla bir şey konuşmadan düşünceli göründüğümü hemen anladı.
Şakaya karıştırarak işi kapatmaya niyetlendi: Bilmez olur muyum Kemalciyim sen Halk fırkasın da kalacak ben Serbest Fırkaya geçeceğim ki, tartışmanın tadı çıksın!
Ben senin gibi gülmüyorum.
Ne yapalım gül sende!
Gülme Şevket istifa edeceksin!
Anlamadım neden istifa edeceğim?
Serbest fırkadan hemen de şimdi!
Şevket’in yüzünde gülümseme dondu bıyıklarını yemeye başladı?
Sinirlendiği belli idi elinde tuttuğu kadehi dudağına götürmeden masaya bıraktı:
Peki anlat bakalım neden istifa etmeliymişim hem de şimdi!
Coşkun bir Atatürk edebiyatı devrim bekçiliği heyecanıyla konuşmaya başladım, bizim her şeyin karşısında olabileceğimizi ama Atatürk’ün karşısında olmamızın imkanı bulunmadığını anlatıyor.
Serbest Fırkayı karşı devrimcilere bırakmak gerektiğini onlarla pek yakında amansız bir hesaplaşmaya girileceğini; İşte o zaman aynı safta dirseklerimizin birbirine değmesinin zorunlu olduğu ileri sürüyorum.
Şevket dinledi dinledi demin masaya bıraktığı kadehi bir yudum da boşalttı sonra bana dedi ki: Sen ne söylüyorsun Allah sen devrimci karşı devrimci yok şu yok bu Gazi İsmet Paşa’ya gözdağı vermek istiyor.
Fethi beyin kendisine İsmet paşa kadar bağlı olduğunu bildiği için ona parti kurduracak hem demokrasi oyunu oynayacak hem de İsmet Paşa’ya “Yalnız değilsin” diyecek devrim de bu karşı devrim de bu.
Peki, madem Gazi demokrasi oyunu oynuyor sen böyle söylüyorsun o halde niçin alet olmaktasın bakayım?
Alet değilim bilinçliyim bugün çoğunluğu baskı altındadır.
Devrimci dediğin bizim gibiler de baskının sıkıntısını yaşıyor lar sen düşündüğün yazabiliyor musun ben düşündüğümü söyleye biliyor muyum?
İki parti oyununda baskı -ne de olsa- hafifler bundan devrimcilerde yararlanır devrimci olmayanlar da bu memlekette karşı devrimcilere hayat hakkı yok!
Sen benim arkadaşımsın ülküdaşım olarak karşı devrimcilere katılamazsın senin yerin Halk partisidir.
Asıl şimdi Halk partisi “Parti” olacak böyle başlayan konuşma sürdü gitti ve bir adımda ilerlemeden kadehler kadehleri şişeler şişeleri kovaladı sonunda meyhaneden çıktık.
Ertuğrul Şevket eve doğru yollandı kolundan tuttum: Nereye gel hele!
Nereye gelecek mişim?
Nereyesin var mı söyledim sana vuruşacağız.
Çıldırdın mı sen Kemal bunca yıllık arkadaşım sın niye vuruşuyoruz?
Hala mı anlamadın yahu ya Serbest Fırkadan istifa edeceksin ya da ölesiye vuruşacağız seninle birimiz vuruştuğumuz yerde kalmacasına?
İtilene kakalana sövüşe sevişe Aksaray’ın yangın yerlerine geldik burada geceleri kuş bile uçmazdı karşılıklı durduk.
Ertuğrul Şevket gülüyor sarhoş olduğu için direttiğimi sanıyordu.
Oysa benim kararım gündüzdendi son defa sordum: Serbest Fırkadan istifa edecek misin?
Etmeyeceğim çenesine yumruğumu yedi bir eliyle çenesini yokluyor hala konuşuyordu:
Yahu delimi sin ne uğraşıyorsun benimle partiden ayrılsam ne olur ayrılma sam ne olur?
Çenesine ikinci yumruğu yeyince öfkelendi.
Bir adım geri sıçrayarak: Ama sen çok oldun dedi çenemi kıracaksın bu kadarda fazla!
Sonunda ikimizde düşmüşüz ayağa kalkamadan yerde vuruşmaya başladık, çünkü ayağa kalkmaya ikimizin de mecali yoktu.
En sonunda gülmeye başladık yediğimiz yumruklar anlaşılan aklımızı başımıza getirmişti, birbirimizin boynuna sarılıp barıştık” ve evin yolunu tuttuk.
İşte Atatürk devrimlerine bizim bağlılığımız böyle bir bağlılıktı, en yakın arkadaşımızın çizgiden çıkmasına razı olamazdık ölmek var dönmek yoktu devrimlerden!
Kemal Tahir eski günlere dalmıştı; biraz duralayınca sordum: Peki sonra?
Yeniden anlatmaya başladı: Sonra Sonrası yaman arkadaş!
Sonrası onuncu Cumhuriyet yılına girdik yangın yerinde dövüştüğümüz geceden bu güne kadar köprülerin altında çok sular akmıştı çok şey değişmişti kafalarımızda.
Serbest Fırka denemesi tepede ki, paşalar için sadece ‘başarıya ulaşmamış politik bir deneme’ idi ama bizim için anlamı büsbütün başka!
Ben ne için vuruşmuştur en yakın arkadaşım Ertuğrul Şevket’le?
Halk partisi devrim partisidir ilericidir, namusludur bu ülkenin yarını için çalışmaktadır?
Onu yarı yolda bırakıp başka karşı partiye gidemeyiz gidemezsiniz; istifa et birlikte aynı partide devrimler uğruna mücadelemizi sürdürelim diye derken partiler birbirleriyle kavgaya oturdular sonra belediye seçimleri geldi.
Gazeteci idik bütün olup bitenler ile yüz yüze yaşıyorduk birde baktık ki, belediye seçimi gibi siyasi büyük değeri olmayan bir seçim kazanmış görünmek için bile Halk partisi öylesine rezil öylesine aşağılık öylesine utandırıcı işleri göğsünü gere gere yapmaya başladı ki aydım!
Bunca namussuzluğu gözünü bile kırpmadan yapanların devrimci olmaları söz konusu olamazdı.
Çalıyorlar çırpıyorlar yalan dolan içinde yaşamak için yaptıklarını söylemekten haya etmiyorlardı!
Sonunda bütün pislikleri suyun yüzüne çıktı, arkadaş bizi de derin bir düşünce aldı!
Mahallede devrimi biz savunacağız ya öyle olmadı bu iş; mahallenin kopuğu esrarkeşi aldı bu görevi sırtına ve kapı kapı gezip serbest fırkaya oy vereceklerin iflahını keseceklerini açıktan açığa söylediler, hatta bunlardan biri bana gelmek gafletinde bulundu ve yediği tek yumrukla daracık sokağın ortasına boylu boyunca uzandı para ile tutulmuştu bu serseriler.
Bizim devrimci bildiğimiz bazı kimseler parayı partiden alıyor, yarısını ve belki de daha fazlasını cebe indirdikten sonra kalanını esrarkeşlere ayyaşlara yolsuz kopuklara dağıtıyor, bunun adı devrimleri korumaktı, daha saymakla bitmeyecek rezillikler yıkıldık velhasıl!
Ardından Serbest Fırka kapatıldı haydi bir ikinci rezillik bu partiye girmiş insanlar perişan oldular.
Devletin bütün düşmanlığı bunların üzerine döndü? Şehzade başında ki, aşçı dükkanı işleten bir Hamza ağa vardı;
Nasılsa bu da Serbest Fırka‘ya girmiş senmisin Serbest Fırka’ya giren!
Parti kapatıldıktan sonra dükkanına müşteri girmez oldu; Sonunda top atıp ömrünün son günlerini sırtında ipi ile hamallık ederek tüketti.
Halk partili olarak kendimle hesaplaşıyordum: Neydi bu Serbest Fırka meselesi?
Gazi Paşa’nın toplumu devrimler açısından sınaması mı yoksa bütün içtenliğiyle yavaş yavaş demokrasiye geçmek hevesi mi?
Eğer toplumu -devrimler açısından- sınaması ise ve belirecek devrim düşmanlarını ezip yok etmek ise ben kendi gözlerimle tepelenen devrim düşmanlarının (!) tepeleyen devrimcilerden daha namuslu olduklarını görmüş tüm namuslular temizlenmiş meydan namussuzlara kopuklara kalmıştı, ters işlemişti bu girişim Fethi Beyin adamları değil İsmet Paşa’nın adamları fiyasko vermişti ama cezayı Fethi Beyin adamları gördü.
Ben bu olayın karşısına çeşitli yollardan çıkıyordum bir kez sınama ne demekti?
Devlet’in aldatmaca yapmaya hakkı yoktur, eğer devlet milleti aldatabiliyor onu sınayabiliyorsa aldatmasına sınamasına sınır koymanın imkanı bulunamazdı.
O zaman devletle millet arasında ki, bütünlük kurulamaz yani açıkça devlet de millet de yok olurdu.
Gazi Paşa milleti sınadı dedin mi bu Gazi Paşa devlet adamı olarak sıfır demek olur ama Kuvayı Milliye günlerinde en amansız geçitlerinde Millet Meclisi kendisini bunalttığın hem de çok bunalttığı halde onu dağıtmaya yanaşmayan adamın kesinlikle “Devlet adamlığından” kuşkuya düşmeyiz!
Ne kalıyor geride Demokrasiye geçme hevesi bu geçiş sırasın da devrimlerin tehlikeye düştüğünü görünce attığı adımı geri almak zorunda kaldı.
Yorumumu; Eğer Gazi Paşa iki partili parlamenter sistemi denemek istemiş ve bunda tehlike görüp dönmüşse bu iki partinin ikisininde başında çok yakın iki arkadaşı var: İsmet Paşa ve Fethi Bey eğer bunların birinden biri Gazi Paşa’ya verdiği sözün dışına çıkmamışsa olayların böyle gelişmesi gerekir.
Eğer çıkmışsa çıkan kimdir, partisi kapanan Fethi Bey mi?
Fethi Beyi Londra Büyük elçiliğine göndermek için elinden bir daha iç politikaya girmeyeceğine dair senet alan Halk partisi genel Başkan vekili İsmet Paşa mı?
Fethi Bey perişan gittiğine İsmet Paşa kasıla kasıla kaldığına göre Fethi Beyin aldatması gerekli.
Ama gel gör ki, Serbest Fırka kapanmadan sadece iki gün önce Cumhuriyet Gazetesin de bu gazetenin sahibi Yunus Nadi Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir “Açık mektup” yazıyor.
Ve bu mektupta kendisine açıkça “Ya partinin başına geç devrimleri koru ya da biz sensiz bu işi yapacağız.” diyordu.
Böyle bir meydan okuma gücünü Yunus Nadi kendisinde bulamazdı?
Mustafa Kemal Paşa kendi kendisine meydan okuyacak değildi.
Öyleyse partiyi avucu içine geçirmiş İsmet Paşa Gazi Paşayı göreve çağırıyordu ne demek bu ya gelir işi götürürsün ya da biz seni yok sayarız!
Çok haklı nedenlere bassa bile böyle bir meydan okumanın kaynaklandığı güç ancak devlet gücü olabilir.
Demek İsmet Paşa bu dönemde devlet güçlerini ele geçirmiş ve Gazi Paşayı kenara itmeyi düşünebilecek kadar ileri gitmiştir.
Gazi paşayı o günlerde sarsmak kimin haddine küçük bir işareti gerçek bir devrimci gücünü çevresinde toplamaya yeterdi.
Bunu yapmadı politika yaptı arkadaşı Fethi Beyi İsmet Paşa’ya kurban verdi.
Fethi Beyle yola çıkan insanları da ezilip perişan olmalarına göz yumdu.
Sonra da -çok yıl sonra- İsmet Paşayı Başbakanlıktan alıp yerini Celal Bayar’a verdi!
Bu söylediklerim benim bu günkü düşüncelerim değildir.
O günlerde bu konuyu böyle ele alıyorduk görüyorduk demek istiyorum?
Velhasıl Serbest Fırka denemesi beni idealizmimin aldığım ilk yaradır.
Bu yaranın acısını duyarak ama çevreye fark ettirmemeye çalışarak Cumhuriyetin Onuncu yılına ulaştık.
Ben onuncu yıl dönümünde dünyanın yıkılmasını bekliyordum.
Devrimlere sahip çıkan millet öylesine bir aşk ve şevkle onuncu yılı kutlayacaktı ki, yer yerinden oynayacaktı.
Ama bir de baktım ki, tıss resmi gırtlaklar “Yaşasın” diye bağırdı ama elbette yırtınırcasına değil.
Birkaç balon uçtu bir kaç maytap fişeği parladı sonra sanki “Yurdu demir ağlarla örmemişiz” de ruhlarımıza demirden bir zindan örmüşüz.
Cumhuriyetten ve onun yönünde yapılan devrimlerden en az beklenen hayatını devrimlere adamış bir kuşakken derin derin düşündüm: Sakın yanılmış olmayalım?
Sanırım benimle beraber pek çok okumuş kişi böyle düşündü ve o yıllarda manevi açlığını doyuracak başka dünyalar aramaya çıktı ben de aralarındayım!
BOZKIRDA Kİ, ÇEKİRDEK
10 Aralık 1966.
Büronun kapısı açıldı ve Kemal Tahir’in lezzetli sesi içeriye doldu:
Yahu siz ne biçim arkadaş olacaksınız uyarmak yok mu dur, hele yahu, demek yok mu?
Yakamızdan tutup sana ne göründü de arkadaş sen böyle ediyorsun demek yok mu?
Peki, ne olacak bizim halimiz her şeyin bi başımıza mı üstesin den geleceğiz?
İki elinde iki kitap paketi kendini terazileyerek odaya girdiği zaman böyle konuşuyordu, kitapları kapının yanında ki, küçük masaya bıraktı elini yıkamak için musluğa giderken keyfin yerinde anlaşılan dedim.
Bir yandan ellerini yıkıyor bir yandan laf eriştiriyordu:
İnsanın sizin gibi arkadaşı olursa keyif mi kalır?
Tünel’den bu yana yol boyu düşündüm:
Yahu şu bizim arkadaşlar beni Ramazan meddahı gibi söyletirler; ama bana yarar bir işe gelince kodunsa bul.
Hele şu Alanguyu bir elime geçsin bunaltması benden!
Kemal’i kitaplarının dili ile yanıtladım:
Ne olmuş Allah’a şükür buradayız oğlumuz uyuz kızımız kuduz olmadı ya hele lafın gelsin!
Gülmeye başladı ama yakıntılarını sürdürdü:
Yahu biz aylardır aranızda “Bozkırda ki, çekirdek Bozkırda ki, çekirdek” diye gezinmiyor muyuz?
Gezindirse n’olmuş?
N’olmuş’u var mı bir Allah’ın Bozkırın hiç çekirdeği olsa bozkır olur muydu der mi bakalım?
Bozkırın yağmuru nafile olunca çekirdeği neden olmasın.
Kemal, bir yandan gülerek koltuğa otururken bir yandan da sekretere sesleniyordu: Sen bize bakma Süheyla kızım hele kahveyi eriştir!
Son bir iki haftanın çoğu gününü Alangu, ve Kemal’le birlikte geçirdim.
Kemal, Köy Enstitüleri üstüne bir roman yazacak Alangu bir ara Köy Enstitülerin den birin de hocalık etmiş gördüklerini Kemal’e anlatıyor, bende kulak misafiri oluyorum Kemal’in takılması bu yüzden.
Anlaşılan “Bozkırda ki, Çekirdek” romanı üzerine söyleyeceği taze şeyler var dört saate yayılmış bir konuşmayı ana çizgileriyle özetleyeceğim: Eğitim, bütünlük istersen devlet olarak okuttuklarının bir bölümü başka şey bir bölümüne başka şey söylemeye başladın mı namussuzluk edersin arkadaş Devlet ile Namussuzluk da bir arada barınamaz!
Namussuzluk politika ile bile barınamadıktan sonra Devletle barınabilir mi?
Köy Enstitüleri günlük politikanın eğitime bulaşmasından başka bir şey değil!
İsmet Paşa ‘Devlet’in şakası olmadığını bilir; ama milletin şakası olmadığını öğrenmesi için 1950 yılını yaşaması gerektir!
İkinci dünya savaşında İsmet Paşa’nın Türkiye politikası çok civelek bir politikadır.
Başlarda Almanlar, Fransayı bir kaç haftada çiğneyi verince İsmet Paşa’nın gözü Almanlara döndü.
Almanya’da Nazi partisi var, Türkiye’de Halk partisi?
Almanya’da Hitlerin sözü kanun, Türkiye’de İsmet Paşa’nın?
Almanlar ülkeyi ellerine geçirebilmek için her yere Nazi ajanı yerleştirmiş millete nefes aldırmıyor; İsmet Paşa şehirleri kasabaları Halk partisi halk evleri ile avucunun içine almış ama köyler boş.
Paşa askerlikten bir türlü kurtulamadığı için askerde çavuş rütbesine kadar çıkabilen açıkgöz köy çocuklarını bir kurstan geçirip eğitmen yetiştirmeye durdu ve bunlardan her birini bir köye yerleştirdi mi işte sana Almanların imrendirecek bir S S ordusu!
Bu eğitmenler köyleri avuçlarının içine alacakları ve Devletle bütünleşecekleri için memlekette sinek uçsa İsmet Paşa’nın haberi olacak; Hitlerde bunu görünce; aman bu ne yaman akıl nasıl akıl deyip İsmet Paşa’yı alnından öpecek!
Ama hesap yanlış çıktı, Almanlar, Sovyetlerin bozkırına yenildiler, Moskova’ya kadar gelmişken yüz geri olup çekilmeye başlayınca.
O zamana kadar sırtını sıvazladığı arkaladığı ‘Hadi göreyim seni’ dediği Turancıları deliğe tıktığı gibi bu kere yine aynı M. E. B (Hasan Ali Yücel) solcuların el üstünde tutan bir bakan haline getirdi ve Devleti sol rüzgarın uğuldadığı köy enstitüleri şampiyon yaptı.
Aslında Köy Enstitüleri sorununun temelinde işte bu rezillik yatar!
Önce savaşı Almanyanın kazanacağının hesabına yatırım yapılmıştır; sonra Rusların kazanacağı üstüne!
Ruslar savaşı kazanıp da üç Doğu ilimizle birlikte Boğazlarda üst istemeye bulaşınca?
İsmet Paşa fırt diye döndü ve İngiltere Amerika üstüne oynamaya başladı?
İsmet Paşanın sırtında yumurta küfesi yok almaya da vermeye de alışık değildir.
Biliyorsun, Almanlar 12 Adayı önerdiler içi gittiği halde almadı, Ruslara üç vilayet verir mi hiç!
Böylece İnönü için Köy Enstitüleri esprisi de ortadan kalktı.
Nitekim Demokrat Parti muhalefeti ağzını açar açmaz bu köy enstitülerini ağızlarını kapatmak için taviz olarak veriverdi; Çünkü onun gözün de verdiği şey fonksiyonunu çoktan yitirmişti.
Devlet Milleti kullanamaz oysa Köy Enstitüleri devletin millet kullanmasına örnektir ve de özgür örneklerden biridir!
Türkiye’de ki, kırk bin köyün sadece on bininde bile ilkokul yokken hükumet köye gidiyor?
Sana öğretmen okulları açacağım kızını oğlunu burada okutursan senin köyüne öğretmen olarak gelecek diyor.
Ama binasının yapılmasında yolunuzun açılmasında okulun kurulmasında çocuklarınız çalışacaklar yardım edecekler diye sırıtıyor!
Düşün bin yıllık aldatılmış Anadoluyu!
Devlete güvenini çoktan yitirmiş!
‘Kerim Devlet’ gitmiş yerine sömüren Devlet gelmiş suyunu kendin getir.
Okulunu kendin yap; ama yol vergisi ver, arazi vergisi ver, angarya ya gel ver oğlu ver!
Alışmış buna artık Anadolu köylüsü homurdan mıyor bile susuyor dehşetli susuyor!
İşte tam bu sırada Devlet köylünün kapısını -tahsildar olarak almak için değil vermek için- çalıyor ayağına öğretmen okulu getirdim kızın ya da oğlun öğretmen olup köyüne gelecek sana destek olacak diyor yani sulamaya başlıyor.
Bozkırda ki, çekirdeği toprağı eşeliyor sonunda çekirdek patlıyor arkadaş!
Bir filiz baş veriyor bozkırın göbeğin de çoğulu ile çocuğu ile kızı ile erkeği ile dağları deviren bir güç işe koşuluyorlar.
Koskoca binalar ortaya çıkıyorlar okul cıvıl cıvıl seslerle doluyor sonra?
Sonrasını biliyorsun: Stalin efendi şaşırıp toprak istedi, üst istedi diye, İsmet paşa muhalefete kurban veriyor, bu koca teşebbüsü ve Anadolu köylüsü bir kez daha aldatıldığını anlıyor!
Milletin kafasına Devletin kendisini aldata bileceğini bir kez girerse artık onu oradan çıkarmanın yolu kapanır.
Bir Devlet aldatmacasına olduğu için köy enstitülerinin kuruluşunu eleştiriyorum.
Bana sen Köy enstitülerine neden düşmansın diyorlar yahu ben Köy enstitülerine değil.
Bu enstitülerin kuruluş biçimine karşıyım, Devletin milleti aldatmasından yana değilim.
Devlete sorumsuzluğunun hesabını sormak istiyorum.
Böyle yaparsam politikadan paçamı kurtarırım diye aklın kesecek önünü sonunu düşünmeden ilk öğretimde eğitmen sistemini kuracaksın bölükte çavuş olan okur yazardan köy öğretmeni yapacaksın ona faşist bir eğitim vereceksin!
Turan efsanesini öğreteceksin salacaksın ortaya!
Derken sen hesabı yanlış yapmışsın faşistler değil Komünistler kazanıyor partiyi bu kez fırt dönüyorsun Marksist düşünceli olanları iş başına Turancıları cezaevine getiriyorsun.
Peki, bu gün cezaevine gönderdiğin tabutluklar da işkence ettiğin insanlar, dün sırtını okşadığın hadi göreyim seni diye gizlice göz kırptığın kişiler değil mi Hükumet olarak bu rezilliği nasıl yapabilirsin.
Bu Enstitülerin kapanması üstünden yıllar geçmiş hala bir takım sosyalist şaşkınlar, “Köy Enstitüleri” diye yazılar yazıp konferanslar veriyor.
Eğer sosyalist eğitimden yana isen işte sana Ortaokul ile Lisesi ile Üniversitesi ile binlerce okul!
Değiştir müfredat programlarını ve sosyalist eğitime başla!
Eğer bunu yapmaya gücün yoksa köy enstitüleri açılsın diye ne yırtınıyorsun?
Açılsa ne olur açılma sa ne olur?
İçinde bu müfredat programları okutacaksan adı öğretmen okulu olsa ne çıkar köy enstitüsü olsa ne çıkar!
Sen bu kafayı değiştirmedikten sonra Faşist olsan ne olur?
Marksist olsan ne olur?
Anlatıyorum, anlatıyorum ama bir türlü anlatamıyorum.
Akılsız hala köy enstitüleri açılsın diye tutturuyor, bilmiyor ki, zihni biraz açılsa köy enstitüleri açılmasa da olur!
O zaman ki, politik şartlar içinde köy enstitüleri açılış nedeni köylü çocuklarımızın doğal çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından yararlanarak en ağır işler de gaddarca çalıştırıp sömürülmelerinden başka bir sonuç vermeyen idealist çabalamalarının dramını verir.
Bu deneme Türk Aydınının Halk düşmanlığı değilse bile halka hiç acımadığını ortaya koymaktadır.
(Roman) Bir iftiraya kurban gitmiş bir köy enstitüsü felsefe öğretmeninin eli kelepçeli iki jandarma arasında hastaneye götürülüşünü ustaca bir anlatım ile başlar:
Felsefe öğretmenine kara çalan fizik öğretmeni bayanla jimnastik öğretmeni bay, ayak yolun da öpüşürken iftira kurbanı tarafından görülürler.
Kendilerini ele vermesinden korkarak önce davranıp öpüşmelerine tanık olan öğretmeni komünistlik ile jurnal ederler.
Ahmak ıslatan bir yağmur altında Ankara Zafer anıtı önünde eli kelepçeli felsefe öğretmeni yağmur altında felsefe öğretmenini götüren jandarmalardan biri arkadaşının matarasını trende unuttuğu için tutukluyu bekletir.
Islanmamak için onu bir saçak altına götürür, öteki bu saçak altıda Ankara’da ki, tek partinin genel sekreterlik binasına aittir.
O sırada partiye girmekte olan şişinmiş biri, jandarmaya (Böyle eli kelepçeli bir adamı gündüz vakti buradan niye geçiriyorsun, yasak olduğunu bilmiyor musunuz) diye çıkışır.
Jandarma arkadaşının unuttuğu matarasını hemen alıp geleceğini, söyleyerek boyunu büker.
Eli kelepçeli felsefe öğretmeni, yağmur altında yıkanmış zafer anıtında ki, sırtında mermi taşıyan köylü kadına bakarak, şöyle geçirir aklından: “Bu nasıl Batıcılık Atatürk? Sen atlısın avrat yaya! Beygirin taşıyacağı yükü de ona vurmuş sun?”
Bunları öğretmenle odasında da bir kez söylemiş olduğunu hatırlar o an iftiracılarda yargıç önünde bunu delil diye anlatırlar.
Ağır ceza yargıcı o duruşmada: Neden sana düşmanlık etsin arkadaşların?
Evine onlar koymadılar ya bu şiir kitaplarını?
Saygı isterim yargı yerine ne var bunda gülecek...
Öğretmen yargıcın bu çıkışmasını hatırlayarak yağmur altında yeniden güler ve içinden:
Ne mi var iki yıl ağır hapis sürgün ne kadar sevdiğimizi ancak cezaevinde anladığımız yirmi üç yıllık öğretmenliğin tan tuna gidişi daha ne olsun.
Halk partisi genel sekreterliği binasında genel sekreterliğim odasında kodamanlar oturmuşlar imalı sözlerle bir birlerine takılmaktadırlar.
İçlerinden biri telefonla merkez komutanlığını arayıp bir daha böyle eli kelepçe vurulmuş birini gündüz gözü buradan geçirilmemesini tembih eder.
İsmet Bozdağ.
Kaynakça:
1. İsmet Bozdağ. Kemal Tahir. Sohbetleri. Emre yayınları. Nisan-1995-İst.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder