Pazar, Haziran 07, 2020

KEMAL TAHİR ÜSTÜNE – DARMADAĞIN OLAN DEVLET

Çevre ve insan münasebetlerinde en güzel etkileşim örneği Kemal Tahir’dir. 

Marksist olduğu için 13 yıl hapis yatan Kemal Tahir aralarında yaşadığı ilk entelektüel grup Turancılar. 

İlk fikir dostları Atsız, Necdet Sancar, Arif Nihat Asya, Mükrimin Halil İnan vb. 

Birçok konuşmalarında bana bu dönemleri açtığı sıralarda; Atsızdan, Mükrimin Halil’den çok yararlandım onlar bana tarihi nasıl okunması gerektiğini öğrettiler demiştir. 

Tarih ona göre: Belli bir açıdan bakılmıyorsa hikayedir. 

Çünkü Hikayelerin çoğu da ya olup bitmiş olaylardan ya da olması mümkün olaylardan yararlanılarak yazılır. 

Tarihçi olup bitmiş olayları yazarken kendi değer ölçülerini kullanacaktır; Tıpkı bir hikaye, hikayesini kendi değer ölçülerini kullanarak yazdığı gibi. 

İnsan tarafsız olamaz: En azından kardeşinden, anne, babasından yanadır. 

İnsan içinde yaşadığı toplumdan yana olmaktan kurtulamaz. 

Böyle olunca tarafsız tarih yazmak insanı aşan bir olaydır! 

Tarihçinin fikir yapısını bilmeden yazdığı tarihi anlamak olası iş değildir! 

Kemal Tahir’in ilk tanıştığı gerçek işte bu gerçektir. 

Atsıza: Bencil, Zeki, Mükrimin Halil’e ayrıntılardan kurtula bilse büyük tarihçi değerlendirmesini yapardı. 

Daha sonraları Kemal Tahir Osmanlı hayranlığının bu ilk dostlarıyla hiçbir ilintisi olmadığını bana bir çok kez tekrarlamıştır. 

Anlattığına göre eğer Marksist olmasaydım Osmanlıyı hiç bir zaman anlayamayacaktı. 

Çünkü Osmanlı Padişahı materyalist açıdan yaklaşılmadıkça Batı krallığı gibi görünür; kıl kadar farkı kalmaz. 

Osmanlının sınıfsız toplum oluşu benim gözümü açtı dediğini  hatırlarım. 

Kemal Tahir daha Galatasaray’da okurken şiir yazıyordu ve Ahmet Haşim’e hayrandı. 

Şiir yazmak hevesinde başkalarından farklı olmak güç işe koşulmak eğilimi vardı. 

Bu içinde yaşayan aşağılık duygusunu yenmek çabasıdır. 

Kemal Tahir’de hayatta ezilmiş anne ve babadan geliyordu; Anne sarayda kalfalığa bile yükselmeden baş göz edilmiş  bir Çerkez kızı. 

Baba 1908 darbesi ile Saray Marangozhanesinde kazandığı rütbelerden ve aylığından yoksul kalıp sokaklarda iş arayan bir dülger! 

Bu ezilmişlik evin en büyük oğlu Kemal Tahir’e de ister istemez sıçramıştır! 

Nitekim ilk gençliğinde yazdığı şiirlerin büyük bir bölüm toplumda ezilmiş insanların hikayesi mersiyesidir! 

Şiire sıvanan kişi düz yazınında hakkından gelir! 

Kemal Tahir’de gençliğinin ilk yıllarında bile iyi bir düz yazı ustası olacağının işaretlerini vermişti; Hikaye yazıyordu pek çok hikaye yazmıştır bunların pek azı bugün elimizdedir. 

Konuşmalarımız sırasında: Pek çok hikaye yazdığını bunların çoğunda müsvedde kullanmadığını; bu hikayeleri mektupların da dostlara; Ya yayınlanmak için gazete ve dergilere gönderdiği için, elinde hemen hemen hiç bir şey kalmadığını yakınarak söylerdi. 

İşte Kemal Tahir’in ilk fikir süreci budur. 

Bu fikir sürecinin başka bir sürece geçmesi, Kemal Tahir’in ekmek  parasını çıkarmak için Babıali’ye yerleştiği günlere rastlar. 

Nasıl yoğun bir çalışma içinde olduğunu anlamak için kendi  anlattığı bazı çalışmaları hatırlayalım: Tan Gazetesine röportajlar yapıyor; Cumhuriyet Gazetesine hikayeler yazıyor. 

Karagöz Gazetesinin dört sahifesini her hafta bi başına dolduruyor. 

Karikatür ve Yedi gün dergilerine hikaye ve  roman tefrikaları yetiştiriyor. 

Halk ve gençlik tarafından çok tutunup okunan Bir Çalgıcının  Seyyahtı romanı da onun bu çalışmalar arasına sıkıştırdığı kitaptır! 

Söz dünyasına gönül vermiş sanatçılar neden vazgeçerler fakat şiirden vazgeçemezler ne işe  koşulurlarsa koşulsunlar onlar için şiir tek sevgilidir. 

Kemal Tahir içinde öyleydi ve Nazım Hikmet şairdi! 

Gerçi Kemal Tahir için Marksist dünyaya yabancı idi; içinde yaşadığı değer yargılarına ters düşüyordu ama Nazım Hikmet’e hem Marksist hem iyi şairdi onun boylu boslu yapısı şiirlerinde ki, erkek sesi tek başına kavgasını sürdürmesi en ince lirizm ile en katı gerçekleri dile getirmesi Kemal Tahir'i büyülemiş gibiydi. 

Tartıştılar sevdiler birbirlerini ve ölünceye kadar bu beraberlik bazı bölgelere rağmen sürüp gitti; Kemal Tahir’in ikinci süreci böylece başlamış oluyordu. 

Kendisine zaman zaman sormuştum Nazım Hikmet’le kaynaşıp Marksizm’e koşulunca eski dostların ile kopmuştunuz mu? 

Bu soru karşısında biraz dalar gider sonra uzak bir sesle cevap  verirdi. 

Kopuştuk sayılmaz eskiden buluşurduk sonraları rastlaşır olduk. 

Ayaküstü sohbetlerimizde birbirimizi incitmeyecek konular seçmekte özen gösteriyorduk derdi. 

Bu Nazım Hikmet hayranlığından doğan Marksist tutum platonik olmaktan ileri bir safha da değildi daha doğusu sistemler arasında bir bocalama yaşıyordu. 

Bana çok defalar: İşte Nazımın bana yazdığı mektuplar ortada Marksizm’den haberi bile olmadığı; sadece sloganlarla düşünmeye çalıştığı meydanda. 

Hem cezaevinde tezgah kurup mahpusların sırtından para kazanmanın hem komünist olmanın mümkün olduğunu sanıyordu.  

Marksizm’in bir hayat biçimi olduğunun farkında bile değildi. 

Benim kendine yazdığım mektuplar kaybolmamış olsaydı bu konuları kendisi ile tartıştığımı görecektiniz. 

Bunu söylerken böbürlenmek istemiyorum; sadece o dönemde ki, fikir fukaralığımızı anlatmak istiyorum demiştir. 

Kemal Tahir yürek ve kafa cengi başlamıştı fakat hayatının ağırlık noktası Nazım Hikmet çevresine artık kaymıştı. 

Polis kendisini izliyordu Kemal Tahir’de sözünü esirgemiyor henüz gerçek yapısını  kavrayamadığı Marksizm savunur görünüyordu. 

Bu dönemde Kemal Tahir’in Marksistliği bir şair coşkunluğun dan başka bir şey değildi. 

Toplumun göbeği sayılacak bir ortamda yaşıyordu iyisinde kötüsünde görüyor ve eleştiriyordu. 

Çevresinde adı Marksist çıkmış kimselerle dolu olduğu için Komünist olmuş çıkmıştı! 

Bir konuşması sırasında bana: Komünistlik suçundan 15 yıl hapse mahkum edildiğim gün kitaplığımı birisi elden geçirseydi yüzlerce sağ kitaba karşılık 5-6 sol kitap ya bulur ya bulmazdı demiştir. 

O kadar pisipisine 15 yıl hüküm giymişti. 

Bu mahkumiyetten sonradır ki, Kemal Tahir Marksizm iyiden iyiye öğrenmeye koşuldu. 

Çok az kitap bulabiliyordu çevresinde ki,  kimselerden Dr. Hikmet Kıvılcımdan, Nazım Hikmet’ten kaptığı fikirleri kendi görüş açısı içinde değerlendirerek geliştirmeye çalışıyordu. 

Daha sonraları Marksın Kapitalini Fransızcasından hak etmeye çalıştı! 

Fakat ne olursa olsun Kemal Tahir’in bu sınırlı Marksist eğitimi kendisine geniş bir fikir perspektifi oluşturdu öğrendikçe daha çok öğrenmek açlığını yaşıyordu. 

Marksizm mademki bir sosyal sistemdi sosyolojinin bir ürünü idi; Öyleyse ham maddesi Tarih’ti! Nitekim sistemin adı Tarihi Maddeciliktir! 

Öyleyse hem dünya tarihin hem ülkenin tarihini çok iyi bilmek gerekti Kemal Tahir’i tarih fikir budur! 

Dostlarına arkadaşlarına mektuplar yazdı ve kendisine tarih kitabı göndermelerinin rica etti. 

Özellikle Cevdet Tarihini arıyordu eski günlerinde Mükremin Halil Osmanlıyı en iyi ve en doğru anlatan Tarihçinin Cevdet Paşa olduğunu altını çizerek söylemişti. 

Cevdet Paşa, Batı’yı iyi bilen bir doğulu Tarihçi idi Osmanlının çöküş dönemini hem Batılı gözü ile hem Osmanlı gözü ile yazmıştı ama nihayet Osmanlı idi ve kazandığı kültürün içinden bakıyordu. 

Üstelik Osmanlıdan yana Osmanlıya toz kondurmaya kıyamayan bir yapıda idi. 

Oysa Kemal Tahir için gerekli olan Osmanlı devlet ve toplum hayatını yakından tanıma hangi sosyal süreçlerle gelişip tarihe gömüldüğünü araştırıp öğrenmekti. 

Bu ihtiyacını karşılayacak bir tarih daha vardı: “Tarih-i Ebu  Faruk” Mizanca Murat’ın Midilli adasında ki, sürgün günlerinde yazmaya başladığı fakat 1908 de sürgünlüğü bitince İstanbul’a gelip yerleştikten sonra bir daha eline almadığı 6 ciltlik bir tarihi vardı. 

Sürgünde yazdığı kendisine haksızlık edildiğine inandığı için Osmanlıya öfkeli olduğu yıllarda kaleme aldığı üstelik kendisinin de bir fikir kompradoru olduğu için Osmanlıyı yerli yersiz hırpalayan bir tarihti. 

Batı kaynaklarına itibar edilerek kaleme aldığı için karşıt görüş açısından Kemal Tahir’in işine geliyordu. 

Gel gelelim Kemal Tahir’in dostları bu tarihi bir türlü ele geçiremediler; çünkü çok az sayıda basılmıştı; Baskısı tekrarlanmamıştı; cildi bir arada bulmak define bulmak gibi güçtü! 

Bu yüzden Kemal Tahir bu kitabı ancak 1950’den sonra cezaevinden çıktıktan sonra görebildi. 

Sahaflar çarşısını altüst etmiş sonunda altı cildi tamamlayıp bir araya getirmişti. 

Kemal Tahir ziyaret edenler bu ciltlerden birini hemen her zaman masasının sağ köşesinde durduğunun farkına varmış olmalıdırlar. 

Kemal Tahir’in sadece bu iki tarihten Osmanlıyı kavradığı sakın sanılmasın! 

Batılı ve yerli birçok tarihi Kemal Tahir dikkatle okumuş not almış onları değerlendirmiştir. 

Bunu yayınlanan notların da çok yakından görmek mümkün o kadar dikkatle okumuş ve değerlendirmiştir ki, karşıt görüşlerden bir sentez yapmasını da becermiş ve hayatı boyunca bu sentezi sohbetlerinde dile getirmiştir. 

Kemal Tahir’in Osmanlı hayranlığı temelsiz değildir; belgelere dayalı bir Osmanlı kompozisyonu geliştirmiştir. 

Bu mozaik kompozisyonun bazı parçaları eksiktir. 

Osmanlı müverrihlerinin içinde yaşadıkları için tabii saydıkları bazı Devlet ve toplum yapılarını; Batılı Tarihçiler görmezden gelmekte çıkarlarına uygun düştüğü için kasten el atmadıkları günümüz tarihçilerinin gün ışığına çıkarmaya başlaması Kemal Tahir’i mest ederdi. 

Hiç unutmam Ahmet Mumcunun Osmanlı Devletinde Siyasetten Katı adlı doçentlik tezi çalışması yayınlandığı zaman sabaha kadar uyumamış kitabı bitirdiği zamanda bütün dostlarını çağırarak onlara Osmanlı üzerinde uzun bir konuşma yapmıştı. 

Osmanlı karanlığı bugünde sürmekte Osmanlı belgeleri kendilerini inceleyecek tarihçileri sabırla beklemektedir. 

Çorum cezaevindeyken arkadaşı Naci Sadullah kendisine Fransızca bir kitap gönderdi; kitapta Marksizm özetleniyor, inceleniyor, sisteme yapılan itirazlar tartışılıyordu. 

Kemal Tahir’in Marksizm üzerinde ki, düşüncelerini pekleştiren işte bu kitaptır. 

Daha önce ele geçirip okudukları hep bu düşünce çizgisini sürdürüp geliştirecektir. 

Marksizm madem ki, bilimseldi; madem ki, kaynağını dünya tarihinden Fransız Ansiklopedilerinden Alman sosyal yapısın dan ve İngiliz ekonomisinden alıyordu.

Acaba Türk tarihine Türk ekonomisine Türk entelijansiyasına ne ölçüde denk düşüyordu? 

Bunu araştırıp konu üzerinde bir karara varmadan ülke çapında yayılması siyasi sistem olarak benimsenmesi için gayrete koşulmasının bir anlamı olmazdı. 

Çünkü Batı toplum yapısı ile Doğu toplum yapısı arasında farklar vardı. 

Batıda mülkiyet hukuku vardı; Osmanlı toplumunda mülkiyet  hukuku bin sekiz yüzlü yıllarda Padişah 2’ci Mahmut döneminde yasallaşmıştı! 

Batı “Feodalite” denilen ve toprak köleliğini de içeren bir dönemden geçmiştir; Osmanlı toplumu ve Avrupa ülkeleri dışında kalan bütün ülkeler bu dönemi yaşayamamışlar; bu kabusu cenderesinden geçmemişlerdi. 

Batı 16’cı yüzyıldan bu yana İman toplumu olmaktan kurtulmuş akıl toplumu haline gelmişti. 

Oysa Avrupa dışında ki, bütün ülkeler hala iman toplumu sürecini yaşıyorlardı. 

Daha da bazı farklar yüzünden Avrupa’nın Kapitalist düzenine bir reaksiyon olarak doğmuş Marksizm acaba bizim toplumumuz da hangi ihtiyaçlarımıza cevap getirmekteydi? 

İşte Kemal Tahir’in ömür boyunca araştırıp soruşturduğu konu bu olmuştur. 

Bu çalışmalara cezaevindeyken başlamış öldüğü güne kadar bu yolda bulduklarını sohbetinde konuşmuş yazılarında parça  parça kullanmıştır. 

Osmanlı toplumu soylu sınıfı olmayan bir toplumdu Kapitalist sınıfı da yoktu, tek soylu Padişah tek Kapitalist yine Padişahtı! 

Soylular sınıfı ve Kapitalistler sınıfı olmayınca böyle bir toplum Mark’ın ileride oluşacağını umduğu topluma benzemiyor muydu?  

Osmanlı toplumu iktidarın soylular ve Kapitalistler elinde toplandığı Batı Devletleri tarafından parçalanmak istendiğine göre; Osmanlılar Batı toplumuna alternatif olarak geliştirilen Marksizm’e koşulacağına acaba Tazimatla neden düşmanının silahına teslim oldu? 

Bu hareket, bilinçli bir davranışımdır; yoksa batı ajanlarının tuzağına düşmek ki? 

İşte Kemal Tahir’i “Asya üretim tarzına” kadar götüren uzun çalışmaların hareket noktası. 

Marksizm’in ihtilal sonrası Devlet ve Toplum ilişkileri konusunda hiç bir öneri getirmemesi; Sistemin uygulandığı ülkelerde kan derelerini akması ve müstebit bir idare kurulması; İşçiler adına yapılan bir ihtilali yöneten idareci kadro içinde 15 entelektüele karşı tek bir işçi bulunmaması gibi olaylar düşüncesini bazı sorularla zaten dolduruyordu; Bu yetmiyormuş gibi Cila’sın Yeni Sınıf adlı kitabı ile işçi sınıfının ihtilal sonrasında kendisinin çözemediği; Üstelik burjuva sınıfı karakterinde yöneticilerden teknisyenlerden kurulu yeni bir sınıfın doğduğunu öğrenince çok kahırlandı! 

Çin’de Mao’nun ihtilal gerekçesini işçiden köylüye kaydırması denemesini büyük dikkatle izledi. 

Hele “Kültür İhtilal” ile toplumu tersyüz etme denemesine girişinde ha tamam! 

Mao Doğuda Marksın yolunu açtı diye epey ümide kapıldı ama sonradan: 

“Böyle bir rezillikten, iyi bir şey çıkacağı nereden aklımıza takıldı! 

Yuh bize deyip” pişmanlığını belli etti. 

Kemal Tahir’in “Entelektüel” üstüne sık sık söylediği bir cümle vardır: “Her sabah açtığımız gazete ya da okuduğumuz bir kitap sayfasında rastladığın bir gerçek seni o güne kadar bütün öğrendiklerini unutmaya alfabeye yeniden başlamaya zorluyor ve sen buna  razı olamıyorsan entelektüel değilsin. 

“Aydın” değilsin hatta namuslu bir okur-yazar bile değilsin!” 

Kemal Tahir böyle bir Aydın idi…

İsmet BOZDAĞ

Kaynakça: 1. İsmet BOZDAĞ. Kemal TAHİR sohbetleri Emre yayınları Nisan-1995-İST

TÜRKİYE KİMSENİN SÖMÜRGESİ DEĞİLDİR. 

7-Ocak-1965 

Bugün Sabahattin Selek’le Kemal Tahir’de buluşmayı kararlaştırmıştık; Sonra akşam yemeğin de orada kaldık. 

Kemal yemek boyunca ilginç konulara değindi. 

Bir ara dedi ki: Bizde her şey Devletten beklenir; onun içinde her şey Devletten gelir zaten. 

Başka memleketlerde ki, Devlet’le bizim Anadolu insanımızın Devleti bir değildir! 

Biz Devlete “Baba” deriz: Devlet Baba. 

Başka milletlerin dilinde böyle bir deyim yoktur. 

Çünkü o ülkelerde Devlet “Baba” değil Kahya’dır, vermez alır. 

Ama bizim memlekette hem baba hem babacandır. 

Belki de Anadolu insanı böylesine bir devlete alışık olduğu için bunun tam tersi olan Batı Devlet biçimlerine yüz elli yıldan beri direniyor bir türlü bu biçimleri içine sindiremiyor. 

Batı’da ve Doğu toplumunda devlet sınıflar olmadığı için sadece adalete dayanır adalet mülkün temelidir denmesinin nedende budur. 

Bizde her şey Devletten beklediğimiz için Devlet bir yerde ileri gitmeye mecbur kalmıştır. 

Buna karşı çıkanlar Devlet ve Devleti yapan kuvvetlerle beraber olmadığı için Devlet bir yerde ileri gitmek zorunluluğuna düşmüştür. 

Buna karşı çıkan güçler Devlet ve Devleti yapan güçler ile beraber olmadıkları için halkla beraber olmak zorunda kaldılar. 

Halkta başta eğitim olmak üzere birçok nedenlerden ötürü çağın gerisinde düştüğünden onu temsil eden partilerde geriye bazen çağın gerisine düşmüşlerdir. 

Nitekim ihtilaf partisi bu yapısı yüzünden hiçbir zaman Devlet'i tam olarak temsil edemedi. 

Gelelim Halk Partisine: Halk Partisi de Devlet’i temsil etmek için kurulmuş bir partidir. 

Fakat kuruluşunun yedinci yılında halkı temsil eden güçler tarafından yıpratıldığı için Mustafa Kemal Paşa “Serbest Fırkayı kurdurmak gereğini duydu. 

Fakat garip bir toplum kaderidir; İttihat ve Terakki Fırkası karşısında İtilafçılar nereye gitmişlerse Serbest Fırkada oraya gitmiştir. 

Oysa Halk partisi hırsızlığı sürdürüyordu. 

Karşısında ki, parti buna karşı çıkacakken bambaşka platform seçti ve geri fikirlere tutunarak çıktı. 

Çünkü  Devlet’i ilerici fikirler kadrosu olarak Halk partisi temsil ettiği için Serbest Fırkanın milleti temsil etmesi gerekliydi.  

Millet devlet çizgisine gelemediği için Halk Partisi ileri idi Serbest Fırka geride kaldı. 

Kazım Kara bekir Paşa'nın kurduğu partinin de kaderi aynı olmuştur; Bayar ve arkadaşlarının kurduğu Demokrat Parti’nin kaderi de bu çizginin dışına çıkamamıştır. 

Bütün bunların sebebi Türk toplumunun devletsiz yapamamasıdır. 

Başka memleketler de devlet olmayabilir belki toplum bir süre için bunu duymaz. 

Ama bizde devlet şarttır çünkü devlet her şey demektir! 

Biz bugün aksiyonda değiliz bize düşen hiç olmazsa doğruyu düşünüp bulmaktır. 

Bazı arkadaşlarımız Türkiye’nin Amerikan sömürgesi olduğunu söylemekten çekinmiyorlar. 

Bu ne demektir? Eğer Türkiye Amerika’nın sömürgesi olabiliyor sa çok daha kolay Rusya’nın sömürgesi olabilecek demektir. 

Çünkü Rusya Türkiye’ye daha yakındır; her iki toplumdaki ortak halklar. 

Sovyetlere bazı etkinlikler kazandırabilir yörüngesine alma gücü yüksektir. 

Benim inancıma göre: Türkiye ne Amerika’nın sömürgesi olmuştur ne de her hangi bir ülkenin sömürgesi olabilir. 

Gücü yetmeyip devleti yıkılsa bile Milletini yıkmanın imkanı yoktur. 

32 milyon insanız! 32 milyon insanın değil olumlu gerilla savaşına başvuran direnmesi olumsuz direnmesi bile insanı şaşkına çevirir! 

Demagojiden gürültüden yakamızı sıyırmaya mecburuz. 

Türkiye bu günde Amerika’nın sömürgesi değildir. 

Yarında Rusya’nın sömürgesi olmayacaktır! 

Arkadaşlarımızın böyle yazmaları iyi düşünmediklerini gösterir. 

Sol kanat yazarları ve özellikle İlhan Selçuk, Çetin Altan, İlhami Soysal, Türkiye’nin Amerikan sömürgesi haline geldiğini açık açık yazıyorlardı.

Kemal Tahir.

TÜRK SOLU.

Sol şimdiye dek siyasi polisin ucundakilerin izlenir ve baskısı altında sürekli tutulmaktan soluk alamaz duruma düşürül müştür bizim fukara solumuz. 

Aslında böyle korkunç bir engelle sürgit cebelleşmek zorunda bırakılan Türk solu kaçmaktan kovalamaya vakit bulamadığın dan bir türlü memleket gerçeklerine yönelememiştir. 

Her ağzını açışta fişlenip zindanları sürgünler boylamış buralardan fırsat bulabildiği zamanlarda çıkarcıların yurt içinde ve dışında el altından ve açıktan açığa çevirdikleri türlü oyunlara avlara iradeleri dışında yem ya da araç olarak kullanıla gelmişlerdir. 

Oysa Türkiye’nin polis neferiyle kovalamaca oyununa getirilerek çözümlenebilecek hiçbir sorunu olamaz. 

Bence Türk solunun bu yaşayan ölü durumundan kurtula bilmesi için ilk iş olarak kendisine gaddarca uygulanan amansız baskı çemberini kırması doğal ve Anayasal yurttaşlık haklarına kavuşmayı yeniden sağlaması yani kısacası sürekli suçluluk karmaşık içinde kovuşturma ve yargılarından kurtulup sıradan vatandaş durumuna gelmesi şarttır.

İHANETLER.

Bugüne dek yapılanlar hep aldatmaca ve İmparatorluğun yıkılmasını kolaylaştıracak şeyler ve bir anlamda ihanetlerdir. 

Ama bu ihanetler kimi bilerek kimi bilmeyerek alet olmuşlardır, sonuç fark etmez. 

Ali Süavi, en aşağılık en madrabaz tiplerden biridir. Karısı İngiliz’dir. 

Abdülhamit gibi akıllı bir padişahı parmağında oynatacak kadar zeki ve fettandır. 

Ali Süavi 7-8 Hasan paşadan odunu kafasına yeyip cartayı çekmesi çok isabetli olmuştur. 

Jön Türkler takımının alayı yabancılara alet olmuşlardır. 

Bunları dışarıda Mustafa Fazıl Paşa beslemiştir. 

Alayı da oradan buradan para almışlardır. 

Devirmeye çalıştıkları saltanatın parasıyla Londra’da, Paris’te yaşamışlardır. 

Dergiler çıkarmışlar oralarda aylarca yıllarca otura bilmişlerdir. 

İttihat Terakki kurucularında üç aşağı beş yukarı bunun paralelinde kimselerdir. 

Türk insanı daha eskiden de bütün entelektüellerin çok büyük  namussuzlukları yuttuğu devir de Türk halkı yutmamıştır. 

Ne İttihat ve Terakki namussuzluğunu yutmuşlardır. 

Ne de sonrakileri yutmuşlardır, biliyorsunuz. 

Bunları devrimci ilerici olarak almak ve gençlere örnek olarak tanıtmak gerçeklere aykırıdır kendimizi kandırmayalım. 

Türkiye’de Marksist temel kitapları yayınlandı hiç bir derde şifa olmadı. 

Yabancılar ve onların masalarının elinde toplumumuz amansız bir kertempereye getiriliyor, sağ-sol diye memleket çocuklarını iki kesim kampa bölüp sonra solu kendiler ininde el altından destekledikleri sağa kırdırıyor. 

Avrupa gazetesi: Türkiye’de Süleyman Demirel’e boyu eğmek  zorundadır buyuruyordu. 

Ortada döndürülen dolaplardan çevirtilen fırıldaklardan iyice anlaşılıyor bunlar bizi kurda kuşa yedirecekler, emperyalistlerin bizi gözden çıkardıkları her hallerinden belli.

HALK HAREKETİ.

Gerek Osmanlı Tarihi içinde gerek Cumhuriyet Tarihi içinde Halk Hareketi diye bileceğimiz bir sosyal patlamaya rastlamıyoruz. 

Bütün hareketler kadrolar tarafından yapılmıştır. 

Hep bildiğimiz şeyler oldukları için üzerinde ayrı ayrı durmuyorum. 

Kadrolar bazen doğruya çatmışlar bazen yanlışa düşmüşler. 

Doğruya çattıkları zaman ulusumuz için iyi sonuç lar ele geçmiş;  yanlışa düştükleri zamanda ulusça ziyan etmişiz. 

İşte jön Türk hareketinin getirdiği İttihat ve Terakki Cemiyeti kadrosu bütün vatan severliğine bütün idealist girişimlerine rağmen koca bir İmparatorluğu elden çıkarmamıza sebep olmuş. 

İşte bir Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oluşturduğu kadro yeni bir devlet kurmuş! 

Bu iki kadroyu da kuranlar az farkla hemen hemen aynı insanlar. 

“Birincide devleti elden çıkarıyorlar birinde yeni bir kuruyorlar.” 

Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulan bütün kadrolar hemen hepsi Saray’a karşı azınlığın örgütlenmesi olduğu halde Kuvayı Milliye kadrosu daha ilk baştan Saray’a karşı olmadığını açıkça söylemiş. 

Tersine Sarayı kurtarmak görevini üstlenmesinde başka dış düşmana karşı olduğunu açıkça belirtmiş anti emperyalist bir kadrodur. 

Bu anti emperyalist yapısını hazırlayan rezil Mondros Mütarekesi koşullarıdır. 

Bu mütareke Osmanlı İmparatorluğunu kesin biçimde tasfiye edip Türklerin Anadolu’nun ortasında boğulmuş bir vilayeti bırakınca o kadar işte. 

Saray’a karşı Batıcılık özgürlük meşrutiyetçiler üstünde oynayan kadrolar içinde bu istediklerini verebilecek bir saray kalma Milliye emperyalist güçlere karşı bir kadro oluştu. 

Bazıları Kuvayı Maliye’yi bir halk hareketi gibi görmek göstermek isterler. 

Bütün Doğuda ve Türk milletinin tarihinde tek bir halk hareketi  yoktur ki? 

Kuvayı Milliye halk hareketi olsun! 

Kuvayı Milliye, halk hareketi olsaydı! İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına ne gerek vardı? 

Hele kurulduktan sonra savaşta ölenlerden çok daha fazla insanı ipe çekmesinin bir anlamı olabilir mi? 

Kuvayı Milliye bir halk hareketi olsaydı Sakarya savaşı bir subay savaşı olmazdı. 

Kuvayı Milliye bir halk hareketi olsaydı Mustafa Kemal Paşa,  Büyük Millet Meclisinin karşısına dikilip savaşı kazanabilmem için Büyük Millet Meclisi olarak mevcut gücünüzü belli bir süre için bana devretmeniz gerekir, başka türlü sorumluluk kabul edemem demezdi. 

Bak bizim Sabahattin de (Selek) kitabında Kuvayı Milliye hareketini bir halk hareketi gibi göstermek istiyor hem de savaşta ölenlerden çok İstiklal Mahkemesi kararı ile asılanlar olduğunu yazıyor. 

Oysa bu: Hem dondurmayım hem fırından çıktım gibi bir laf oluyor düpedüz. 

Biliyorsun ben Anadolu ihtilali Kurtuluş savaşı 27 Mayıs ihtilali gibi deyimlerin karşısındayım. 

Anadolu İhtilali ne demek? 

Taa 1923 yılına kadar İstanbul’da bir Saray var, Hilafet var, ve Halife resmen devlet bütçesinden tahsisat alıyor. 

Sonra bunun adı İhtilal! 

Saray için tek kurşun bile yakmamıştır  ki, bu hareketi adına ihtilal diyelim. 

İhtilal dışarıya karşı olmaz ki, içeriye karşı olur. 

İçerde ki, güçleri Saray temsil ediyor ve Ankara hükumetin Saray’a karşı olmadığını pekiştire pekiştire söylüyor. 

O zaman ihtilal neyin nesi?  

Kurtuluş savaşı deyimi anlamı bakımından tam oturmuş değildir. 

Adı üstünde bir kez ele  geçeceksin ki kurtulasın! 

Türkiye hiçbir zaman Batılı düşmanların eline geçmiş değildir. 

Ankara’dan top sesleri işitilmiştir ama Ankara’dan sonrada başka Ankara’lar vardır. 

Ordu dağılmamıştır. 

Ankarada Meclis bir Hükumeti var. 

Bu Osmanlı'nın en küçük parçasında savaş sürüyor demektir. 

Kaldı ki, Mustafa Kemal Paşa Milli Misak diye bir vatan parçası  sınırlarını çizmiş ve bunun amaçladığını bütün dünyaya söylemiştir. 

Kendisi, Ordunun başında savaşıp dururken kurtuluş savaşı nasıl yapılabilir. 

Bu bir savunma veya saldırı halinde gelişen ulusal savaştır, Kurtuluş savaşı değil! 

Çünkü kurtuluş savaşı Devleti çöktürmüş bayrağı müzeye kaldırılmış özerkliği yok edilmiş bir ülkede yapılabilir. 

Çok şükür Türk milleti tarihinin hiç bir döneminde böyle amansız bir yere düşmemiştir.

Her zaman bağımsız bir devleti bir bayrağı olmuştur. 

Allah bu memleketi Kurtuluş Savaşından korusun! 27 Mayıs ihtilali deyimi de öyle ne demek ihtilal? 

Halkın bir fikir sentezi inanarak mevcut iktidara baş kaldırışı bir uydurma demokrasiden bir başka uydurma demokrasiye geçmek için ihtilal yapmaya ne gerek var? 

27 Mayıs’ta olup biten bir hükumet darbesidir, derken de bol keseden davranıyorum ha. 

Çünkü bir darbe yalnız bir tarafın tasfiyesi değil aynı zamanda aynı zamanda öteki tarafın iktidara yerleşmesidir. 

Ama 27 Mayısçıların ileri sürdükleri bu değil: Biz gidiciyiz diyorlar. 

Yeni bir Anayasa taslağı hazırlayacağız Milletin oyuna sunacağız sonra seçime giderek yeni Büyük Millet Meclisinin seçeceği iktidara teslim edeceğiz. 

Bu olup bitti de Darbe’nin bile koşulları tamam değil. 

Nasıl ihtilal diye biliriz o zaman?  

Ben bu düşünceleri söylerken bilimsel ve gerçekçi olmak başka hiç bir kaygım yok! 

Fakat benim fikrime karşı çıkanlar düşünmeye üşeniyorlar. 

Resmi mevcut durum korumakla kendilerini hükümlü görüyorlar. 

Her halde bundan bir çıkarları vardır.

SARI PAŞA.

Kemal Tahir’i yapıtlarında geçen kimi deyimi sanki kendi bulup yakıştırmış gibi (Sarı Paşa)’yı kullandı diye susturmaya kalkışanlar ve bu deyimi (küçültücü) bulanlar aslında yürürlükteki (uygulama) üzerinde hiç ağız açtırmak kalem oynattırmak istemeyenlerdir. 

Oysa dünyada her düşünce ve uygulama hele üzerinden yıllarda geçtikten sonra elbet eleştirilir ve eleştirmek gerekir. 

Üstelik (Sarı Paşa) yakıştırması Kemal Tahir’in kendi buluşu değil kağıt üzerine (Milletin Efendisi) olarak geçirilen Türk köylüsünün malıdır. 

Bilindiği üzere hangi konuda olursa olsun eleştiriye öz eleştiri ortamının açılması ne kadar gecikirse yanlışlar ve sapmalar o ölçüde büyümüş olur bütünü ile inançlara dayandığı kutsal kitaplarda belirtilen kalıplaşmış din kuralları bile insan aklı ve mantığının eleştirisinden kurtulamamıştır. 

Günümüzde bir düşünce ya da eylemin ayakta kalabilmesi onun her türlü eleştiriye dayanıklılığı ile ölçülmektedir. 

Bu günde yürürlükte ki, uygulamanın savunucusu görünenler. 

Aslında onu temel amaçlarına (atlama taşı) olarak kullanmaya çalışmışlar ve bunu dolaylı olarak karalamak için Kemal Tahir adını sanki ellerinden gelirmiş gibi karalamaya unutturmaya çabalamışlardır. 

Aslıda yürürlükteki (uygulamanın) birbirine karşıt tüm ideolojilerin amacına yapılabilme olasılığı onu başka düşün akımlarından bağımsız gerçek (uygulamadan) çıkarmaktadır.

POLİTİKA ve HERGELELİK

Politikada uzun zaman iktidarla beraber yürüyüp sonra hergeleliğe uğrayanlar hergeleliğe uğramadan önce birçok hergeleliklere bilerek ya da bilmeyerek alet olmuşlardır. 

Bilmeyerek alet olmuşlarsa sonunda uğradıkları akıbet aptallıklarından bilerek alet olmuşlar sa bu akıbet kendi kazdıkları kuyuya düşmüş olmak olayından ibarettir ikisine de acımak gerekmez. 

Politikada hergelelikten fayda ummak aptallıktan ya da çarpıp savuşucu olmaktan ileri gelir. 

Aptallıkla kapkaççılıkla iflah olmuşu ise hiç görülmemiştir. Hergelelerin politikayı kendileri ne yatkın bir zanaat görmeleri politikanın bir hergele zanaatı olduğundan değil politikacıların çoğunluğunun hergele olmasındandır. 

Burada politikacıların çoğunluğuna hergele denmiş olmanın tehlikesinden korkma malı çünkü hergele politikacılar bunu hakaret değil bir çeşit övgü sayarlar. 

Çünkü bunlar politikayı hergelelikten ayırmayı katiyen akıllarına getirmezler. 

Burada ki, olay marangozu marangozluğuyla övmek gibi olağandır. 

Politikada ki, hergelelik toplumun idrak seviyesine göre büyük ya da küçük gizli ya da açık olabilir büyük ve açık hergeleliklerin geçerli olduğu toplumlarda oyundakilerin yüzde ezici çoğunluğu hergele demektir. 

Bir toplumda büyük politikacıların anıları ilgi görmüyorsa toplum o politikacıların asıl gerçekleri açıkladığına inanmıyor demektir. 

Asıl gerçekleri açıklamadan anıları yayınlıyor görünmenin adına ne deneceği düşünülmeli! 

Gerçeklerin saklandığı dönemlerde ortamlar da ve toplularda herzeliğe çıkar sağlamak hala geçerli demektir. 

Hergelelik gerçekleri saklamak saklanamaz hale gelirlerse hiç utanmadan değiştirmeye çabalamak demektir. 

Herkesin karı olmadığı için hergeleler çoğu zaman zanaatlarını yürütürler bundan çıkar, sayılabilirler fukara politikacı kendisini büyük sanatın da üstünde sanır. 

İnsanlara hükmederken kendisini onlardan üstün sayması ne kadar yanlışsa sanatçıya da öteki insanlar gibi hükmede bilmesi daha başka bir bakışla; sanatçının hayatın da iyi ya da kötü etkileyebilmesi şaşırtır. 

Politikacıyı politikacı kolaya kaçmanın zanaatının vazgeçilmez şartı sanan yalın katılaştığının farkına ancak sanatla sıkı bağlar kurabilirse varır.

ARAŞTIRMACI.

Kemal Tahir örtbas edilen toplumsal gerçeklerimizi gün ışığına  kavuşturan önce analiz sonra sentez işlemini taraf tutmadan yürütmesini sağlık verirdi gerçeğin ortaya çıkmasında gösterilecek titizlik; 

Kılı kırk yararcasına belgelerin değerlendirmeye belki yazarının o günkü sosyal durumunu ve hangi maksatla bu belgeyi yayımladığını hesaba katmaya bağlıdır. 

Kemal Tahir’in ölümünden sonra yapılan bütün yayım içinde en dişe dokunumların biri Selim İlerinin (Haziran 1973) tarihli Yeni Dergide yayınladığı (Kemal Tahir’le konuşma) adlı yazıdır. 

Sağlığında Kemal Tahir’e yöneltilmiş sorular ve karşılıkları biçimin de düzenlenen bu yazı. 

Soru: Atatürk düşmanı diyorlar size söz gelimi (Yorgun Savaşı’nın) Atatürk’e karşı bir roman olduğunun sık sık tekrarlıyorlar.

Karşılık: (Yorgun savaşçı) bin dokuz yüz on dokuzları anlatır. Bin dokuz yüz on dokuzlarda dünyada Atatürk diye bir kişi yaşamıyordu ki, o kitapta ona karşı olabilsin. 

Aslında ben ne Mustafa Kemal’e ne de Atatürk’e karşıyım, Atatürk de Mustafa Kemal de bizim toplumumuzda bazı işler yapmış bir asker Paşasının önce ve sonra taşıdığı addır. 

Biz Ganalı kabile toplumu değiliz tarihimizde de bu günkü hayatımızda da çok çok Paşalar vardır. 

Bu nedenle her hangi bir Paşa’ya da Paşalar gurubuna karşı olmak zorunluluğunu şimdiye kadar hiç duymadım şimdiden sonra duyacağımı da hiç sanmıyorum. 

Benim karşı olduğum bilmedikleri halde (Kemalizm) sözünü en sık kullananların bir düşünce sistemi olarak atanların dünyada ki, bütün (izm’lere) karşı olduklarını aralıksız tekrarlamalarıdır. 

Soru: Terimlerde anlaşmazlık doğuyor galiba siz kişilere değil bir anlayışa katılmıyorsunuz? 

Karşılık: Bence bir topluma yapılacak en büyük kötülük o toplumun kişileri ve zümreleri arasında anlaşmayı imkansız kılmaktır. 

Bu da ancak bir yolla olur o yol hepimizin kelimelere sözcülere keyfimizin istediği ya da çıkarlarımızın emrettiği bağımlılıklarımızı buyurduğu anlamları vermeye yeltenmektir. 

Böylece Mustafa Kemal’e değil hiç bir ekonomik sosyal politik ve kültürel dayanağı olmayan (Kemalizm)’e karşı olduğuna kesinlikle değinmiş oluyor. 

Kemal Tahir’in kitaba olan sevgi ve saygısı her şeyin üstünde idi? 

Fuat Köprülünün zengin ve ünlü kitaplığını Amerikalılara sattığını öğrendiği zaman hırsından saçını başını yolmuş böyle bir satışın bir tür vatan satışı olduğunu söylemişti. 

Eski yazının bırakıp Latin harflerine dönülüşünün toplumsal gerçeklerimize indirilmiş en yok edici vuruş olduğunu ve geçmişimizle aramızda ki, kültürel köprüyü yıktığını bizi piç gibi ortada bıraktığını belirtir. 

Bir milletin külah değiştirir gibi harf ve dil değiştiremeyeceğini yazı ve dilin milleti geçmişine geleneklerine ulusal düşün sanat ve kültürel varlığına bağlayan en güçlü bağlar olduğunu söylerdi.

BATILI OLMANIN (Hristiyan olmak)

İkinci dünya savaşı ile birincisi arasında nicelik ve nitelik bakımından pek büyük fark yok yalnız ikinci dünya savaşında Emperyalizm en son ve en korkunç gırtlaklaşmasını sürdürdü. 

İnsan derisinden pörsümen insan yağından sabun saçından fırça yaparak canavarlıkların doruğuna vardı. 

Bu dönem Batı uygarlığı dediğimiz son sistem yok edici makinelerle bezenmiş Atom hidrojen bombalarıyla tepesine kadar pisliklere batmış Avrupa uygarlığının tüm çöküş ve çürüyüş dönemidir. 

İşte biz böylesine can çekişen leşi yerlerde sürüklenen bir Batı’nın peşinden koşuyor ve hala ona benzeyelim ona dönelim diye kendi gerçeklerimizi çiğniyoruz akıl alacak iş değil bu! 

Biraz aklımız başımıza devşirsek böyle bir korkuluğun peşine düşermişim hiç? 

Burada sözü Toynbee’ye getiriyor: 

Evet Toynbee der ki: Tam Batılı olabilmek için Hristiyan olmak şarttır. 

Rusya’nın geç de olsa Batılı olması aslında Hristiyan olmasındandır. 

Türkiye’nin Üçüncü Selim, İkinci Mahmut ve en son Mustafa Kemal devirlerinde girişilen Batılılaşma hareketlerinin sonunda başarısızlığa uğraması Müslüman oluşlarından ileri gelmektedir. 

(Yine Toynbee, Mark, Engels de su katılmamış Batılı idiler) der. 

Toynbee Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik yapısına değinmekle yetinmiş ama temeline kadar inmemiştir. 

Bu Toynbee İngiliz Emperyalizminin en hinoğlu hin adamıdır. 

Hindistan’ın İngilizler tarafından sömürülmesini tarihi bir zorunluluk olarak yutturmaya çalışmıştır. 

Daha on dördüncü Lui döneminde pisliklerini ömürleri boyu su yüzü görmeden türlü kokular sürünerek örtmeye çalışan Avrupa’ya yıkanmayı hamamı Osmanlılar öğretmişlerdir tarih bunu böylece bildirir.

KEMALİZM

Kemalist sistem: Prof. Duverger, (İntitutions Politiques et Droit Constitutionel) 

Adlı kitabında Kemalizm’im de ele almıştır. 

Duverger’ye göre; “Kemalist sistem aslında tek partili otoriter bir sistemdir, eklektiktir. 

Bir birleriyle çatışan çeşitli eğilimleri sinesi de toplar. 

Doktrin haline gelmemiştir. 

Çünkü ekonomik dayanaktan yoksundur. 

Zaten en büyük yetersizliği de ekonomik açıdan ileri gelmektedir. 

Ekonomik temele dayanmayan reformlardan köksüz kalmıştır.”

Kaynakça: Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal TAHİR Hulusi Dosdoğru

HALK ve AYDIN.

Halk yığınlarını karşısına düşen aydınlar eğer amaçları bu değilse bütün işlerini güçlerini bilhassa hazır parlak fikirlerini bir yana bırakarak buraya nereden nasıl niçin geldiklerini derin derin durumlarını açığa kavuşturacak bir çıkar yol bulmalıdırlar. 

Karşılarında kalan halk aydına göre bu aydın kendini ne kadar ileri (!) sayarsa saysın yüzde haksız olamaz. 

Bu halk kimilerinin sandığı gibi bir yabancı İmparatorluğun zorla köle edilmiş ve yüzyıllar boyu zorla çalıştırılmış bir köle halkı değildir. 

Dünyanın en büyük İmparatorluğunu kurmuş bu İmparatorluğu kökleştirip geliştirmiş en az altı yüzyıl kanıyla canıyla aklıyla malıyla savunup yaşatmış kahraman soylu bir halktır. 

Bu özelliğiyle pek çok paşa görmüştür, bunların iyisini de kötüsünü de pek çok görmüştür. 

Hiç bir Paşa ne yapmış olursa olsun bu halka Allah olacak Allah tanıtılacak güçte sayılamaz ancak ödevini yapmıştır.  

Buna karşılık biz ona ne kadar Şan Şeref vermişsek o kadarda eleştirmek hakkı kazanmışızdır.

1960-1970 yılları da hem bozuk düzenden söz edeceksin hem de bu bozuk düzenin düzelme çaresinin Kemalizm’de olduğunu yutturmaya çalışacaksın. 

Bunu önce bütün orduyu önüne alarak yutturmanın mümkün olduğunu umacaksın kendin gibi bir kaç alığında ardına katarak zinde kuvvetler yalanıyla meydana çıkacaksın sonra ordunun zinde kuvvetler diye yekpare olmadığını ensende boza pişirerek sana anlatacaklar çadırı biraz daha aşağıya kurarak. 

Albayları aldanırlar sanacaksın sökmeyince kıçın kıçın gerileyerek yedek subay adaylarına kadar düşeceksin. 

Fikirde kalpazanlık bütün toplumu aptal saymadıkça baş vurulur rezillik değildir. 

Kendisi inanmadığı halde bir fikri başkaları inanıyor sanarak savunmaktan daha beteri yapmaya çalışmaktan pis namussuzluk olmaz. 

Asıl orospuluk iyi bilmediğin gerçekten inanmadığın fikri savunmak daha beteri yapmaya çalışmaktır. 

Foyası kolay meydana çıkacak olduğu için aynı zamanda aptallığında ispatlar. (Aptallığı yani aptallığın şiddetlisi olan aptal kurnazlığı) 

Cumhuriyette 1927’de Mustafa Kemal’in Halk Partisi kurultayında okumak için yazdığı Büyük (!) hakikaten büyük Nutukla başlar. 

Bu Nutuk yenilip yere serilmiş muhalifleri bir kere daha çiğnemek için düzenlenmiş gayet kaba bir politikanın belgeselidir.

YALANLAR VE TARİH.

Kemal Tahir Diyor ki: Yalanlar üzerine bir tarih kurulamaz İmparatorluktan söz etmeni yasaklanmasını aklım almıyor bu nasıl iştir? 

Herkes kendi tarihi ile öğünürken bizim Osmanlılığa karşı düşmanca davranışımız kendi kendimize ihanettir. 

Sonra öyle bir durum tasavvur buyurun ki hem İngiliz hem Amerikalılar hem Ruslar hatta bir vakitler Hitleri öğüt göklere çıkarıyor. 

Bu nasıl bir durum olmalı ki, herkesin işine yarıyor da asıl galiba bizim işimize yaramıyor. 

Ben bunları söylerken elbet yeniden İmparatorluğa dönelim İmparatorluğu kuralım demiyorum. 

Bu imkansız artık ama dünyada her kesin beğendiği ve takdir ettiği bir İmparatorluğu reddeden yalnız biz kaldık, bu kadar kendi mazisi ile çelişik duruma getirilmiş bir toplum düşünülemez. 

Fransa Napolyon’u her zaman İmparatorluğu asla elinin tersiyle itmez. 

Bizim Orta Doğu’da ve Balkanlar’da beş yüz yıllık bir denge sağlama yetkimiz vardır. 

Bunu bütün Dünya bilir ve hayranlıkla karşılar bize bu görev verilmiştir. 

Biz Doğuluyuz Batının Doğuda ki karakolu haline gelemeyiz. Bu bizim yapımıza aykırı bir iştir bütün bunları hesaba katmalı ve şimdiye kadar olanlar serinkanlılıkla ele alınmalıdır. 

Bizim Kıbrıs’tan hak talep etmemiz de Osmanlı’dan kalma bir meseledir. 

Biz nasıl olur da İmparatorluğunun harisliğini reddedebiliriz. Bizim Doğulu olduğumuzu Osmanlı olduğumuz yeniden idrak etmemiz zamanı gelmiş geçiyor, bütün çabamız bu yönde olmalıdır. 

Bizi halkı gözünde küçük düşüren yok saydıran ister burjuva sosyalist olalım, Batıllığımızdır. 

Gerçeği örtbas etmeninde bağışlanmaz bir suç olduğunu gerçekleri kedi pisliğini örter gibi örtmeye çalışmakla hiçbir şeyin üstesinden gelinemez. 

Ve de yalancının mumu ne kadar dürt elenirse dürtülensin ancak yatsıya kadar yanar.

EŞKİYA SORUNU

Eşkıyalık üzerine Kemal Tahir’in görüşleri

Soru– Eşkıya olayı tarihi süreci etkileyen bir nedeni mindir? 

Cevap– Eşkıyalığı hırsızlıktan ayırmaya imkan yoktur. 

Bu sebeple hiçbir hırsızlık olayda tarih etkileyemez.

Soru– Üretim şekilleri içinde eşkıyanı gelişmede bir fonksiyonu var mıdır? 

Cevap– Eşkıyalık olan yerde üretim şeklileri son derece zayıftır, çünkü hiç kimse deli olmadıkça soyulacağını bilerek üretim yapmaz.

Soru– Eşkıya sorununun irdelenmesi toplumsal yapılara ne tür yenilik getiriyor?

Cevap– Yukarıda söyledik, toplumun merkezi Devlet gücü çeşitli iç ve dış sebeplerle zayıf düşmüştür ekonomik ve sosyal kanunlar bu yüzden yürüyemez hale gelmiştir. 

Her çeşit hırsızlık alıp yürümüştür. 

Burada eşkıyalık dönemlerini yanıltan nokta haksızlığa uğrayan ve kanuna sığınamayan kanun tarafından himaye görmeyen bir kaç gözü pek insanında kanunun işlememesi zorunluluğu altında geçici olarak eşkıya gibi davranmış görümelerindendir. 

Oysa bunlar devede kulaktır asıl bunları eşkıya gibi davranmaya zorlayan yani toplumun yaşama düzenini işlemez hale getirenler çoğunluğu teşkil eder hakiki rezil takımı soyguncular ve eşkıyalardır.

Soru– Sanatla eşkıya arasında ki bağ nedir? 

Cevap– Herhalde sanatçının içinde eşkıyalara karşı duyduğu yakınlıktır, ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum ruhunda arta kalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla soyguncularına karşı hayranlık duyar “Burada ruhunda arta kalmış barbarlık duygusu” ne dereceye kadar işler bilemem.

Soru– Osmanlı toplum yapısında eşkıyanın ortaya çıkış nedenleri sizce nedir?

Cevap– Osmanlı merkezi devleti güçlü olduğu dönemler de her çeşit eşkıyalık sağlam yapılara sahip toplumlarda olduğu kadardı, Osmanlılar güçlü oldukları dönemlerde hiçbir eşkıyayı uzun süre yaşatmamışlar cezası bırakmamışlardır. 

Merkezi devlet bilinen tarihi sebeplerden güçten düştükten sonra ise eşkıyalık devleti yıkacak bir güç olarak iç ve dış düşmanlar tarafından aralıksız kullanılmıştır. 

Bunun son iki yüz yıllık tarihimizde Rumeli’de Anadolu’da örnekleri çoktur: 

En taze örneği İzmir çevresinde Abdülhamit zamanın da çıkıp on beş sene aralıksız soygun yapan Çakırcalı denen namussuzdur, Çakırcalı İngiliz ajanı idi, İngilizci olduğu söylenen eski sadrazamlardan İzmir Valisi Kamil Paşanın oğlu Sait Paşa tarafından bilhassa İzmir İngiliz Konsolosluğu tarafından sürekli olarak korunurdu. 

Nitekim Abdülhamit indirilip şartlar değişerek Memleketin kaderi İttihatçılar tarafından Alman Emperyalistlerine bağlandıktan hemen birkaç ay sonra bu Çakırcalı denilen namussuz bir zaptiye müfrezesi tarafından tepelenmiş ayağından bir ağaca asılarak halka gösterilmiştir. 

Türkiye’de eşkıya ağalar ve eşraf tarafında kullanılmıştır, bunlar zenginlere karşı fakir ve orta halli halkı tutması mümkün olamaz. 

Destanları türküleri çalıp söyleyen saz şair denilen serseriler Devlet otoritesinden korkmayan ağa eşraf ve ayan odalarında çalıp söyleye bilirlerdi. 

Ağa sofrasında geçinen şair denilen serserilerde köylüye zulmeden küçük eşkıya çeteleri gibi ağaların soyguncu mültezimlerin köpekleri idi.

Soru– Eşkıyalık tarih içinde zorunluluğu doğurduğu olay mıdır. 

Yoksa kişilerin iç şartlarının oluşturduğu bir baş kaldırmamı mdır.

Cevap– Eşkıyalıkta kişinin suça yatkınlığı da söz konusudur,

Soru– Eşkıyalık meşru bir itilme mimdir? 

Cevap– Hiç bir suç meşru değildir. 

Aynı sonuç vermez her insanda cemiyet suçludur derler yanlıştır, bir suçun meşru olabilmesi için bütün insanların Padişahtan dilenciye kadar o suçu işlemesi gerekir. 

Cemiyet kabahatlidir diyenler yanılıyorlar, suçluların kendilerini kurtarmak için orta sınıf aydın tabakasını aldatmak için ileri sürdükleri bir mazerettir. 

Rahmet yolları kesti romanı bitişinde yakalanan eşkıya bozuntusu sorguya götürülürken seyircilerden iki Ankaralı tüccar aralarında şöyle konuşur.

İki kişiyi öldüren şu önde ki, kara kazık. 

Belli herifin suratında hiç nur var mı baksana domuz suratı. 

Arkaları sıra yürüyen itlerimi ne? 

İtleri değil enikleri. 

Bu nasıl memleket ki, bu piside eşkıya niyetine tutup demire vuruyorlar. 

Sungurlu eşkıyası da Çakırcalı gibi olacak değil ya işte el verir. 

Peki, bil bakalım bunlar yanlarında neden gezinirler? 

Bilmeyecek ne var! 

Köroğlu hesabı bunlara da dağ başında bir ayvaz lazım Ayvazın vazifesi? 

İnce hizmet efendi. 

Gayetle zor bir hizmet kitabın Ayvazı bir dünya güzeli imiş? 

Zülüfleri bir güzel hani bunun zülüfleri? 

Sen bunun zülüflerini asıl Çorum cezaevinde görmelisin. 

Bu oğlan mahpushanede açlıkta gemini geveleyen çok Müslüman’ın duasını alır. 

KİM TÜRK AYDINLARIN ÖZELLİĞİ

2.7.1972/Cuma.

Yazarlarımızla düşünürlerimiz henüz 1972’lerde düşüncelerini duygularını dünya görüşlerinin çok kaba taslağında debeleniyorlar. 

Bu söz kara cahil dememek için nezaket göstermek anlamına gelir. Fikirlerin kaba taslağında olgunlaşıp incelemesisin de debelenen bilgisizlerdir ki, ancak bizde ki, dil sadeleştirmesiyle beraber yürüyebilirler. 

Türkiye son yüzeli yıldır iki ayrı efendiye uşaklık eden bir bahtsıza benzetilmiştir. 

Burada ki, uşaklar, aydınlarımız, bürokratlarımız öncelikle de yazarlarımızdır. 

Bunlar eski kültürü bırakmışlar yeni kültürel Batılılaşma dediğimiz maskara yutturmaca ya bile güç yetirememiş zavallılardır. 

Bilgisizlikleri bu iki ayrı efendinin  gönlünü etmek için debelenmelerinden geliyor. 

Eskiyi bıraktığımız için incelikleri yitirdik sözüm ona yeniyi uyguladığımız biçimde Batılaşmayı kavrayamadığımız için ona kaba taslağında bile yanaşamadık durum böyle olunca dilde bütün ayrıntıları silip atmak bilgisizliğimizin kolayına gidiyor bu alıklığı köklerden üretmek diye örtbas etmeye çabalıyoruz.

GERÇEKÇİLİK.

Gerçekçilik (Realizm-Realisttik) dünyadan umudunu kesmemiş kişilerle insan toplumlarının er-geç varıp dayanacakları bir “Kendinden başlayarak dünyayı yeniden arayıp bulma genel bünyesiyle beraber dünyayı kökten değiştirme” gerçekliğin ilk adımıdır. 

Bu “Var mıyım yok muyum” sorusuyla başlar ki, bu soruya bundan dört yüz küsur yıl önce düşünüyorum öyleyse varım karşılığı vermiştir. 

Bunun önemli yönü insanoğlunun gerçekleri aramaya kendi kişisel gerçeğinden eliyle yoklaya bildiği sırtında taşıdığı maddi gerçeğinden şüphelenmekle işe giriştiği ilk bakışta (…) gibi görünen bu adımdan sonra insanoğlunun gerçekçi olmaya çabalaması keyfi bir iş değildir. 

Yani insanoğlu gerçekçiliğe gönül hoşluğuyla güle oynaya eğlenceye gitmez. 

Çünkü eski inançları bırakıp yenisini aramak önünü ardını düşünmeden konuştuğumuz sıralarda ileri sürüldüğü kadar kolay değildir. 

Çünkü eski inançlarını artık bu inançların ise yaramadığını sezmek için gerçekten çok iyi çok derinden bilmek şarttır. 

Ben var mıyım, yok muyum diye açlıkça bir soruyla işe girişmesi demek toplumda kendisine onurlu bir yer yapmış olan bundan önce ki, bilgilerden vazgeçmesi bir dönemeçte kendisini bir anlamda “Kara cahil” saymayı göze alması demektir ki, tarihte buna çok az insanoğlu gerçekte göze alabilmiştir ama ala bilmiştir. 

Gerçekleri dış görüntüleriyle yetinmek gerçeklerden kaçmanın en sefil biçimidir. 

Gerçek gerçekçilik, Yalancı gerçekçilik, Gerçekçilikte insanda olduğu gibi toplumlarda da çok önemli bir gelişmedir, aşamaların temel şartıdır. 

İnsanlar için olduğu kadar toplumlar içinde kendilerini romantizme hayal presliye gerçekten kaçmaya bilerek kaptırmak büyük tehlike değildir. 

Asıl büyük tehlike tek kişiler içinde toplumlar içinde kendilerini gerçekçi olmadıkları halde yüzde yüz gerçekçi saymalarından gelir. 

En büyük yanılmaların kaynağının bu yalancı gerçekçilikte aramalı. 

Çünkü kendisine yalancı gerçekçiliğe bilmeden kaptırmış insanlar gibi buna hiç kuşkusuz kendisini kapıp koy vermiş toplumlarda bu çizgide bütün kurtuluş kendilerine gelsin imkanlarını kaybetmiş olurlar. 

Bu yaşama çizgisinde sayılı istatistikler sayılara dayanan planlar başta olmak üzere fizik kanunları hatta kimya formülleri tabiat bilimleri bile gerçeğe karşı işler yalancı gerçekçiliği güçlendirir. 

İnsanın ve toplumun kendisini gerçeğe karşı aldatmasını sağlar sürdürür. 

Bizde ki, özelliği: Her kez kendi değişen gerçeğini arar. 

Bizde birde Batılaşmadan gelen aldatılma belası vardır. 

Biz çoğu zaman kendi gerçeğimizin yerine Batıdan aktarılan şeyleri koyarız. 

Bunu da çoğu zaman farkına varmadan yaparız. 

Gerçek zaten değişken olduğu için zor tutulan zor anlaşılan anlaşırken yeniden değişen bir şeydir. 

Bunun birde yabancı gerçekle yer değiştirir halde olması gerçekçinin işini zorlaştırır. 

Batılılaşma bilmediklerimizi almak anlamında işimize yaraması gerekirken bizim için birde bildiklerimizi bırakmak yani unutmak gereği haline getirilmiştir. 

Böylece iyi bilmemiz kolay öğrenmemiz gerekli olan gerçeklerimizin yerine zor sezmemiz ve zor öğrenmemiz olağan olan yabancı gerçekleri koyarak gerçekçi olmak imkanımızı büsbütün zorlaştırıyor. 

Batının gerçeklerimizi yakalamak inceleyip eleştirerek onlara akıl erdirebilmek için Batıdan araç almak (metot almak) başka bir şey bilimsel gerçekler yani sonuçlar hep birdir diye kalkıp almak başka bir şeydir. 

İki yüz yıldan beri bize zorla kabul ettirilmek istenen bizim bir takım Aydınlarımızca da kendilerini ve çevrelerini zorlayarak kabul edilmek istenen, Batıdan kalıp halinde gerçekler aktarmak sonra memleketimiz tarihinde yaşayışımızda bir takım uydurmalarımız da bu gerçeklerin benzeri olduklarına ispata çalışmaktadır. 

Gerçeklerden kaçış bir bakıma yenilgidir. 

Toynbee: Geçmişi bilirsek geleceği de biliriz. 

Ancak insanları ileride nasıl davranacakların kesinlikle kestire bilirsek doğrudur. 

Bu sebeple de bu kestiriş çok önemlidir. 

Çok yararlı sonuçlar verebilir. 

İnsan gerçeklerini görmezden gelmek onları faydalar umarak çarpıtmak er-geç cezası çekilecek bir suçtur. 

Aynı zamanda düpedüz ahlaksızlıktır da. 

Tarihten kaçmak namustan doğruluktan bilgiden kaçmaktır. 

Tarihten sıkılıyorsanız kendinizi ya merak etmeyecek kadar budalasınız ya da hatırlamaktan korkacak kadar suçlusunuz (alçaksınız). 

İnsanın dramı kişiseldir. 

Ama kişiliğinden değil toplumsallığın dan gelir. 

Bir şeyin insansı olup olmadığını anlamak isterseniz dramatik olup olmadığını arayın dramatik olan her şey ne kadar aykırı görünürse görünsün yüzde yüz insansıdır. 

Osmanlı ordusu belli bir süreden beri yeniçerilikten bile artık bir kitle ordusuydu savaş ancak iktidarlar tarafından gene kitleden yetişmiş. 

Yeniçeriye mutlaka uzun uzadıya anlatıldıktan hatta nasıl sürdürüleceği onlara danışıldıktan sonra aşılabiliyordu. 

O kadar ki, Yeniçeriler hatta düşman karşıdayken bile bir savaştan ansızın vazgeçebiliyorlardı. 

Tarihsel geleneğimiz böyle olduğu için tamamıyla başka bir tarihsel geleneğe dayanan Batıda ki, ordu halk ilişkisi bile bugün bir birinden katiyen ayrılmazken bizim orduyla halkları (halk çıkarlarını) birbirinden ayrı ve uzak tutmaya çabalamamız büsbütün imkansızı zorlamaktır. 

Batıda ancak ihtilalden sonra Fransız köylüleri Mısır’da Suriye’de İtalya’da Rusya’da düğüşmüş buna karşılık Rus ve Alman köylülerinde Paris’i işgal etmiş olduğu halde Osmanlılıkta Anadolu köylüsü 500 yıldan beri aralıksız Batıda Rusya içlerinde hatta Hindistan’da ve Afrika mıntıkasında dövüşmüştür.

ANTİ TEZ.

Kemal Tahir Batı kopyacılığının toplumumuzu nasıl yozlaştırdığını ve temel yapımızı ne denli dinamitleyip insanımızı kimliğinden  uzaklaştırdığını önümüze sermiştir. 

Bunu yaparken de (Jön Türklerini) kadar eleştirmiş ise onları izleyen İttihat Terakki’yi ve daha sonrakileri aynı objektif süzgecinden geçirmiştir. 

Onun yürürlükte ki, tabulaştırılan (Tez)’e karşı çıkmasını kimileri (Antitez) olarak nitelemeye kalkışmıştır. 

Oysa toplumumuzun asıl tez (Osmanlılık)’tır. 

Osmanlıyı yıkıp ona karşı kurulan (Kayıtsız şartsız Batılılaşmanın) yani yürürlükte ki, uygulamanın asıl (Anti-tez) olduğu ortadadır. 

İşte Kemal Tahir (Osmanlılık) (Ana-tez)’ini son hesaplaşmada Batı ile el birliği ederek yıkan. 

(Batılılaşma) (anti-tez’cilerinin) toplumumuz sürüklediği (Batılılaşma) batağından kurtuluşu sağlayacak formülü ortaya atarak (sentez)’e varma yolunu açmıştır.

TARİHİ ÇALINAN MİLLET.

“Biz tarihi çalınmış bir milletiz.” 

Hiç kimse hırsızların yakasına yapışmıyor. 

Biz yapışacağız; “Gel bakalım arkadaş diyeceğiz beni anamdan, babadan etmenin hesabını ver bir! 

Kimin uşağı olduğunu söyle ki, senin gibi pislikle elimi kirletmeyeyim efendini geçireyim avucuma.” 

Bunu söylemek bu hesaplaşmayı yapmakta bize düşüyor. 

Ağzımızın tıkacı sökülüp atılsın dilimizin mührü kaldırılsın bizi değneğe takılmış karagöz gibi oynatmaya hevesli düşmanların yığdıkları rezil sis şöyle bir dağılsın da. 

Türk, Türk’e kalalım yahu! Şu bu günkü ortama bak! 

Partilere kişilere kadar bıçakla bölünmüş gibi ikiye ayrık. 

Biri ötekini kesinlikle anlamıyor! 

Hiç Türk Türk’e kalsak birbirimizi anlamaz mıyız? 

Demek bizi yalnız bırakmayanlar var!  

İşte onların yüzlerinde ki, maskeleri çekip yere çalmak için?

SOLCU ve SAĞCI MESELESİ

Kemal bu gün biraz üzgün ve sinirli, kendisi ile fazla ilgilenilmediğini sanıyor. 

Oysa biz ona raporlar ve yazışmalardan bilhassa bir şey anlatmıyoruz. 

Doktorlara verip veriştiriyor: İnsan ölür giderse, zaten kanserdir dersiniz. 

Tesadüfen toparlanır da kurtulursa kendinizden bilirsiniz. 

Doktorları Kemal Tahir’i ameliyat edip ciğerlerini sökmek ilgilendiriyordu. 

O oldu gerisi umurunuzda değil. 

Anladık ki, Kemal kuşkuda, hastalığı ile ilginin azaldığını sanıyor bu durum karşısında kendisine olanları anlatmak zorunda kaldım. 

Bak Kemal! Senin hastalığınla ilgiyi kesmiş değiliz burada elden gelen yapıldı, biz raporları tercüme ettirip her tarafa gönderdik.

Ayrıca dışarıda bu işlerle uğraşan arkadaş ve tanıdıklara da yazarak onların da fikirlerini sorduk. 

Şimdilik bu yapılanları uygun ve kafi görüyorlar nasılsa kontrol altındasın. 

Şimdi yazdığımız yerlerden gelecek cevapları bekliyoruz zaten kışta kıyamette bir yere gidilmez. 

İlkbaharda ne yapacağımızı düşünüp karar veririz. 

Bu konuşmadan sonra sinirleri biraz yatıştı, hatta neşelendi bile. 

Bir iki gün evvel bir arkadaşı ile yaptığı konuşmayı gülerek anlattı. 

Gelen misafir durup dururken bir soru sormuş: Rusya’ya gittiğin zaman orada Yakup Demir’le konuştun mu? Diye. 

Kemal’in canı başına sıçramış: Kız, demiş bu Yakup Demir dediğin zibidide kim? 

Canım şu 147 sanıklı davanın, sonradan Rusya’ya kaçan Zeki Baş tımar. 

Sen beni böyle kalpazanlarla oturup konuşacak avanak mı belledin? Söz banka soygunculuğundan açılıyor. 

Kemal “Bütün bu oyunlara Türk halkının toplumunun alışık olmadığı ve bu oyunların yabancı parmağı ile döndürüldüğü bize yabancılığından belli oluyor.” diyor. 

“Bu komando çekişmelerini başımıza Kıbrıs belası getirdi” hep. 

Biz Kıbrıs’a komando talimi görmüş ve öyle yetiştirilmiş bir miktar mücahit göndermiştik. 

Önce Yunanistan’da komando yok farz ederek hazırlanmıştı plan. 

Sonradan anlaşıldı ki onlar bizden daha sıkı komandolar yetiştirmişler. 

Üstelik onlar Amerikalılara dayanarak gizli kapaklı yerden komando göndereceklerine, tepeden tırnağa silahlı asker sevk etmişler. 

Bunun üzerine Makaryos, bizimkileri hemen Kıbrıs’tan çekmemizi aksi halde orada ki, yurttaşlarımızın hayatının tehlikeye gireceğini bildirdi. 

Biz de bunları geri getirip C.İ.A.nın emrine verdik. 

Onlarda bunları ikiye bölüp bir kısmını solcu, bir kısmını da  sağcı diye örgütleyip bir biri üstüne saldı ve bir kör düğüşü dür başladı. 

Akılları sıra Üniversite ve Yüksek okullarda ki, bu çatışmalara halk katılmaz bu fikirde yozlaştırmak olurdu. 

Bu Pentagon kurnazlığı sonucunda sokaklarda Üniversite kapılarında bir takım gençler dangır dangır vurulup öldürülmeye başladı. 

İki taraftan da öldürülenler arkasız Anadolu çocuklarıydı. 

On sekiz kişiden bir tanesi de dişli bir kimsenin çocuğu değildir. 

Böylece hep arkasızları seçtiler sanki hep vurup devirirken. 

Dünya üzerinde bir yerimiz bir yaşantımız olacaksa eğer yabancıların oyuncağı olmaktan kurtulmalıyız. 

Toplumca ulusal bütünlüğümüze geleneklerimize sahip çıkmalıyız.

24 Ocak 1971 Pazar.

Kaynakça: 

Putlara Karşı Kemal Tahir Dr. Hulusi Dosdoğru

YAHUDİLER. 

Bu gün Avukat Samuel’e rastladık. 

Bu Samuel Hukuktan Canani beyin arkadaşı Kemal’e anlatıyor: Yahudiler 3000 yıldan beri çok yanlış bir uygulamayı sonuç almak için zorluyorlar. 

Bunlar aslında Doğulu Orta Doğulu oldukları halde kendilerini Batılı görüp göstermek çabasındadırlar. 

Yüz yıllardan beri çeşitli ülkelerin insanlarıyla Ekonomik-Sosyal ve Kültürel ilişkiler kurduğu onlarla kaynaşmış gibi göründükleri halde Doğulu benliğini Dinsel bir gelenek ve görenek kalıbı içinde sürdüre gelmişlerdir. 

Bu sebepten hiç bir toplum içinde eriyip kaybolmamışlardır. 

Bütün Dünyada finans Kapitalin kaymağı ellerindedir. 

Buna rağmen tarih boyu korkunç kanlı programlarından kurtulamamışlardır. 

Yirminci yüzyılın sonlarında da Amerikan Emperyalizminin bir ileri karakolu olarak Arapların bağrına bir kanlı hançer gibi sokulmuşlardır. 

Kendilerini Batılı belleyip Orta Doğuda ki, kardeş Arap halkına saldırmaktadır. 

Şimdi Yahudi elinde en modern silahlarla Amerika’nın Orta Doğu bekçiliğini gözünü tetikten ayırmadan yapmaktadır. 

Ama bu böyle sürüp gidemez ve günün birinde yorulur. 

İşte o zaman Araplar bunların kökünü kazıyıp denize dökeceklerdir. 

Bu yüzden bence İsrail’de şuncacık akıl varsa bu Emperyalizm maşalığından hemen vazgeçer. 

Doğulu bir toplum olduğunu hatırlar dedi: 

Bu konuşma üzerine Samuel fazla kalmadı veda edip gitti. 

MUSTAFA SUPHİ'NİN KATİLİ KİM.

Mustafa Suphi’nin çevresine baktığımız zaman Sultan Galiyef bir adam düşüyor önümüze bu Sultan kim? 

Lenin’in yakın arkadaşlarından biri olduğu anlaşılan bu Sultan Galiyef Devrimin ilk günlerinden beri Marksizm’in yorumunda Lenin ve arkadaşlarıyla birleşemiyordu. 

Komünizmin Batı toplumlarının sosyal şartları göz önünde tutularak yazıldığını oysa Doğu ile Batı farklı toplumlar oldukların Komünizmin yerleşmesi için özel formül uygulamak gerekeceğini savunmuştur. 

Bu fikirlerin Sovyetler Birliği için sakıncalıydı bakıyoruz. Sultan Galiyef, Stalin’in başkanlık ettiği Yabancılar Uluslar komitesinde ikinci başkan en göze batan üyesi Stalin Gürcü Hıristiyan Sultan Galiyef Tatar Türkü Müslüman. 

Gürcü ve Ermenileri bir kenara çekersek çoğunluğu Türkler ve Müslümanlar koruyor. 

Marksizm başka metotlar Sultan Galiyef tarafından uygulandığında Sovyetler de söz sahibi olacaktı. 

Sultan Galiyef Sovyetler de tehlikeli adamların en başında geliyordu. 

İşte Mustafa Suphi tehlikeli adamın Galiyef’in sekreteriydi. 

Sultan Galiyef Türk ve Müslümanlara bağımsızlık ve özgürlük verilmesini isteyenlerin başında gelmektedir. 

Sultan Sovyetleri parçalayacak fikirleri ortaya atınca Lenin’in de Stalin’in de bu gaileden kurtulmak istemeleri doğaldır.

Mademki birtakım fikirlerin bilimsel yorumların var. 

Gel Moskova Üniversitesi’ne bu fikirleri yorumla! 

İşte seni Moskova Üniversitesi Rektörlüğüne getiriyoruz. 

Galiyef yalnız bırakmak en yakın arkadaşından yardımcısın dan etmek az iş değildir. 

Bu yüzden Moskova’nın M. Suphi’ye “Sen git Türkiye’yi kurtar”  diye kışkırtıp yola çıkarmıştır. 

M. Suphi güven vermek için sefir ile kafile halinde gidilmiş, Kars’a gelir gelmez sefir kafileden ayrılmıştır. 

M. Suphi 14 arkadaşı birkaç hafta Kars’ta kalmışlar ve neden sonra Erzurum’a geçmişler. 

Aleyhte gösteriler için Kazım Kara Bekir Paşa’nın Erzurum Valisine yazdığı şifrede Bolşeviklik aleyhinden ziyade iş bu şahsiyetler hakkında olduğunu münasip buluyorum diyor. 

Ne demek bu halk Bolşevikliğin aleyhinde değilse M. Suphi bu halka ne yapmışlarda bunların aleyhine dönmüş bunca insan hiç bir şey? 

O zaman bu düzenlemelerin kaynağı belli olduğu gibi cinayeti kimlerin tasarladığı belli değil mi? 

Nitekim M. Suphi ve arkadaşları Trabzon’da Yahya Kahya’nın bulduğu bir motora bindiler denize açıldıktan az sonra da Kahya’nın adamı Faik Reis başka bir motorla peşlerine düştü ve geriye sadece M. Suphi’nin güzel Rus karısı ile döndü. 

Sovyetler böyle bir heyetin toptan katledilmesi karşısında Türk dış işlerine durumu soruyor ve aldığı cevapla yetiniyor. 

Rusların bize para yardımı yapmaları da bu olaydan sonra olduğunu söyleyeyim de M. Suphi ve arkadaşlarının kimin emriyle boğazlatıldığını siz kendiniz çıkarın. 

Böyle olunca da 14 arkadaşıyla denizde kaybolmasından daha doğal ne olabilir ki, dönüp baktığımızda bir nokta daha var: 1921’de Rus’larla bir dostluk anlaşması imzaladık. 

Tam tarih 16-3-1921’dir. 

M. Suphi ve 14 arkadaşının öldürülmesi 1921 Ocak ayında olmuştur. 

Aradan bir buçuk iki ay geçmeden Moskova’da Türkiye adına Y. K. Tengirsek, Dr Rıza Nur ve Ali Fuat Cebesoy Rusya adına G. Çiçerin ve C. Korkaz “Muhadenet Ahit namesi” Dostluk anlaşmasının bir maddesi ne göre her iki tarafda karşı devrimcilere hayat hakkı tanımayacaktı. 

Bu madde M. Suphi ve arkadaşlarının topluca öldürülmelerinin meşrulaştırmaktan başka nedir? 

Türkiye’nin hangi karşı devrimcisi o günkü Rusya’ya gidecek de Türkiye aleyhine çalışacak! 

Bu madde besbelli ki, Rus karşı devrimcilerinin Türkiye’ye gelip yuvalanmasını önlemek için konmuştur.

KAMAL.

Türkiye, Latin alfabesine “Çağdaşlaşmak” için değil Batılılaşmak için geçmiştir. 

İkisi aynı şey değildir. 

Sovyetler Birliği’nde Kiril alfabesi geçerlidir ama hiç bir Bolşevik Rus komünist Latin alfabesine geçmeyi aklına bile getirmedi yalnızca alfabeden iki geçersiz işareti attılar o kadar. 

Benzer bir rekorumu Yunanistan da yaptı artık hiçbir anlamı kalmamış “Arkaik” işaretleri kaldırdı. 

Fakat ister sağcı olsun, ister en kızıl solcu bir tek Yunanlının  aklından bir tek günde Latin alfabesine “Geçmek” gelmemiştir. 

Ekonomide mucize yaratan Japonya’da kullanılmamaktadır, Latin alfabesi. 

Çin’de de kullanılmamaktadır. 

Demek ki alfabenin kalkınmakla da hiçbir ilgisi yoktur. 

Sevim Burak’ın eserini okursanız geçen yüzyılın başlarında ki bu "Latin alfabesiyle Türkçe yazma gayretlerinden çok hoş o kadar da yadırgatıcı örnekler göreceksiniz. 

Yazı devriminin ilk yıllarında, 1928’den aşağı yukarı 1934 yılına kadar İspanyol tildesi bizde de kullanılmıştır. 

“I” Harfi bu günkü gibi değil dalgalı çizgili bir “İ” olarak yazılıyordun bunu böyle biliyor muydunuz? 

Atatürk’ün ön adı bile nasıl yazılacaklarına karar vermemiş lerdi de uzunca bir süre “Kamal Atatürk” yazmışlardı. 

Bunu duymuş muydunuz?

Engin Ardıç. 4 Temmuz 2010 Sabah Gazetesi köşe yazısından:

ATATÜRK’ÜN SEVDİĞİ ŞARKILAR.

Atatürk’ü kızdıran sanatçılar okuyucuya şunu düşündürtmek istiyor. 

Atatürk’ü kızdıran ve bundan korkmayan sanatçılar bile varmış demek ki, o dönem ne kadar özgür ne kadar demokratikmiş! 

Evet, örneğin Nazım Hikmet bir akşam "Sofraya" çağrılınca "Ben Denizkızı Eftalya değilim" diyebilmiş adamdır. 

Ama aynı Nazım Hikmet haksız yere 28 yıl hapis cezası yediğinde devir aynı devirdi. 

Arkadaşın yazısında Atatürk’ün önceleri Muhsin Ertuğrul’u hiç beğenmediğini ona "Maskara" dediğini de öğrendik, hayret. 

Geleneksel Türk tiyatrosunu orta oyununu kuklayı Karagöz’ü  bir çırpıda çöpe atan tiyatromuzu kesin kez "Batılı" bir yola sokan Muhsin Ertuğrul bu "Çağdaş" Türk tiyatrosunun babası. 

Daha sonra otuzlu yıllarda "Akın" gibi "Çoban" gibi ırkçı ve kelek oyunlarını büyük bir başarıyla sahneleyince "Sen bizim en değerli sanatçımız sın" övgüsünü de almış.  

Atatürk bir gün Münir Nurettin’in plaklarını da özel treninden atmış kaldırdığı gibi pencereden. 

Çünkü bir akşam Münir Nurettin şarkı söylerken Atatürk’te ona eşlik edince büyük muganni büyük öndere “Siz söylemeyin Paşam şarkıyı bozuyor sunuz” diyebilmiş. 

İşte bu kadar özgür bir ülkeymiş o zamanlar Türkiye. 

Peki, öyle olsun. 

Ama benim kafama takılan soruya kimse cevap veremiyor. 

“Atatürk’ün sevdiği şarkılar” dillere pelesenk edilmiş  TRT’de her 23 Nisan 19 Mayıs 29 Ekim ve 10 Kasım’da döne döne çalına çalına bıkkınlık vermiş bir konudur.

Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, falan filan. 

Benim merak ettiğim, Batılılaşmanın tek ve tartışılmaz önderi Atatürk’ün niçin ille de “Alaturka” sevdiği olmuştur. 

Niçin, Atatürk’ün sevdiği şarkılar arasında ilaç için bir tanecik de yabancı dilde şarkıya da bir tango yoktu? 

Radyoda Türk müziğini yasaklatan Atatürk niçin kendisi aynı şarkıları “Kaçamak” dinliyor ve söylüyordu? 

Şimdi densiz bir adam olsam Stalin’in Amerikan filmlerini halka yasaklayıp? 

Kremlin’de kendi özel sinema salonunda hemen her akşam seyrettiğini hatırlatırdım ama özellikle de kovboy ve gangster filmlerini severmiş. 

Evet, niçin yoktur Atatürk’ün sevdiği şarkıcılar arasında bir Maurice Chevalier bir Carlos Garden, bir Mistinguett, bir Tino Rossi? “Almanya’yla çok sıkı fıkı olduğumuz” O dönemde niçin yoktur. 

Bir Lilian Harvey, bir Willi Fritsseh, bir Pola Negri, bir Zarah Leander bile? 

Yoksa “Emir komuta zincirinde kültür değişimi” bu kadar mı  yürüyor? 

Bizim “Alaturkacılar” bu soruya çok bozuluyorlar bana da kızıyorlar. 

Onlar kendilerini savuna dursunlar. 

Ben de başka bir yazıda Atatürk’ün İnönü’nün bütün bir CHP  yönetiminden hiç kimsenin niçin “Çağın sanatı sinemayla hiç mi hiç ilgilenmediğini” tartışırım söz.

Engin Ardıç. 10.8.2010 Sabah Gazetesi köşe yazısından: 

KEMAL TAHİR'İN SON GECESİ

Kemal Tahir'i son gecesinde dinlerken sözlerinin bir çeşit vasiyet özelliği taşıyacağını nasıl bilebilirdik? 

Sizler gençsiniz demişti. 

Ölümünden önce size şunu belirtmek istiyorum. 

Hayatım boyunca bir sistem dahilinde düşünmeye çalıştım. 

Sistemden ayrılmadım. 

Yazdıklarım bir rastlantı sonucu değil sistemli düşüncenin sonucunda bulunmuştur. 

Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; Olaylar söylediklerimi doğruladı. 

El yordamıyla değil bir sistem içinde düşünmelidir, insan. 

İnsanlar yanlış yapabilir ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. 

Yanlış yapmaları daha zordur. 

Benim geçtiğim yollarda kendini tüketen ve benim çektiğim acılardan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. 

Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa bu ilişkiyi mutlaka görecektir. 

Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır. 

Ben romanlarımda dünü yazdım.

Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma. 

Hatta gelecek için yazar…

KEMAL TAHİR’DEN bir şiir

HAYAT

Bir cümledir ki hayat, ne bir virgül ne bir hat; birden okuyacağız… 

Bazen geç bazen erken sonuna mezar denen bir nokta koyacağız…

*İnsan bazı bazı çok haklı olduğu için çok haksız bazı bazı haksızlığıyla da haklı olabilir

*İleri diye bağırmak ne ileriliktir ne ilerlemektir ne de nereye ilerlemenin doğru olduğunu göstermiş olmaktadır.

*Hangi yarar düşüncesiyle olursa olsun bir konuda yalan söylemek zorunda kalmaktansa o konuya değmemek daha namusluca bir iştir.

*Bir dünya görüşünün başka bir memlekette uygulanışı hatta bilhassa bunun başarıları bir başka memlekette asla aynen kopya edilmez.

*İdealizm var olan gerçeği yok saymaktır.

*Pazar malı üretmeyince bunu pazara sürmedikçe kapitalist olmaz.

(Kapitalizmde çünkü emek vicdan onur hatta bizzat kendisi bile pazar malıdır)

*Okuduğum kitapların değerini bana verdikleri işe yarar orijinal fikirlerin sayısıyla ölçerim.

*Açıkça konuşanlar varken konuşmalarımız karanlıksa kötü durumdayız demektir.

*Bir toplumda insanlar bölüm bölüm bölünmüşlerse orada soyut insandan. İnsan severlik ten laf etmek avanaklık olur.

*Söz rüşveti vermek ancak çok önemli sözleri edenler için yanlış değildir.

*Alçaklar başkalarında hemen her zaman kendi alçaklıklarını eleştirirler! Bir müddet yuttura bilmeleri bu sayededir. Kendisinden üstününe kendisinin düşmekten kurtulduğu yanlışı yüklemeye çalışmak aptallıktan gelmiyorsa utanmazlıktan gelir.

*Yanlıştan ve aldatmaca dan kar ummak toplumu kendi aptallığı seviyesinde evham etmekten gelir.

*İnsanları ayırmadan sevmeye ya da onları böylece bağışlamaya kalkmak, Hitler namussuzu ile yağlarından sabun yaptığı yedi yaşında ki çocuğu aynı ölçüye vurmak olur.

*Namussuza öfkelenmemek namussuzluktur.

*Asıl orospuluk iyi bilmediğin gerçekten inanmadığın fikri savunmak daha beteri yapmaya çalışmaktır. Foyası kolay meydana çıkacak olduğu için aynı zaman da aptallığını da ispatlar. (Aptallığı yani aptallığın şiddetlisi olan aptal kurnazlığı)

*En korkulan an zafer anıdır.

*Otoriteyi sükunet kadar arttıran bir şey yoktur. Söylemek fikri sulandırır içte ki ateşi harice yayıp köreltmek demektir. Sakin bir yaradılış kumanda etmesi mukadder olan insan için en büyük meziyettir.

Not: Kemal Tahir'den anılar burada bitiyor. O sırada dinlenmek için birkaç günlüğüne gittiğimiz Bodrum’dan dönünce sıkıyönetimce yapılan genel aramada kapımızın kırılarak eve girildiğini her tarafın darmadağın kitaplığın altüst olduğunu gördük. Bir çuval kitabı da alıp götürmüşlerdi. Bundan iki gün sonra yani (Anayasa ve Hürriyet bayramında). Beni alıp birinci şubeye götürdüler. Üçüncü gün elime kitap çuvalını da verip saldılar. Bu olaydan sonra bir daha anıları yazamadım....

Dr. M. Hulusi Dosdoğru 

Kitabı hazırlayanın notu:  

Bir toplumu tanımak onu sadece bu günkü kimliğini saptamakla belirlenemez. Toplumun geçmişine de bakmak geçirdiği aşamaları görmek bu konuda derin araştırmalar yapmak gerekir. Bu tür araştırmalar toplumumuzda yapılmamaktadır. Ne yazık ki Toplumumuzu tanımada yardımcı dileğimle?

Kaynakça:

1. İsmet BOZDAĞ. Kemal TAHİR sohbetleri

Emre yayınları Nisan-1995-İST.

2. Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal TAHİR. 

Hulüsi Dosdoğru

3. Engin ARDINÇ, Sabah gazetesi köşe yazıları.

*****

İKİNCİ KİTAP

DARMADAĞIN OLAN DEVLER – ŞEHY BEDRETTİN

ÖN SÖZ.       

Kemal Tahir’in notlarının yayında elimizdeki bu yedinci kitapla Roman Notları başlığı altında yeni bir bölüme başlamış bulunuyoruz. Bu bölümde Kemal Tahir’in ilk romanlarının yayımından itibaren ölümüne kadar yazmayın tasarladığı romanların adları planları konuları ile bu konular üzerindeki araştırmaları değerlendirmeleri roman kişileri ve kurgusu üzerindeki çalışmaları yer almaktadır. Bu notları okur Kemal Tahir’in roman çalışmalarını aşamaları ile birlikte bir plân içinde nasıl üretip geliştirdiğini de izleyebilecektir. Kemal Tahir’in bütün çalışmalarını bu çerçevenin dışında düşünmek mümkün değildir. Bu bölümde ki notların belli roman konularıyla doğrudan ilgili olması Kemal Tahir’in bir romancı olarak çalışması konusunda da görüş sahibi olmamıza daha bir kolaylıkla imkân vermektedir. Kemal Tahir’in sağlığında on altı ölümünden sonra beş olmak üzere kendi imzasıyla yayınlanmış yirmi bir kitabı bulunmaktadır. Yayınlanmış bu kitaplarla ilgili notlar büyük bir hacim tutuğundan ait oldukları kitaplarla bir arada ek olarak yayınlanacaktır. Bu bölümde Kemal Tahir’in yazmayı tasarladığı romanlarıyla ilgili notlar yer almaktadır. Bu notlar aynı zamanda Kemal Tahir’in düşüncesinin son çizgi de ulaştığı yeri ve üzerinde ağırlıklı olarak durduğu konuları da bize tanıtmaktadır. Kemal Tahir çalışmasının en önemli özelliği olarak romanların tarihi dönemler itibariyle tasarladığı konuları bir plân çerçevesinde düşünüldüğünü bu notlardan izleye bilmekteyiz. Konuları rastgele seçilmediğini Osmanlı döneminin ilk anlarından 1960’lara kadar uzanan bir tarih dilimi içinde seçildiğini görmekteyiz. Başka bir değişle Kemal Tahir son çalışmalarını tarihimizi anlamak açıklamak ve okuruna bunun önemini tanıtmak çabasına ayırmıştır. Seçtiği dönemlerde bize bazı konularda özellikle günümüzü anlaya bilmeyi sağlayan ipuçları vermektedir. Osmanlı tarihine damgasını vuran Osmanlının ve Anadolu halklarının tarih içinde ki yerini belirleyemeye tanımaya ve günümüz insanının içine düşmüş olduğu dramı anlamaya yardımcı olan dönemler öncelikle Kemal Tahir’in ilgisini çekmiştir. Kemal Tahir duyduğu ilgi nedeniyle Osmanlı tarihi üzerinde ölümüne değin çalışmaktan geri durmamıştır. Öyle ki Kemal Tahir Osmanlıya duyduğu bu ilgiyle tanımlamak tanıtılmak istenmiştir.  Kemal Tahir’in bu ilgisinin anlaşılabilmesi için bir kaç konunun aydınlığa kavuşturması gerekir. Önce günümüz sorunlarını anlamak bu sorunları çözecek gücümüzün kaynağını tanımak için Osmanlıyı araştırarak irdeleyerek saptamalar yapmanın hiçbir şaşırtıcı yanı yoktur. Bu saptamaların bilim adamlarımızca tarihçelerimizce yapılması gerekir. Türkiye’nin sorunlarıyla ilgilenen herkesin Osmanlı konusuna eğilmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Eğer sorunlarımızın çözümünde söz sahibi olmak toplumuzun kaderini başkalarına başkalarının bize zorlatacağı çözümlere bağlanmak istemiyorsak tarihimizi iyi bilmek doğru değerlendirmek görevi bizi beklemektedir. Herkesin Osmanlıyı horladığı ve bunu da bir  marifet saydığı bir ortamda namuslu bir yazar düşünürü olarak Osmanlının bilinmezden gelinemeyeceği gerçeği önünde tek başına da olsa yılmak nedir bilmeyen bir çabaya girişmek için Kemal Tahir bir an bile duraksamadı. Batılılaşma çabalarımızın niçin başarısızlıkla sonuçlandığını bu yolun niçin toplumumuz için bir açmaz olduğu konusunun tarih temeli üzerinde açıklanması girişimidir. Söz konusu dönem toplumumuzda A.T.Ü.T. tartışmalarının da gündemde olduğu dönemdir. Tartışmaları ile birlikte Osmanlı konusu bazı çevrelerinde ilgisini çekmeye başlamıştır. Türk tarihini açıklamada Doğu-Batı farklılaşmasında Doğu-Batı çatışmasına geçişi simgelemektedir. Batı kalıpları bizi açıklamakta yetersizdir. Kendi tarihimizi açıklamak ve yorumlamak görevi de bize düşmektedir. Osmanlı tarihte Doğu’nun örgütlü gücü olmuştur. Batı soygunundan karşı doğunun savunulduğu ve koruyuculuğu görevini yüklenmiştir. Batı karşısında doğu siyasetini temsil etmiştir. Osmanlıyı bu siyasetin dışında tanımlayabilmek söz konusu değildir. Ve yine ancak böylece üç çağ (Orta-Yeni Yakın Çağlar) boyunca koşullarda büyük değişikliklere karşılık Doğu-Batı çatışmasının sürekliliğine bağlı olarak XX. Yüzyılın başlarına kadar Osmanlı varlığını sürdürebilmiştir. Topal Kasırganın konu aldığı kişilerden birisi Aksak Timur, öbürü Yıldırım Bayezitdir. Yıldırım Bayezit Osmanlı’nın tarihte temsil ettiği bu göstermiş başarılar kazanmış devlet adamıdır. Bayezitin kazandığı Niğbolu zaferi Türk ve doğu tarihinde özel bir yeri vardır. Niğbolu ’da alt edilen düşman Batının kurabildiği son kara Haçlı ordularıdır. Niğbolu da Batı bütün gücünü birleştirmiş ve Osmanlıya karşı tek cephe olarak davranmaktan vazgeçmediği halde umutsuzluk nedeniyle tek bir ordu olarak çıkmayı göze alamamıştır.  30 Yıl Savaşları nedeniyle Batının içinde bulunduğu kargaşada göz önüne alındığı zaman Osmanlının Batı içinde ilerleyişin de önünde hiç bir gücün engeli kalmamış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Osmanlının bir Dünya İmparatorluğuna dönüşmesi için ilk girişimleri başlatmıştır. Anadolu Hisarı onun emriyle inşa ettirilmiştir. Osmanlının bu ilerleyişin ve girişimlerin önünde Batının karşı hiç bir siyaset oluştura bilecek gücü bulunmamaktadır. Bu güçsüzlüğünün bir başka açık kanıtımda Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u ele geçirişine seyirci kalışlarında bu seyirci kalışa buldukları bahanelerde görebiliriz. Batının bu durumda tek beklentisi belli mucizelere bağlı kalmaktadır. Tanrının kendilerine yardımıyla doğu içinde çıkacak desteklerle sorunlarına başkalarının çözüm getirmesini beklemektedir. Doğuyu arkadan vuracak ajanlar aracılığıyla varlıklarını sürdürmeyi amaçlamaktadırlar. Batının bu tarihi gelişmeler önünde aczi yalnızca belli elverişsiz koşullara özgü değildir. Batı kendi içinde çözümsüzdür Efsaneye göre Papaz Jean’ın Doğu ülkelerin birinde yaşadığı ve Doğu önünde acze düşmüş Batıyı Doğuya arkadan saldırarak kurtaracağı düşünülmek tedir. Papaz Jean’ın ülkesinin Habeşistan olduğu düşünülmüş İslam ülkelerine Moğol saldırılarının başlaması üzerine Cengiz Hanın kişiliğinde Papaz Jean’ın canlandığı sanılmıştır. Tarihte Papaz-Jean rolünü gönüllü yüklenen Timur olmuştur. Timur Batı siyasetinin tam bir oyuncağı olarak görev almıştır. Timur’un iki hedefi olması gerekirdi, Hindistan ve Çin, Timur bu doğal hedeflere sırt çevirerek İslâm ülkelerine yönelmiştir. Altın ordu ve Osmanlı Devletini yıktıktan sonra geri çekilmiştir. Doğu-Batı çatışmasında Doğunun öncüsü konumundaki devletleri yıkılmasını amaçlamış bu amaçlarına ulaşınca Batıya karşı görevini yapmış Papaz Jean olarak ülkesine dönmüştür. O tarihten sonrada Timur’un hiç bir ağırlığı kalmamıştır. Altın ordunun yıkılmasından sonra Rusya’nın Asya’da ilerlemesi başlamıştır. Batının Doğu içlerine sızması uzun yüzyıllar bu yolla gerçekleşebilmiştir. Timur Osmanlıyı yıktığını Batının kendisinden beklediği görevi yerine getirdiğini sanmıştır. Ankara yenilgisine rağmen kısa sürede Osmanlı eski canlılığını bulabilmiştir. Osmanlının kaderi Selçuklulardan farklı olmuştur. Selçuklular Moğollar önünde aldıkları Köse dağ yenilgisinden sonra yeni bir siyaset imkânlarını bünyesinde taşıyan Osmanlılar önünde gerilemişler yerlerini Osmanlılara bırakmak zorunda kalmışlardı. Yıldırım Beyazıt, başta Niğbolu Savaşı olmak üzere çeşitli savaş alanlarında büyük bir askeri deha olduğunu kanıtlamış bir komutandır. Ankara Savaşında Timur önünde yenilgiyle karşılanmıştır. Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşında koşulların aleyhine olduğunu göremediğini düşünmek mümkün değildir. Ama siyasi kaygılar askeri kaygılar dan önce  gelmiştir. Osmanlının varlık nedeni Doğu halklarını her çeşit yağmadan ve saldırıdan korumaktır. Timur Anadolu insanına zulmü ederken askeri kaygılarla savaşı ertelemek Timur zulmünü ülkede sürmesine izin vermek Osmanlının tarihi göreviyle uyuşmamaktadır. Yıldırım Osmanlının tarihte ki görevini askeri kaygılardan uzak tuttuğu için Ankara savaşını kabullenmiştir. Bu nedenle yenilgiye rağmen halkların kendilerini korunması uğruna bütün koşullarda dövüşmeyi göze alan Osmanlı’ya bağlılığını hiçbir tartışma ve başıboşluğa izin vermemiş. Ve Osmanlı kendisini toparlayarak elli yıl sonra İstanbul’u ele geçirebilecek bir güce çok kısa bir süre içinde kavuşa bilmiştir. Anadolu yenilgisi ve onu izleyen yıllar Anadolu insanının en amansız darbelerden sonra kendisini en kısa sürede toparlayıp şaşmaz sezgisiyle en doğru seçimi yapabildiğini açık kanıtı olması ve Osmanlının tarih ve dünya içinde yüklenmiş olduğu görevi açık bir biçimde anlaşılmasına izin vermesi bakımından tarihimizin en önemli dönemlerinden birisi olmuştur. Kemal Tahir’in bu dönem üzerinde çalışmış olması ve konuyla ilgili notlarının bulunması bizim için büyük şanstır. Günümüz Türk okurunun söz konusu dönemden ve Kemal Tahir’in konuyla ilgili notlarından çok önemli sonuçlan ve dersler çıkaracağına inanıyoruz.

Cengiz YAZOĞLU - Baykan SEZER. Roman Notları.1. Bağlam yayınları.

ŞAŞIRTICI RASTLANTI

Tarih de Osmanlı iki kez beş yüzyıl arayla (1402-1922) dağılmıştır. Bu iki dağılmanın Ankara’da meydana gelmesi rastlantı bile olsa tarihin şaşırtıcı rastlantıdır. Ankara bize her seferde de uğur getirmemiştir. Birinci de Bayezit Timur’a yenilmiş. İkincide önce Mustafa Kemal Yunan’ı bozmuş ama arkasını iyi getirememişiz yine bir anlamda yenik düşmüşüz.

TOPAL KASIRGA.

1402 yılı Temmuz ayı 28’inci Cuma günü ikindi üzeri Ankara önünde Çubuk ovada Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt ile Moğol Sergerdesi Aksak Timur arasında yapılan ünlü savaşın son saatleri. Beyazıt sabahtan beri kurduğu tuzağa Timur’un düşmesini beklemektedir. Tuzak zafer sarhoşluğu üzerine kurmuştur. Anadolu askerlerine güvenmeyen Beyazıt bu askerin savaşı bırakacaklarını düşünmüş tersi durumdan yararlanmayı tasarlamıştır. Müşavirlerinin ısrarlarına rağmen yıpratma savaşını başından beri kabul etmemesi, çekilmeyi geciktirerek kendisini tehlikeye atması bundandır. Oysa Timur’un savaşlarda kolay gevşeyen ya da böyle görünen düşman kuvvetlerini hemen takip etmeyi prensip edindiği Beyazıt tarafından bilinmek ya da karşısındakini zafer sarhoşluğuna düşmeye yatkın olup olmadığını bilmeden böyle bir psikolojik yalana bel bağlamaması gerekir. Maksadı çadıra ulaşıp namussuz çakalın işini ininde bitirmek? Bu oyuna düşmez Timur kuduz iti Beyazıt akrabalarından birini öldürmek böylece düşmanı kudurtmak ister. Fakat kalbi kıpırdamaz Timur çakalın çünkü herifte hiç bir insancıl duygu hatta evlat sevgisi bile yoktur. Timur tuzağa düşmeyince Beyazıt savaşı kaybeder. Savuşmak içinde artık geç kalmış yani bu ölüm-kalım boğuşmasın da kendi oyununa gelerek yenilmiştir. Atı tökezlenir esir düşer. Çadırda yaşayanın mahpusu olamaz. Beyazıt Semerkant’a götürüleceğini anlayınca yüzükteki zehirle kendini öldürmüştür. Timur Batılıların Niğbolu’da ki yenilgilerinin öcünü almıştır. Timur’un çıkarttığı fitne ve fesat zararı Padişahın yüz senede yaptığı zülüm ve zarardan fazladır.

TOPAL BELA

Avuçları kanla dolu doğduğu için o zamanın kıyamet âlimlerinden haberdar olanlar ve kâhinler bu oğlan asi ve kimileri Harami Kasap Cellât olur diye haber verdiler. Bir rivayete göre Timur’un babası yol kesici kimine göre de dokumacı idi. Timur çocukluğunda keçi çalarken çoban uyanır Timur’un omzuna tırpan ile vurup düşürür oyluğunu yaralayarak topal kalmıştır. Uzun süre karnını doyurmaktan aciz sürünürken kendisi gibi sefillere Timur soyguncularla düşüp kalkmış bir lokma ekmeği bulamazken kendisi gibi sefillere Cihan Padişahlığından lâf ederek avunurdu. Dünyaya ferman yürüteceğini ileri sürmesi duyanları ahmaklığı ve divaneliğine Timur Anadolu’da 10 ay kalmış götürebilecek ne bulduysa çarpıp savuşmuş götüreme diklerinizde yakıp yıkmıştır. Timur tipik göçebe talancı çeteler gurubu topluluğudur. Aralıksız ve anlamsız bir boğuma içinde oradan oraya koşmak ta aralıksız ihanete uğramış görünmesi talan sisteminden gelir. Bu sistemin düzelme çaresi yoktur ki boğuşma bitsin! Talanın sonu olmadığı için en uzak yerlere koşmak ölene kadar debelenmek kanundur.  En basit askerde ele küçük komutanlarda görülen hayvansı öfke bile yoktur. Gösterdiği tepki zulmetmek ve fırsatlarını ele geçirdiği sıralar dışında aylıklı katillerin gösterdiği hesaplı kurnazlıktır. İnsanlara kötülük etmek için kurulmuş robot gibi davrandığını kestirememiştir. Beyazıt karşısında ki herifin kişisel özelliklerini bilmeden ona bir savaşçı gözüyle bakmış savaşçı olarak değerlendirmiş bu yanılgı ile ordusunu kaptırıp memleketi haydutların ayakları altına attı. Beyazıt hesaplarını yaparken en başta halklarının en az acı çekeceği durumu seçmek zorundadır. Beyazıt kibirlenerek bunu göz önüne almamıştır. Suçtur cezası sultanlar için ölümdür. Devletin sahipleri hangi nedenle olursa olsun devleti tehlikeye atmışlarsa Devletin kaderin düşünmemişlerse ki bu aynı zamanda halkların kaderini de düşünmemektir. Anadolu halkları kumarbaz avanak güçsüz devletlileri katiyen tutmazlar onları tutmamak suretiyle cezalandırırlar. Anadolu halkları şehzadelerin kişiliğinde kendilerini aptalca kumara koyan Beyazıt dan öçlerini almışlardır. Burada Beyazıt akıllı bir Devlet reisi gerçek devlet adamı gibi değil keyfine düşkün avanak bir beyzâde gibi davranmış bunu da canıyla ödemiştir. Beyazıt’ın aptallığı yalnız kibirli inadından değil karşısındaki sefil herifi gerçek savaşçı sayarak buna göre plân yapmasındandır. Oysa büyük komutanların ödevi karşısında ki komutanın kişiliği kişisel özellikleri üzerinde yanılmamaktır. Küfürlü birkaç mektup yazmakla Timur gibi eşkıya reisleri zafer sarhoşluğuna kapılarak orduların saflarını gevşetmezler. Bunlar için zaferden daha önemli olan kişisel güvenliklerdir. Beyazıt’ın kurduğu tuzak o günlerde sık kullanılan bir taktikti bu kadar açık tuzağa Timur gibi bir çakalların düşmeyeceğini kestirememek büyük aptallıklar dandır. Beyazıt büyük aptallardan olduğu için Dünya İmparatorluğunu tehlikeye atmaktan çekinmemiştir. Anadolu Türk halkları da işte bu hayvanlığı cezalandırmış.  Beyazıt, 1396’da Niğbolu’yu kazanmış bundan sonra bir yandan İstanbul’u çevirmiş bir yandan Anadolu Birliğini meydana getirmeye çabalamıştır. Bu hazırlıklar karşısında Timur belasını hazırlayan düşman güçleri. Batılıları, bunların öncüsü olan Papalığı, İtalyan tüccar Cumhuriyetlerini, İspanyanın engizisyonu Kralları düşünmeli bunların planlarını sezmeye çalışmalıydı. 1402’ye kadar altı yıl içinde Beyazıt kibirlenerek gerinmiş buna karşılık düşmanı arkadan vurmak için Batı aylıklı katillerini bulup üstüne saldırmıştır.

ANADOLU HALKLARININ SEZGİ GÜCÜ

23. 11. 1972. Perşembe.

Anadolu halkları tarih içinde bulundukları coğrafya alanı ve uğradıkları olaylar yüzünden çok büyük tecrübelere sahip olmuşlar. Bu tecrübeleri sırasında savunuları içi ustalıkla kullana bildikleri için bu güne kadar yaşayıp çoğala bilmişlerdir. Anadolu halklarının en büyük güçlerin, karşılarına çıkan bütün aldatıcı kişiler ve aldatıcı fikirler karşısında hak etmeden kazanma hırsına kapılmadan direne bilmeleridir. Anadolu halkları bu sezgi güçleri sayesinde kendilerine aşırı vaatlerde bulunan kişi veya takımların güçlerine de güçsüzlüklerine de katiyen aldanmamayı başarmışlardır. Güçsüzlere aldanmamak vaatlerin yerine getirmeyecekleri meydanda olduğu için bir bakıma kolaydır. Anadolu halkları güçlü kişilere ve takımlara güçlü olduğu halde bu herif ya da herifler bana neden aşırı vaatlerde bulunuyor diye kuşkuya düşerler ve güçlülüğün gerçek olduğunu anlayınca bu kuşkuları artar.

ANKARA SAVAŞI

Albert Champdor. Tamerlan–Payot, Paris 1957.

Birinci Beyazıt’ın babası Birinci Murat 37 savaşa girmiş hepsini de kazanmıştır. Beyazıt, böyle bir babanın oğlu olarak savaş alanların da savaşçı ve yırtıcı olarak yetişti. Bizans İmparatoru Manuel Paleolog, Beyazıt’a kaşı Timur’dan yardım istedi. Timur önceleri çağrı hemen  cevaplamamıştı. İmparator bu kez Batılılara bir Haçlı Seferi düzenlemelerini teklif etti. Timur ilk defa düzenli orduyla karşılaşacaktı, bu ordu için savaş (harp) milli endüstriydi eğer işler ters giderse, 30 yılda kurulmuş bir haydutluk sistemi yıkılabilirdi. Müneccimlerde durumu parlak görmüyorlardı, Ordu Hint Seferinde çok yorgun düşmüş daha beteri bu ağır seferden umulan vurgunlar da elde edilmemişti. Timur, 800 bin kişilik bir ordu ile Osmanlı topraklarına girip Sivas’ı çevirdi. Şehir çağının en ileri savunma tekniği ile yapılmış kalelere sahipti. 8 Bin Moğol lağımcı kalelere saldırdı 18 günlük  bir çarpışmadan sonra şehre batıdan sokuldu, sonunda savunucular teslim olmayı kabul ettiler. Timur Müslümanlara dokunmadı fakat Hristiyanları, bilhassa dört bin Ermeni’ydi diri diri gömdürdü. Çünkü  kanlarını dökmeyeceğine yemin etmişti. Bunları, onar onar, başları bacakları arasında olmak üzere dertop bağlandı, çukurlara sıralandı, hemen ölmemeleri için üstlerine birer geniş tahta koyularak duvar örüldü. Bir takımı da henüz dizgine alıştırılmamış yabani atların kuyruklarına bağlanarak Moğol karargahında sürüklen dirilerek parçalatıldı. Anaların dan alınan küçük çocuklar birbirlerine bağlanarak bir meydanlığa yayıldı, bunların üzerinden Moğol atlılar geçirildi, hepsi analarının gözleri önünde öldürüldü. Bundan sonra, Ermenistan’ı kurtarmak için geldiğini söyleyen Timur, Ermenistan’da öyle bir katliam yapmıştır ki tarihlerde örneği görülmemiştir. Bunun nedeni Timur’un anlaşmak için değil her çeşit anlaşmaya yanaşmadan Orta Doğuyu karıştırıp perişan etmek ödevi yüklemmesindendir. Aslında Beyazıt Avrupa’ya yönelmiş Timur ise Cengiz’in yolunu tutarak Uzak-Doğuyu amaç edinmiştir. Bu sebeple yolları kesişmiyordu aralarında vuruşmaları için hiç bir zorunluluk yok gibiydi. Buna rağmen Timur bu savaştan vazgeçmesini salık veren müşavirlerine yaşı o kadar ilerlemiş olduğu çoktan yorulduğu halde iki yıl sonrada ölmüştür. Bu çarpışmadan vazgeçmeyeceğini çünkü bunda zorunluluk bulunduğunu (!) söylemiş. İki ordunun bir birinden habersiz Anadolu’da dolaşması… Beyazıt’ın arkasına düştü. Beyazıt’ın ordusunda ilk günü Ankara’ya yaklaştığı sıcak Mayıs gününde beş bin kişi susuzluktan ölmüştü. (Bu sırada, ordusuna ulufelerini ödenmediği için asker arasında homurdanmalar da başlamıştı). Savaş 10'da başladı on saat süren bir belirsizlikten sonra zafer yavaş yavaş Topa Timur'a doğru kaydı. Önce Aydınoğlunun adamları arkalarından  Mezopotamya ihtiyatlarını da sürükleyerek düşman tarafına geçtiler. Gece inerken geride kırk bin ölünün yattığı savaş alanını altında sabahtan beri birçok savaş atı da vurulmuş olan Bayezit terk etmeye karar vermişti. Beyazıt sonra fazla yaşamadı 9 Mart 1403’de Akşehir’de öldü. (Ölümü ’nün, bir inme krizinden sonra olduğu söylenir). Düşmanını ezen Timurlenk var hırsıyla Anadolu’ya yüklendi önüne gelenleri yaktı yıktı öldürdü sürükledi öldürmekten zevk aldığını artık saklamıyor buna lüzumda görmüyordu.  Bursa’ya bir bela gibi saldırdı sıcak suları, ipeği, balıyla meşhur olan dervişler  şehrini bir anda yerle bir edip ateşe verdi. Bu sırada torunu Ebu Bekir İznik’te aynı şeyleri yapıyordu. Beyazıt’ın Timur’a yenilmesi Osmanlı İmparatorluğunun o çağda içinde bulunduğu zorunlulukların sonucudur. Burada Beyazıt’ın davranışı yalnızca kendi kişiliğinin sürekli olarak kınanan özelliğinden değil Osmanlı İmparatorluğunun karşı  durulmaz ekonomik-sosyal-politik isteklerinden gelmiştir. Tarihsel zorunluluk Beyazıt’ı iterek Ankara önüne getirmiştir, istese de istemese de Timur’la vuruşacaktır. Yenilmeyebilir miydi yense dünya tarihinin gidişi nereye doğru nasıl ne kadar değişirdi? Bunları araştırmakta bazı fantezilere tarih ve insanlar için hiçbir faydalı yönü yoktur. Yalnız şu kadarını cesaretle söylenile bilir ki Roma on beşinci yüzyılın ilk çeyreği içinde (.....) Dünya İmparatorluğu’nun Başkenti yapacaktı. Bu sefer ki İmparatorun künyesi Hristiyan-Müslüman olacak hâkim unsur Müslüman Türkler meydana gelecekti ne kadar zaman için? Bu bilinmez ama gene cesaretle söylenebilir ki dünyamızın yüzü elbette bu günküne hiç benzemeyecekti.

DARMADAĞIN DEVLET

Bir haftadır çatlatırcasına koşturduğu atını değiştire değiştire yellerle yol alan Süleyman Çelebi nihayet vara bildiği Uludağ eteğini kaplayan çamlığı aşarken birdenbire uzakta beliren Bursa’yı görür görmez artık dayanamadı boşandı: Allah’ım! Ben Bursa’ya böyle mi dönecektim günahımız neydi ki bir anda böylesine bozguna uğrayarak perişan olduk? Timur melununun eline esir düşen yiğitler yiğidi namlı atam imdi nicedir bilmem karındaşlarım Musa’da, İsa’da, Mehmet’te nerededirler, neylerler, ne oldular haber yok. Ankara sahrasında kopan kıyamet koskoca devletimizi temelinden sarsıyor gök kubbe tepemize yıkılıyor, Muhammed ümmeti kan ağlıyor. Ya ilahi sen bilirsin nedir bu başımıza gelen diye bir zaman düğündü. Gerçekten: 1402 yılı ile beraber başa gelen bu uğursuzluk pek yamandı. Ankara savaşın da yenilgiye uğradıklarını sezdikleri anda çığlına dönerek Süleyman Çelebi ile yüz geri edip bu yollara düşen Vezir azam Çandarlı Ali Paşa ve mahiyetindekiler de öylesine bitkin bir halde idiler ki Şehzadelerini teselli edecek söz bulamıyorlardı. Olan olmuş umulmadık olayların yardımı ile savaşı kazanan Aksak Timur kaşla göz arası dene bilecek pek kısa bir zaman içinde  Osmanlı Hükümdarı ile ordusunu tarumar ile ortalığı allak-bullak ederek Anadolu’yu bir ana baba gününe düşürmüştü. Bütün etrafı gibi Bursa’da matem içindeydi Süleyman Çelebi: Er meydanında can vereydim de böyle gelmeyeydi diye tarif edilmez bir gam ve keder içinde girdiği Bursa sokaklarında kimseye görünmemek dileğini hissettiren bir hızla ilerleyerek doğru Saraya vardı. Kurulduğu günden beri zafer müjdeleri düğün dernek neşeleri ile çınlayan Saray ilk defa gömüldüğü matem havasının derin sessizliği içinde artık Türbe ’ye dönmüştü. Bu derin sessizliği, Süleyman Çelebi’nin geldiğini duyan Harem dairesindeki kadınlarla cariyelerin; Hani Padişahımız? Padişahımız! Efendimiz nerededir? Ne zaman gelecek? Ne oldu? Feryatları yürekleri parçalayarak yırtınıyordu. Karşılaştığı bu çığlıklarla bütün perişan olan Süleyman Çelebi kimsenin yüzüne bakamıyor dilinin ucuna gelen: Bitti! Artık her şey bitti ne Padişah, ne Devlet kaldı sözlerini kimseye söyleyemiyor sadece katiyen peşini bırakmayacaklarını bildiği Timur’un akıncıları yetişmeden Sarayda ki hazineden ne mümkünse kurtarıp kaçabilmeyi düşünüyor bu telaşla çırpınıp duruyordu. Bu çırpınış fazla uzun sürmedi zafer neşesi ile gözleri dönmüş ve kaplarına sığamaz hale gelmiş olan Timur akıncılarının dillere destan Osmanlı hazinesini kimseye kaptırmamak hırsı ile dörtnala yaklaştıkları haberi gelmiş? Süleyman Çelebide hemen hemen hiç bir şey hatta sevgili atasının göz bebeği eşi dilber Oliverayı dahi kaçırmaya imkân bulamadan Bursa’yı bırakıp, tekrar yollara düşmek zorunda kalmıştı? Her şeye rağmen köklü bir bağlılıkla kendisini takip eden binlerce er ile yaşlı gözleri arkada, yüreği yana yana yöneldiği Marmara kıyılarına doğru uçar gibi gidiyordu bu kaçış ilk rastlanan kıyıda durdu. Çare yok gayrı buralarda kalamayız Rumeli’ye geçmeliyiz. Kim bilir ne kadar zaman için Anadolu’ya vedâ etmemiz gerekiyor diyen Süleyman Çelebi bulabildiği teknelere yüklediği maiyeti ile Gelibolu’ya varınca bu seferde, endişe ve tereddütler içinde Rumeli’de ne yapacağını Timur’un şerrinden kurtulup nasıl tutunabileceğini düşünmeye başladı. Arkada bıraktığı Anadolu’dan aldığı haberler, üzüntü ve kaygusunu durmadan arttıracak derecede, birbirinden besbeterdi. Timur’un, yıldırım hızıyla yetişen kuvvetleri, Bursa Kütahya’da dahil, olmak üzere, birçok şehir kasabayı talan ile tahrip etmişler. Atası Yıldırım Bayezit, Kütahya’da zindana atmışlar ve Osmanlı ülkesini param parça etmek maksadı ile eski beylikleri bu ülkeden ayırarak eski sahipleri beylere vermişlerdir. Böylece, Bursa’da mahpus bulunan Karamanoğlu Mehmet Bey, hapisten çıkarılıp Konya’ya, Germiyanoğlu Yakup bey Kütahya’ya, Saruhanoğlu Hızır bey, Manisa’ya, Aydınoğlu Cüneyt bey, İzmir’e İsfendiyaroğlu da keza eski yerlerine gönderilmişler. Bu arada, Timur Rodos şövalyelerinden zapt etmiş olduğu İzmir’i de büyük bir cömertlikle Aydınoğlularına peşkeş çekmiştir. O halde, Osmanlı ülkesi olarak Anadolu’da ne kaldı? Hemen hemen hiç evet bir parça insaf edip Bursa’dan, Eskişehir’e kadar ve öte yanda Amasya, Tokat bölgesine göz koymadı ise. İşte hepsi bu diyen Süleyman Çelebi bir yandan da kardeşlerini merak ediyor onların nerelerde ne durumda bulunduklarını öğrenmek istiyordu. Fakat her şeyden ve hepsinden önce kendi durumunu bir hal yoluna koymak telaşında idi. Bizans İmparatoru Şehzade’nin Gelibolu’ya çıktığını duyunca görüşmek ister. Osmanlı’ya karşı müttefikler aramak için iki buçuk yıldır kapı kapı dolaştığı Avrupa’dan yeni dönmüştü. Artık Osmanlı’ya karşı müttefik aramaya gerek kalmamıştı. Topal Timur’dan Allah razı olsun. Süleyman Çelebi ile İmparator Manuel: Aralarında anlaşma yaptılar Bizans’a gittiler. Süleyman Edirne’ye hareket etme hazırlıkları yaparken Anadolu’dan gelen haberde babası Bayezit’in ölümünü duydu, bir an evvel Edirne’ye gidip hükümdarlığını ilan etme kararını verdi. Bizans’tan Edirne’ye gelinceye kadar ne olacak diye kaygılanmış. Edirne’ye girerken mehter takımı Evranus Gazi ile yanında ki Murat Paşa ümera kumandanları görünce üzüntülerini unutarak yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. Süleyman ikindi namazını kıldıktan sonra bütün ümerasıyla ilk toplantıyı yaptı. Bizans’la yaptığı anlaşmayı atasını ölümünden duyduğu acıyı anlattı. Hep bir ağızdan dua ederek Bi’atle Süleyman Çelebinin hükümranlığını ilan ettiler. İsa Çelebi Timur’dan aldığı mensur ile Balıkesir çevresinde beylik sürdüğü Bursa’ya da el atmak isteğiydi. Öte yandan Musa Çelebi Timur’dan aldığı mensur ile Bayezid’in na’şını Bursa’ya defneden orada beyliğini ilan edip yerleşmişti. Diğer Kardeşi Mehmet Çelebinin de Amasya civarında olduğunu öğrenmişti. Süleyman ümerasını toplayıp siz ne dersiniz? Timur’dan mensurlar alarak ayrı ayrı beylikler kurmak birliğimizi bozmaları doğrumundur. Bu arada Rumeli’de emniyeti sağlamak için Bizans’la olduğu gibi Sırp’lar Bulgar’lar ve Arnavutlarla yeni anlaşmalara varmamız gerekiyor. Çelebi çok içiyordu neyleyim elimde değil bunca cevrü cefa bunca elem ve keder insan da irade bırakmıyor. Bütün idare Çandarlı Ali Paşaya kalıyordu oda gece gündüz çalışarak elinden geleni yapıyordu. Vezirim değimlisin idare et gerekeni yap beni rahatsız etmeden başka bir şey demeyerek yerinden kıpırdamıyordu.  Amasya’dan gelen haberde Mehmet Çelebi (Eğer atamız Allah’ın rahmetine kavuştu emirim ve ulu karındaşım sağ ve Padişahlık ona mübarek olsun). Süleyman büyük sevinçle Mehmet’im sende var ol. Kardeşiniz İsa Çelebi geldi acele huzura kavuşmayı dilermiş. İsa gölge gibi sesiz sedasız ağır ağır içeri girer anlatmaya başlar. Mehmet Çelebi bana elçi gönderdi (Anadolu’yu aramızda taksim edelim) Anlaşalım sonra üzerime saldırdı kuvveti çoktu başa çıkamayınca Bursa’yı terk edip Edirne’ye geldim. Şehzade İsa Allah’ta şahittir Mehmet Çelebiye karşı hiç bir kötü niyetim yoktur kardeşlik hukukunu ayaklar gelen odur. Süleyman Çelebi kardeşi İsa’ya üzülme Allah’ın yardımı ile her şey yoluna girer. İsa şimdi olup biteni unutup yeni seferlere hazırlık yapman gerekiyor. İsa’nın bu sözleri Süleyman’ın çok hoşuna gitti rakip olan Mehmet Çelebi ile hesaplaşmayı canı gönülden kabul eden bu kardeşini Allah göndermişti. Amasya’da (Devlet durumu müzakere için) toplanmıştı. Çünkü Şehzade İsa Balıkesir tarafında asker toplayıp tehdit etmeye başlamıştı. Toplantıya başkanlık eden Mehmet Çelebi kardeş kavgası mı?  Allah esirgesin Devletin birliğini kuvvetlendirmek azmindeyim Allah şahittir. Lakin neyleyim kardeşim anlaşmaya yanaşmıyor. İsa bu defa yalnız değil onu destekleyen Süleyman Çelebide var. Süleyman da Rumeli’yi az bulup Anadolu’ya el atmaya kalkıyor? Ne hakla kardeşlerin en büyüğü olması yeter mi?  Günah onların boynuna çare yok kuvvetleri hazırlayıp hareket etti. Bursa’ya yaklaşırken karşılaştığı İsa’yı ilk çarpışmada bozguna uğratıp kaçırdı. İsa, soluğu Candaroğlu İsfendiyar beyin yanında aldı gene rahat durmadı taze kuvvetlerle saldırıya geçti kısa sürede perişan olup kaçtı. İzmiroğlu Cüneyt Bey kendine sığınan İsa’yı memnuniyetle kabul etti. Böylece Aydın Saruhan ve Menteşe beyleriyle anlaşan İsa topladığı 20 bin kişilik ordu ile şansını bir kere daha denedi saldırarak 20 bin kişilik orduyu perişan etti. İsa gene kaçmıştı ele geçirdiği Saruhanoğlu Hızır şah beyi idam etti. İsa Çelebi soluğu Karamanoğullarının yanında aldı umduğu yardımı bulamadı. Mehmet Çelebinin adamları İsa’yı hamamda bastılar? Bre Devlet düşkünü düzenbaz seni hangi su paklar diye gırtlağına sarılanların elinde kıvrana kıvrana can verdi.  Haberi duyan Süleyman eyvah Mehmet Çelebi ile nasıl başa çıkacağım. Mehmet Çelebi hesaplı kitaplı hareket ederek Süleyman Çelebiyi ortadan kaldırmayı planlıyordu. Kastamonu hükümdarı İsfendiyar neyin yardımıyla Kara denizden Rumeli’nin Eflaka geçmeye muvaffak olduğu Musa Çelebi çoktan faaliyete başlamıştı. Süleyman idaresizliğinden usananlar gayrı çare yok devletin selameti için Musa Çelebiye katılmak gerekiyor. Haberi alan Süleyman Çelebide birden bire şafak attı neee benden yüz mü çevirdiler? Evrenus Gazide ötekilerde hepsi ha? Musa Çelebiye mi giderler yalandır iftiradır. Süleyman bir kaç sadık adamıyla Edirne’den çıktı Bizans yolunu tuttu. İlk molayı verdikleri doğancılar köyünden Musa Çelebinin Edirne’ye girmiş olduğunu duyan Türkmenlerle karşılaştı. Bildik seni Süleyman Çelebi içki safahatla memleketine hale getirdikten sonra nereye kaçıyorsun? Bunca yıldır Allah’tan korkmadın da şimdi Musa’dan mı korkuyorsun? Bizans’a gidip de yine fitnemi çıkarmak niyetindesin diye üstüne atılıp vuruşmaya başlayan Türkmen genç erinin elinden kurtulamadı. Beş on dakika içinde Süleyman Çelebinin başını kesip doğru Edirne’ye Musa Çelebi ye götürdüler. Musa Çelebi Allah’ın izniyle padişahlık makamını işgal ettiğim şu andan itibaren hiç bir hâkimiyeti kabul etmemeye ahdediyorum. Sağımda yeni Vezir-i Azam Kör Melik Şah solumda Kazaskeri Şeyh Bedrettin Simav Nevi Edirne’de kendi adına para bastırınca Osmanlı Rumeli ve Anadolu olarak ikiye bölünmüş oluyordu. Mehmet ve Musa arasında birliği sağlamak için mücadele başlamıştı. Devlet göstereceği kabiliyet ve yapacağı işlerle onu hak edenindir, Atamız bu devleti kimseye miras bırakmadı. Musa Çelebi kendisine canla başla bağlı olanların kalplerini fethetmeyi bir türlü anlayamamış. Yanında devletin başına gayeler açacağı muhakkak olan Şeyh Bedrettin-i gibi neidüleri belirsiz bir takım kimselerden başka bir fert kalmamıştı. Mehmet Çelebi artık Musa’yla hesaplaşmak zamanı gelmiştir. Fakat hani nerde görünmüyor nihayet Musa Çelebiyi buldular kaçacak durumda değildi ister istemez savaşmayı kabul etti. Kesin bir yenilgiden sonra Musa kaçmaya başladı. Mehmet Çelebi birkaç saat süren takip neticesini beklerken 10 Temmuz 1413 sabahı Musa Çelebinin cesedini çadırın önünde buldu: Neden vurdunuz sağ getirin demedim mi size?  Vurmadık sultanım yakalanacağını anlayınca atını bataklığa sürdü yolunu bulup yanına varınca sizlere ömür gitmişti. Allah taksiratını affetsin neyleyim buralarda bırakmayın Bursa’ya atalarımızın yanına defnedin. Musa Çelebinin adamlarından Mihaloğlu Mehmet Bey tevkif ile Tokat Kalesine tıkılıyor. Kazasker Seyh Bedrettin-i Simav Nevide İznik de göz hapsine alınıyordu. Mehmet Çelebi 11 yıldır sahipsiz duran Osmanlı tahtına yaklaştı bir lahza durdu. Ve gözleri yaşararak “Bismillah” diyerek ağır ağır tahta çıkıp oturdu ortalık tekbir sesleriyle biat töreni başladı. Camiye varıp muazzam bir cemaatle cuma namazını kıldılar. 11 Yıllık Fetret Devri’nde her yerden sarsılan canlılığını kaybeden Bursa’mızı bir an evvel şanına layık ümran ve refaha kavuşturmak boynumuzun borcudur. Karamanoğlu Mehmet Bey 30 gündür sımsıkı kuşattığı Bursa’yı müdafaa eden Hacı İvaz Paşa ile başa çıkamayacağını anlayınca deliye dönmüştü. Ne ile dayanır bu Osmanoğulları aç bıraktım susuz bıraktım bana mısın demezler neden yılmak bilmezler? Karamanoğlu Mehmet dört bir yanı ateşe verdi gözleri dönmüş Bayezid’in kabrine bizzat saldırdı açın açın şu kabri vaktiyle Atama namertçe kıyan adamın ölüsüne bile rahat olamaz açın çıkarın atın şuraya ayaklarımın dibine nesi kalmışsa fırlatın ne duruyorsunuz tez olun intikam günü geldi açın! Çaresiz kalan askerler: Müslümanlığım da unuttu kâfir bile bunu yapmaz nedir bu gazap diye homurdana homurdana emri yerine getirerek Beyazıt din iskeletini ortaya çıkardılar. Karamanoğlu mosmor kesilmiş kudurmuş halde tepine tepine kemikleri çiğnemeye koyuldu: Ateşleyin yakın bir zerresi bile kalmayacak yakın kül edin diye haykırıp duruyordu. Uzaktan tozu dumana katarak gelen kalabalık göründü Osmanoğulları olmasın Karamanoğlu’nda şafak attı atını Konya yoluna sürdü.  Gelenler Musa Çelebinin cesedini Bursa’ya gömmeye geliyorlardı. Yazık yazık Osmanoğlu’nun ölüsünden kaçıyorsun ya dirisi gelse ne yapacaksın? Karamanoğlu bunu diyenin kafasını anında kesti. Sultan Mehmet Çelebi haberi alınca büyük üzüntü duydu: Bu dediklerinizi din düşmanı kâfir bile yapmaz yapamaz. Bu canavarlığı elbet yanına kar kalmayacak. Sultan Mehmet 1414 yılındaki başarılarıyla Ege bölgesini baştan aşağıya yıldırmıştı.  Bir yandan Timur’un yaptığı tahribatı izoleye çalışırken bir yandanda birliği korumak gayesiyle çabalamaktan geri kalmıyordu: Birbirimizi yemeye devam ettikçe Ümmet-i Muhammed rahat yüzü göremez. Timur’un saçtığı fitne fesat tohumuyla hâsıl olan kargaşayı gidermek için çalışıyoruz. Hala esaslı bir netice almış değiliz. Ümitsizliğe düşmeden çalışmaya devam etmeliyiz. Dinimizin emrettiği birlik ve kardeşlik esasına samimiyetle inanıp riayet etmektir. Mehmet Çelebi birliği kurmaya muvaffak olmakla  övünmekte haklıydı. Hatta bununla kalmayarak İslam Devletleri arasında ki özlediği kardeşçe anlaşmaya ön ayak olmak amacıyla Mekke-i Mükerremeye ilk defa Sürre gönderiyordu.

MUSTAFA ÇELEBİNİN MEYDANA ÇIKIŞI

Seyh Bedreddin gailesinin kökünden kazınarak ortadan kaldırılmış olması ile ferahlayan Sultan Mehmed Çelebi tam Anadolu’ya dönmek kararını verirken hiç inanmadığı hatır ve hayalinden dahi geçirmediği olayla karşılaştı: Atası Yıldırım Bayezid ile birlikte Timura esir olduktan sonra Padişahın ölümü üzerine Timurun Semerkant’a götürüp nam ve nişanını kaybettiği küçük kardeşi Mustafa Çelebi ölüpde yeniden dünyaya gelmişçesine birdenbire hemde Rumeli’de meydana çıkıvermişti. Önce buna kimse inanmadı sonraları Padişahı üzmemek halkında fikrini bulandırmamak için: Düzmedir dendi fakat Timur diyarından nasılsa yolunu bulup sıvışarak sessizce Anadolu ya süzüldüğü anlaşılan Mustafa Çelebi düzme olmadığını ispatı ile himayesine sığındığı Karamanoğulları’nın yardımıyla gene sessizce geçtiği Rumeli’de Niğbolu Muhafızı İzmiroğlu Cüneyt beyle işbirliği yaparak Tesalya’dan geçip Selanik civarında meydana çıkarak işte saltanat sevdasında olduğunu pervasızca ilan ediyordu. Artık düzmeliği müzeliğim de kalmamıştı, gözü Padişahlıkta hiç değilse Mehmet Çelebiden sonra boşalacak tahtta idi. Selanik çevresine gelinceye kadar maddi manevi yardımların dan faydalandığı Eflak Voyvodası gibi birçoklarının: Korkma yürü! Mutlaka muradına ereceksin tarzında ki teşvikleriyle de ümitlenmiş cesaretlenmişti. 1419 yılının Sonbaharına doğru karlı tipili bir havada ordusunun başında yola çıkan Sultan Mehmet Çelebi son derece üzgün görünüyordu. Her cenge bayram yerine koşuşan çocuklar gibi şen ve satır gittiğini görmeye alışmış olan Veziri azam Bayezid Paşa bu defa ki değişikliğin sebebini merakla düşünürken Padişah içini çekerek kendi kendine konuşur gibi: Ahh dedi gene karındaş kavgası! Gayrı bitti sonu geldi derken böyle olacağı akla gelebilir miydi? Ömürüm boyunca katıldığım yirmi üç cenkte aldığım kırk yaranın yarısından fazlası karındaş elindendir. İlahi yetmez mi gayrı bağrım kâfirden gelecek darbelere her zaman açık lakin karındaş darbesi! O kadar acı geliyor ki kâfirin bin hançerine bedel gerçekten şimdiye kadar girdiği cenklerde aldığı yaraların hiç birisine kardeş eliyle olanlar kadar karındaşın inciten beresine bin defa tercih ederim karındaş eliyle vurulmaktan Allah düşmanımı dahi esirgesin! diyordu. Bu defa bu yirmi dördünce cenginde Allah bu duasını kabul etti. Karşılaştığı karındaşı Mustafa Çelebi Cüneyt Beyi ileri sürmüş oda büyük bir şaşkınlığa uğrayarak çarpışmanın daha ilk safhasında bozulan askeriyle kaçmak zorunda kalmış savaşta tam kızışırken Mehmet Çelebinin yarasız beresiz zaferiyle sona ermişti. Mehmet Çelebi karşısındakilerin bu derece tabansızlık gösterişlerine hayret ederken bir taraftan da: Allah’ın inayetidir can-ü gönülden ettiğim duayı kabul etti cengimiz yirmi dördü buldu amma yaramız kırkta kaldı. Bundan böyle varsın elliyi altmışı da bulsun gam yemem tek karındaş elinden olmadığına seviniyordu. Gerçekten de Mustafa Çelebi öylesine kaçmıştı ki bir daha cenge tutuşmak cesaretini kendinde bulabilmesi imkânı yoktu. Fakat kaçarak soluğu aldığı Selanik’te rahat durabilse ilerisi için bir tehlike teşkil etmez miydi? Kardeş kavgasına ebediyen nihayet vermek için bu tehlikenin yok edilmesi gerekiyordu. Padişah bu düşünce ile Selanik Valisi Dimitros Laskarise müracaat ederek Mustafa Çelebi ile Cüneyt Beyi teslim etmesini istedi. Vali saygılı bir ifade ile verdiği cevapta: Kendisine sığınan kimseler kim olursa olsun vermekte mazur olduğunu bildirince Padişah da aynı isteğini Bizans İmparatoru İkinci Manuele ulaştırdı. İmparatorla araları pekiyi olduğundan müspet cevap alacağından emindi. İmparator ise arayı bozmamak azminde olduğunu belirterek şu cevabı veriyordu. Siz benim yerimde olup ta karar veriniz: Farz ediniz ki karındaşlarımdan biri size sığındı ve bende kendisini cezalandırmak için sizden istedim. Elinizi vicdanınıza koyarak söyleyiniz bana teslim eder miydiniz şüphesiz hayır. O halde müsaade buyurunuz âleme karşı mahcup duruma düşmememiz için sizin yapacağınızı ben yapayım mademki Mustafalı bir kurttur diye tehlikeli buluyor ve benim ağılımda da rahat durmayacağını tahmin ediyorsunuz bırakın bu kurttun burnunu ben bağlayayım. Öyle bağlayayım ki ne sizin sürülerinize nede benim sürülerime zarar versin. Size karşı daima babaca duygular beslediğimden rahat ve huzurunuz için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağım dan emin olun. Allah’a kasem ederim ki siz hayatta bulundukça Mustafa’da Cüneyt’te hürriyetlerine sahip olamayacaklardır? İmparator Manuel bu mektubu Padişaha gönderirken Mustafa Çelebiyi de (Limni) adasına sürüyordu. Ayrıca Cüneyt beyinde ömrü boyunca rahiplerin nezareti altında kalmak üzere (Panakarist) manastırına kapattırmıştı. Sultan Mehmet Çelebi isin bu şekilde yoluna konmuş olmasından memnundu. İmparatora teşekkürler ederek her iki esirin yiyip içme masrafları karşılığı olarak yılda üç yüz bin akça vermeye razı olduğunu bildirdi.

BİZANS’LA DOSTLUK

Gaile üstüne gaile atlatarak hepsini dilediği gibi hal ve fasletmiş olmanın ferahlığı içinde: Varıp biraz istirahatle başımızı dinleyelim diyen Padişah pek özlediği Bursa’ya gitmek kararını vermişti. Bu karardan haberdar olan Bizans İmparatoru (Boğaz yoluyla gidin bu vesile ile görüşmüş hasretimizi gidermiş oluruz sizi bekliyorum) diye davet edince Gelibolu yolundan döndü, Bizans’a yöneldi. Bizans’ta, imparatorla yakınlarından başka Padişahı itimat edip seven kimse yoktu. Herkes, günün birinde gücü yettiğini anladığı zaman Bizans’a saldırmakta bir lâhza tereddüt etmeyeceğini ileri sürerek, Padişahın şimdiden haklanması taraftarı idi. İmparator, bunların hiçbirine kulak asmadan Sultan Mehmet Çelebiyi, sözüne sadık, iyi niyetli, mert bir dost, hatta arkadaş saymakta devam ediyordu. Nitekim Bizans’a ayak basar basmaz kendini büyük bir samimiyetle karşıladı hediyeler sundu. Emrine döşeli dayalı saltanat kayıkları tahsis ederek şatafatlı merasimle Boğaz içinde gezdirip Üsküdar’a çıkardı. Üsküdar’da yan yana kurulan çadırlarda verilen ziyafetlerde karşılıklı sıhhat ve afiyet dilekleriyle kadehler tokuşturarak tatlı tatlı sohbetlerle yediler içtiler. Sonunda Padişah gene imparatorun emrine verdiği küheylana binerek İzmit yoluyla Bursa’ya gitti. Üç ay kadar sonra Rumeli’ye dönerken kendisini rahatsız etmeden Gelibolu’ya geçmek istediğini duyan imparator bu seferde saray tercümanını göndererek Padişaha selam ve saygıları ile iyi yolculuklar temennisini arz etmeyi ihmal etmedi. Ancak saray tercümanı Dimitriyos Laskarisun vazifesi bu kadarla bitmiyordu İmparator onun muvafakat ettiği takdirde Padişahla birlikte Edirne’ye gidip elçi olarak yanında kalmasını istemişti. Padişahda bu dileği memnuniyetle kabul ederek Laskarisi beraberin de Edirne’ye götürdü.

SULTAN MEHMET ÇELEBİNİN ÖLÜMÜ

Edirne yepyeni bir bayram havası içinde çalkanıyordu. Padişahta bütün gailelerden kurtulup feraha kavuşmuş olmanın sevinciyle şen şatırdı. Edirne’ye varışının beşinci günü erkân ve ümera ile ülemayı toplayarak bundan böyle her sahada yapılacak işleri uzun uzadıya izah etti ve: Gayrı bir müddet için olsun kılıçlarımız kınında kalsın ister istemez vurup kırmakla geçirdiğimiz zaman içinde baş çevirip bakamadığımız bunca işlerimiz var ki her biri başlı başına bir gaza gibi himmet ve gayret ister. Her gazamızda bize muin olan Allah’ın bundan sonra ki işlerimizde de lutf-ü inayetini bizden esirgememesini niyaz ile yarından itibaren kolları sıvayarak yurdun ümran ve refah için giriştiğimiz mücadeleye yeni bir azm-ü gayret ve hızla devam edelim diye talimatını verip öğleye doğru toplantıyı sona erdirdi. Vezir-i âzam Bayezid Paşa ile baş başa kalınca tasarlamış olduğu yeni çalışma hamlesinin ilk safhasını yoluna koymuş olduğundan duyduğu memnuniyeti gizleyemeyerek gülümsüyordu. Pencereden dışarısını seyrettikten sonra Bayezid Paşa’ya dönerek: Bilir misin şimdi canım ne istedi Paşa dedi yarın sabahtan itibaren gayrı gene rahat yok kolları sıvayacağız. Rahatımıza kalan zaman işte şu akşama kadar ki beş altı saatten ibaret ne derim fırsatı kaçırmadan şöyle bir ava çıksak da gün batıncaya dek keyfimizce hoşça bir vakit geçirsek. Epeydir imkân bulup da avlanamamıştı bayağı özledim tam da mevsimi. İrade buyurursunuz Padişahım taamdan sonra hemen çıkalım. Şu sonrayı bırak paşa! Taamı da kırda eyleriz. Münasiptir Sultanım söyleyin aşları da yola çıkarsınlar. Sultan Mehmet Çelebi bayram yerine koşan çocuklar gibi neşelenmişti yerinde duramıyordu. Hemen hazırlanan atına bindi Bayezid Paşa ile maiyetinden üç silahşor peşinde kuşlar gibi uçarcasına yollandılar. 

Heyhat ki, bu gidişine feci bir dönüşü olacağını kimse tahmin edemezdi. 

Padişahın böylesine şen şatır gidişine gülümseyen haremde ki, çehrelerin beş altı saat sonra hıçkırıklarla boğula boğula gözyaşlarına bulanacağını kim tahmin edebilirdi? 

İşte keyifli keyifli avlanırken nasılda boş bulunup muvazenesini kaybederek attan düştüğünü gören Bayezid Paşa bile şimdi gözlerine inanamıyordu. 

Koştu Padişahı hemen kucakladı ne oldu nasıl oldu geçmiş olsun derken. 

Dili tutuşmuş gibiydi başka bir şey diyemedi Padişahında sesi çıkmıyordu. 

Koşup yetişen silahşorların yüzüne sertilerdi su ile biraz kendine gelir gibi olunca moraran dudakları arasından tane tane dökülen: Olan oldu gayrı tez Edirne’ye götürün beni mecalim kalmadı tez olun! 

Sözleriyle yürekleri yananların kucağında saraya döndü bereket hava kararmış Padişahın bitkin bir halde kucakta dönüşünü kimse görmemişti. 

Sarayda biraz keyifsizdir diye hareme götürülmeyen Padişah selamlık dairesinde geniş sedirin üstüne yatırıldı. 

Başucunda da Bayezid Çandarlı İbrahim Hacı İvaz Paşalarla pek yakınlarından iki üç kişiden başka kimse yoktu. 

Dudaklarına verilen tastan yudum su içerken hafifçe gözlerini açabilen Padişah inleyen bir sesle: (Paşa) diye Sadrazam Bayezid Paşaya hitap etti: “– Nefesim kesiliyor, Gayrı kurtulamam Takdir-i İlâhi bu imiş. 

Tez Murat’ıma haber salın gelsin yetişsin Murat gelmeden göçer gidersem Allah etmeye memleket birbirine tokuşur felaket olur. 

Ondan ötür tedarikli olun evladım Murat gelinceye dek vefatım duyurulmaya. 

Halefim Murattır, bana gösterdiğin sadakati ondanda esirgeme Bizans İmparatoruna karşı takip ettiğimiz dostluk yolundan zinhar inhiraf eylemeyin. 

Hakkınızı helal eyleyin benimde cümlenize hakkım helal olsun diyebildi. 

Ve derin bir sessizlik içinde gözlerini yumarak son nefesini verdi. 

Paşalar bu beklenmedik akıbet karşısında dona kaldılar. 

Elem ve keder içinde yaşaran gözleriyle bir müddet birbirlerinin yüzüne bakakaldıktan sonra vefat haberini duyurmak için gereken tedbirleri almaya koyuldular. 

Bir taraftan da Amasya’da bulunan ve artık Padişah olan Murat Beyi keyfiyetten haberdar etmek üzere Çeşnicibaşı Elvân Beyi hemen yola saldılar. 

Sultan Mehmet Çelebinin ölümü son nefesini verişi esnasında yanında bulunanlarla bazı hekimleri den başka kimseye sezdirilmedi. 

Herkes Padişahı biraz keyifsiz bilmesi için mümkün olan her şey yapıldı Hekimler yanına girip çıkıyor.

Vezirler sağlığında olduğu gibi huzura kabul olunuyor divanlar kuruluyor her hastalık zamanında yapıldığı gibi en iyi ilaçlar bulun mak üzere adalara Bizans’a adamlar gönderi liyor davalar görülüyor emirler veriliyor hatta mehter takımı da nöbetlerini çalıyor ve bilhassa yeni çerilerin gözü başka tarafa çevrilmek maksadıyla Anadolu’ya sefer hazırlığı da yapılıyordu. 

Bu esnada sipahilerin Padişahı görmek istedikleri anlaşılınca müşkül duruma düşen vezirler zaten ustalıkla tahnit edilmiş olan cesedi giydirip kuşatarak, pencerenin önüne loşça bir yere oturttular. 

Arkasına gizledikleri adamlara da kollarını basını hareket ettirerek sarayın önünden geçen yeniçerilerle sipahileri selamlattılar. 

Aynı zamanda Padişahın rahatsızlığı dolayısıy la hekimlerin açık havaya çıkmaması tavsiye sinde bulundukları söylentisi de yayılmak suretiyle ölümü kırk bir gün gizlenebilmiş oldu.

Bu esnada Murat Bey de Bursa’ya varıp tahta çıkınca artık gizlenecek bir şey kalmadığından Mehmet Çelebinin cenazesi de 1421 Mayısında Bursa’ya götürüldü kendi yaptırmış olduğu Yeşil Türbeye defnedildi. 

Timur felâketiyle darmadağın olan devleti sırf şahsi kabiliyeti ve meziyetleriyle durup dinlen mek bilmeyen gayretleri sayesinde derleyip toplayarak ihyâ etmeye muvaffak oluşundan dolayı ikinci kurucu sayılan Sultan Mehmed Çelebi yedi yıl sekiz ay süren saltanatı zamanın da Bursa ve Edirne’de yaptırmış olduğu Cami imaret türbe vesaire sanat eserleriyle de temayüz etmiş bir hükümdar olarak tarihe intikal ediyordu.

Dip not: Geçmişimizi iyi bilirsek geleceğimiz kurmak Türk insanı için çok daha sağlıklı olacağı bilincindeyiz. Toplumu tanıma da yardımcı olması dileğiyle. 

-Alıntılar-

Kaynakça:

1. KEMAL TAHİR'in Roman notları. Kitabının aslına sadık kalınmıştır. 

Dip not: Geçmişimizi iyi bilirsek geleceğimiz kurmak Türk insanı için çok daha sağlıklı olacağı bilincindeyiz. Toplumu tanıma da yardımcı olması dileğiyle. 

-Alıntılar-

Kaynakça:

1. KEMAL TAHİR'in Roman notları. Kitabının aslına sadık kalınmıştır.

İKİNCİ KİTAP.

KEMAL TAHİR KEMALİZM ve SOSYALİZM*

Serbest Siyasa

Kemal Tahir, Kemalizm ve Sosyalizm*

Barkın Karslı.

Bizi ters çevirdikleri zaman Batı, Batıyı ters çevirdikleri zaman biz çıkarız.1 Türkçenin en büyük romancılarından biri sayılabilecek Kemal Tahir, yaşamının hiçbir döneminde herhangi bir ideolojiye doğrudan bağlanma makla birlikte sosyalizm düşüncesini usu ve mantığıyla benimseyen bir edebiyatçı olmuş tur. Aile yapısı, çocukluğu, aldığı eğitim ceza evinde geçirdiği yıllar ve çok önem verdiği ahlak anlayışının olağan bir çıktısı sayıla bilecek siyasi çizgisi, sürekli sorgulamalarla geçen yıllar içerisinde sosyalizme evirilmiştir. 1910 doğumlu Kemal Tahir’in neden sosyalist olduğunu daha iyi anlayabilmek için çocuk luğuna ve gençliğine bakmak gerekir. Babası Yıldız Sarayı özel marangozluğuna getirildik ten sonra II. Abdülhamit’in güvenini kazanarak onun hünkâr yaverliğini yapmış, annesi II. Abdülhamit’in kızı Naile Sultan’ın hizmetin de çalışmış Kemal Tahir’in ailesinin yaşamı II. Meşrutiyet’in ilanı ve 31 Mart Vakası ile baştan aşağı değişir. 8-10 yaşlarındayken I. Paylaşım Savaşı’nı yaşar, çocuk yaşında İstanbul’dan Kuvayı Milliye güçlerine malzeme taşınmasına yardım eder, 1923-1926 yılları arasında okuduğu (Türkiye’nin Batı’ya açılan kapılarından) Galatasaray Lisesi’ni annesinin vefatı üzerine baş gösteren geçim kaygısıyla 8. sınıfta terk etmek zorunda kalır. Dindar sayılabilecek bir ailesi olan Kemal Tahir, Nâzım Hikmet, Kerim Sadi ve Mustafa Börklüce (Sarı Mustafa) gibi kişilerle tanıştığı 1935’lere değin rejimin CHP’ye muhalif olan arkadaşlarıyla yumruk yumruğa kavga edip Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafını hep yanında taşıyacak kadar inançlı bir savunucusudur. Aynı yıllarda sol eğilimli Tan gazetesin de yazı işleri müdürü olarak çalışır. Türkiye solundaki kişilerle yakınlaşması da aynı döneme rastgelir. 1930ların ortaların dan itibaren içine girdiği çevrelerin tetiklediği dönüşümü 1935’te yazdığı bir mektup ta, Yarım yırtık bilgili kafama birçok kocaman meseleler yığdılar. Kant, Dekart, Niçe, Engels, hatta Marks bomboş kafamda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, liberalizm, Komünizm, Bolşevizm, Faşizm, Hitlerizm, Emperyalizm fır dönüyor kafamda. Gözleri yeni açılan anadan doğma bir kör gibiyim, sözleri ile niteler. 2.

Aynı yıllarda Kemal Tahir’in Fatma İrfan’a yazdığı bir mektuptaki keskin gözlemler onun Kemalizmden kopmakta oluşunun işareti kabul edilebilir: Kadın Konferansı Yıldız Sarayı’nda şampanya açtırıyorda, Beyoğlu Caddesi’nde saat ondan sonra vur aşağı tut yukarı Türk kızları satılıyor; imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz de, herifçioğlu 10 yıllık metresini on kurşunda öldürüp Şifa Yurdu’na yan geliyor; fikirlerini serbest konuştu diye tombul bir delikanlı hapse tıkılıyor da, vatan delikanlılarını, nefes nefes zehirleyen muhterem eroinci çeteleri köşe başlarını kesiyor.3

1938’de Nâzım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı gibi isimlerle birlikte komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile tutuklanan Kemal Tahir için zorluklarla dolu cezaevleri, onu daha fazla okumaya ve mevcut düzeni sorgulamaya iterken, öğretici bir okul işlevi görür. 1950’de hapisten çıkan Kemal Tahir, 1955’te Millî İstihbarat Teşkilatı’nın gerçekleştirdiği sonradan ortaya çıkan bir komplo (6-7 Eylül Olayları) sonucu yüzlerce sol görüşlü kişiyle birlikte bir süre tutuklu kalır, bu onun son cezaevi deneyimidir. Bu ayrıntısız özetin ardından, Kemal Tahir’in sosyalizm düşüncesi ile ilintisine; bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti’ ne bakışına ve Kemalizm’e getirdiği eleştirilere geçebiliriz. Kemal Tahir Marksçı anlamda diyalektik materyalist düşünceyi ve Marksist tarih çözümleme yöntemini, olabilecek en son, en gerçek bilimsel dünya görüşü olarak değerlendirir. 4

Sosyalist olmak ise öğrenilebilecek bir şey değildir: Sosyalist olmak demek o sınıfın içinden gelerek düşünmek demektir. İşçi sınıfının içinden gelmiyorsan, istediğin kadar sosyalizmi öğren, sosyalist olamazsın ve sosyalist işçi gibi düşünemezsin! Sosyalist, teorisini tıpkı şoförün arabasını kullandığı gibi kullanır; yani, bilinçaltına indirerek Şoför, arabasını kullanırken bir dönemece rasladığı sıra, Şimdi gazdan ayağımı hafifçe çekeceğim, direksiyonu kıracağım, dönemeci içerden alacağım, diye düşünmeden bütün bunları bilinçaltı yığıntısı ile nasıl yaparsa, bir sosyalist de olaylar karşısında Marx şöyle demişti, Engels’in açıklaması böyle, Lenin bu durum karşısında şu yolu tuttu, öyleyse ben böyle davranmalıyım,  gibi şeyler düşünmeden bilinçaltı davranarak sosyalizme denk düşer. Çünkü sosyalizm, işçi sınıfının düşünce biçimidir. Eğer bir insan işçi sınıfından gelmiyorsa işçi sınıfı ile özdeşleşmedikçe sosyalist olamaz ve sosyalist gibi düşünemez.”5

Türkiye gibi Doğu toplumlarını Batılı sosyalist düşünceyle ele almanın yanlış olacağını belirten Tahir, gerek Türkiye gerekse Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin çözümlemeler yaptığı romanların da -tam benimsememekle birlikte- Marksist literatürde yer alan Asya Tipi Üretim Tarzına göndermelerde bulunur. Buna göre bireysel sermaye ve iyelik duygusunun fazla gelişmediği Osmanlı İmparatorluğu’ndakine benzer Doğulu toplumlarda, derebeylik ve burjuvazi de kök salamadığı için, merkezî devletler büyük yatırım gerektiren (sulama vb.) işlerin gerçekleştirilmesinde temel güç konumundadır. Tahir, Soyadı kurumu olmayan Osmanlı’da Tanzimat’a kadar bir tek toprak alım satımı kaydına rastlanmamasını bu duruma örnek gösterir. 6.

Mülkiyet kavramına atfedilen önemden ötürü Batı’nın sosyalizme geçmesinin ancak çok kanlı ve uzun ihtilaller ile mümkün olabileceğini düşünen Kemal Tahir, Asya tipi (Doğulu) toplumların yapıları itibarı ile sosyaliz me daha yakın olduklarını savlar. Asya tipi toplumların kurtuluşunu bilimsel sosyalizmde gören Kemal Tahir, bilimsel sosyalizmin, her topluma gerçek, yerli, bilgili sosyalistlerce uygulanacak bir metod olduğunu belirtir7.

Tahir’e göre Türkiye’de çalışanların, devleti, sosyalist amaçlarla ayaklanıp ele geçirmesi söz konusu değildir; sosyalizmi devlet getirecektir. Emekçiler tepeden inme yöntemiyle gelecek bu sosyalizmi bilimsel sosyalizm ölçülerine göre geliştirip yaşatmakla yükümlü olacaktır. 1965’te yayımladığı Yorgun Savaşçı romanında Mustafa Kemal’e fazla eleştirel yaklaşmamakla birlikte, resmî tarihte yer alan Kurtuluş Savaşı söylemini sorgulayan ve Kurtuluş Savaşı olarak nitelenen olaylar bütününe ilişkin gerçeklerin resmî söylemle bire bir örtüşmediğini dile getiren Kemal Tahir, kendilerini solcu addeden Kemalistler tarafından giderek dışlanma ya, olumsuz anlamda eleştirilmeye ve yok sayılmaya başlar. Bir yıl sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu üzerine binlerce belgeyi tarayarak belki de en kapsamlı öznel çalışmayı (Devlet Ana, 1966) ortaya koyarken, şüpheci ve araştırmacı kişiliğinin bir sonucu olarak yine Türkiye’deki Kemalist solcular arasında kabul gören görüşlere ilişkin ezber bozan yaklaşımlar sergilemiştir. Nâzım Hikmet’in öne çıkardığı ve sosyalist bir nüve taşıdığı savlanan Şeyh Bedreddîn İsyanı’nı ihanet hareketi olarak değerlendirmenin pek de yanlış sayılmayacağını düşünürken,  Köroğlu’yu da Bedreddîn gibi halk adına hareket etmeyen bir yarı soyguncu olarak niteler. Celalî İsyanları da, Kemal Tahir için halkla ilgisi olmayan bir kesimin kapı kapma mücadelesi hatta bir çeşit eşkıyalıktır. Yazarın Osmanlı tarihine ilişkin genel görüşleri hakkında ipucu verebilecek –çoğu Türkiye’deki sosyalistlerin düşünceleri ile örtüşmeyen– bu düşüncelerde ortak olan nokta Kemal Tahir’in Osmanlı İmparatorluğu’nu güçsüz düşürmeye, yıkmaya yönelik her türlü girişimi olumsuz görmesidir. Kemal Tahir’in kendisini 13 yıl cezaevinde tutan Cumhuriyet’in ceza yasalarını yanlış görmediğini ifade etmesi de 8,

Ondaki devletçi ve devletçiliği sosyalizmle bağlantılı görmeye eğilimli yana işaret etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını yaşayan Kemal Tahir, etkisini ailesiyle birlikte derinden hissettiği bu yıkılışta yine kapı kapma mücadelesindeki İttihatçıların büyük payı olduğunu düşünür. Milliyetçilik düşüncesinden hep uzak durmuş Tahir’e göre II. Meşrutiyet’i getirenlerin yıkılışa yol açan temel yanılgıları milliyetçilik düşüncesini kabul etmeleri olmuştur. Ailesinin yazgısını derinden etkileyen 31 Mart Vakasına yol açanların da Almanların güdümündeki İttihatçılar olduklarını düşünür. İttihatçılar hakkında ki düşüncelerini geliştiren yazar, halifeliğin bir anda kaldırıvermesine dikkat çeker: Batılılardan daha laik olamayacağımıza ve tarihte ki serüveni Halifelikten daha parlak sayılamayacağına göre, heriflerin Papalığı ortadan kaldırmayı akıllarından geçirmedikleri halde, hele de Fener Patrikliğini yerinde bırakarak Halifeliği ortadan kaldırmaya çabalayışımız akıl alır aptallıklardan -hatta ihanetlerden değildir. Tarih içinde uzun gayretlerle kurulup geliştirilmiş hiçbir müessese, kendisi kendiliğinden ortadan kalkmadıkça, sahipleri olduklarını iddia edenler tarafından, düşmanlarının işlerini kolaylaştırmak için ortadan kaldırılmazlar. Eğer böyle bir durum karşısında bulunursak, bir ihanet karşısındayız demektir. 9

Buna ve İngiltere, İtalya ile Fransa’nın Mustafa Kemal’e neredeyse dostça yaklaşmasına ilişkin izleri de göz önüne alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiye edilmesi karşılığında olur verildiğini ifade eder. Türkiye Cumhuriyeti’ni aynı zamanda 200 yıldır içinde debelendiğimiz Batılılaşma bataklığı ile ilin ilendiren yazara göre, nasıl ki Osmanlı İmparatorluğu zamanında Batı’dan devşirdiği insanları kendisine kattıysa, Batı da benzer bir süreci Türk aydınlarına uygulamaktadır. Cumhuriyet devrimlerinin çoğu ise Osmanlı zamanında başlatılan yenileşme hareketlerinin bir devamıdır. Tahir aynı zamanda, kendilerini solcu addeden birçok Kemalist karşısında, Yunanistan’la yapılan savaşın Millî Kurtuluş Savaşı ya da antiemperyalist savaş olarak nitelenmesine itiraz ederek şimşekleri üzerine çeker: Misak-ı Milli salt Türklerin oturduğu bir vatanı kapsasaydı, Yunanla yapılan savaşa neden Milli Kurtuluş Savaşı denilecekti. Bu savaş herhangi bir savaştan başka bir nitelik taşımıyordu. Bütün öteki savaşlar gibi, bir milletin toptan ortadan kalkması sonucu da elbette veremezdi. Yenilir, biraz toprak kaybeder, tazminat öder, sonra da öç almağa hazırlanırdık. Söz gelimi Almanya’da olduğu gibi. Nitekim Almanya’da Kayser müessesi yıkılmış, yerine Cumhuriyet gelmişti.  Fakat hiç kimse Hitler hareketine milli kurtuluş hareketi demedi. Eğer söz konusu olan durum salt Türkler meskûn olan toprakları değil, başka milletlerin de söz gelimi Kürtlerin oturduğu toprakları da kapsıyorduysa, 1918/23 arasındaki Türklere bir çeşit sömürge vermek nasıl bir oyundu, biz milli kurtuluş savaşımızın nasıl sonuçlanacağını bilemediğimiz bir durumda Kürdistan’ı Misak-ı Milli sınırları içine almayı nasıl düşünebildik? Dış sömürücülerle, büyük emperyalistlerle iyice anlaşmadan, onların hizmetine girmeden İmparatorluğu yıkılmış Türklerin ayrıca sömürge sahibi olabilmeleri elbette söz konusu olamazdı. Hem büyük emperyalistlere sımsıkı bağlanıp onların hizmetlerine girmek, hem de antiemperyalist olabilmek olur cambazlık değildir.10

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, tıpkı Osmanlı’da daha önceki isyanlarda olduğu gibi, kapıdan uzak düşenlerin kişisel heveslerinin bir sonucudur ve bu nedenle başarısızlığa yazgılıdır. Kemal Tahir’e göre Türkiye SSCB’ye karşı Batı için tampon görevi görmesi amacıyla kurdurulmuştur: Türkiye’nin bu tampon ödevini gerek emperyalistlere, gerek Bolşeviklere ilerde zarar vermeyecek bir hale getirilmesi için Osmanlı İmparatorluğu ile İslam Halifeliği’nin ortadan kaldırılması da şarttı. Bunu, emperyalistler, kendileri Hıristiyan güçlerle yapmayı İslam sömürgelerine karşı uygun bulmadılar. İçerden bu işi kıvıracak adam aradılar. Mustafa Kemal ve arkadaşları buna hemen talip oldular. Bu talip oluş aslında hele ilk zamanlar bu Mustafa Kemal ve arkadaşları çetesi için hiçbir şeyi garanti etmiyordu. Çünkü emperyalistlerle yapılan bütün anlaşmalar gibi bu anlaşma da, şeytanla çuvala girmekti. Kahpelik kurallarının ana temeli olduğu için kendi memleketi ne ne kadar gaddarca ihanet ederse etsin, kiralık hainler için kesin garanti hiçbir zaman söz konusu olamazdı. 11

Buna göre İstiklal Mahkemeleri de Osmanlı’nın mirasının yok sayılmasına karşı çıkanların yok edilmesi operasyonunun bir parçasıdır: Emperyalistler, Anadolu Savaşı boyu Kuvayı Milliyeciler’e, doğrudan doğruya hiçbir zorluk çıkarmamışlar, hatta bu takımı para bakımından, silah bakımından desteklemişlerdir. Fransızlar, Fransızlara söğümemek şartiyle Sivas Kongresi’nin kurulup başarıya ulaştırılmasından yana idiler. İtalyanlar, Anadolu çetecilerini Yunanlılara karşı açıktan desteklemişler, İngilizler İstanbul’u sıkboğaz ederek hele Millet Meclisi’ni basmak suretiyle Padişah-Halifeyi soluk alamaz hale getirmek ve Ankara’ya bir de Millet Meclisi ikram ederek durumu meşrulaştırmanın yolunu bulmuşlardır. Bu arada, Federasyon teklif eden Suriye’yi, Mustafa Kemal-Faysal anlaşması Misak-ı Milli dışarısın da bırakıyor, Fransızlara bir sömürge hediye etmiş oluyor, bu arada Sivas Kongresi’nde sadece Padişahın lafını edip Halifeden hiç söz açmıyordu. İngiliz-Kuvayı Milliye anlaşmasının iki temel dayanağı ve şartı vardı: Birisi Osmanlılıktan-Osmanlı mirasından vazgeçmek, öteki Halifeliği tamamıyla bırakmak. Bütün bu işlerin gürültüsüz patırtısız çevrilmesi için ilk iş olarak, İhaneti Vataniye Kanunu çıkarılmış, İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur.12

Daha önce belirtildiği üzere yirmili yaşlarının sonlarına kadar CHP ve Kemalizm’e derin bir hoşgörü ile yaklaşan yazar, Serbest Cumhuriyet Fırkasının başına gelenleri görmesi ve gelişen düşünsel ve yaşamsal deneyimlerinin de etkisi ile Cumhuriyet’e birçok açıdan eleştirel yaklaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel ve tarihsel mirasını yok saymanın yanlışlığına işaret eden Kemal Tahir’e göre Tarihsiz toplumların büyük sanatı olamaz. Elli yıllık tarihle sanat olamayacağı gibi, uydurma tarihle de sanat yapılamazdı. 13.

1962’de, 1923’ten o yana Kemalizm’in Türkiye’de, Mithat Paşa Jöntürkleri’yle başlayan burjuva yetiştirme çabalamasının devamı olarak, kapitalizmin doğup kökleşmesini temine çabaladığını savlar. Ayrıca Kemalizm’in teklif ettiği politikaların, bu politikalar kapitalizme hizmet ettiği için, gericilik olduğunu ve artık geriye dönmenin mümkün olmadığını dile getirir 14.

Atatürk’ün dilde sadeleştirme ve Güneş Dil Teorisi yaklaşımlarını eleştirirken bir gece sofrada otururken hadi biraz da dil devrimi yapalım diyerek dil devrimine başlanamayacağını düşünür. Ona göre, Türk dilini sadeleştirme hareketi de, aslında bir cehalet hamlesinden başka bir şey değildi ve Osmanlılar bizim kadar ahmak olsalardı, sadeleştirecek Türkçe bile zor bulunurdu 15.

Osmanlıcanın temelinde, Arapça ve Farsça kelimelere nasıl tasarruf edildiği üstünde hiç durulmadan, dil bilimi bir kenara itilerek, görmezden gelinerek bu yol tutulmuştur 16.

Ne var ki Kemal Tahir’e göre Umumi konuşma ve yazı dilinde inkılap olmaz. Milyonların kullandığı kelimeler ve deyişler attırılıp yerine başka kelimeler kullandırılamaz. 17.

Çünkü bir toplum oluşurken şu veya bu dili alması, gönül isterilerinden gelmez, tarihsel zorunluluklarından gelir. 18

Köy Enstitülerini bütün bütün olumsuz olarak değerlendirmese de, bu enstitülerin kurulması ve kapatılması Kemal Tahir’e göre doğrudan İsmet İnönü’nün II. Paylaşım Savaşı’nda önce Almanya, sonra SSCB’den medet ummasının ve CHP’ye köylerden adam kazanmayı amaçlamasının sonucudur. Ne var ki halkı kandırabileceğini düşünen İnönü baltayı taşa vurduğunu geç far eder. Tahir’e göre İmam Hatip Okulları ile Köy Enstitüleri arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de aynı zümreler tarafından aynı kötü amaçlarla kurulmuştur. 19

27 Mayıs 1960’ta yapılan ve solcuların büyük bölümünün bugün bile olumsuz yaklaşmadığı askerî darbe karşısında ilk anda Kemal Tahir de sessiz kalmış fakat bir iki hafta gibi kısa bir süre içinde darbeye ve uygulayıcılarına karşı sert ve alaycı bir tutum geliştirmiş, hemen her politikasını eleştirdiği Adnan Menderes ve arkadaşlarına uygulananları insanlık dışı olarak değerlendirmiş, yaşananları rezillik olarak nitelemiştir. 20.

27 Mayısçıların gündeme getirdiği  toprak reformu konusunda ki özgün görüşleri Kemal Tahir’in sol çevrelerde yalnız bırakılmasında önemli bir mihenk taşı olmuştur. Tahir’e göre altyapıdan yoksun ve gerçek güçlere dayanmayan topraksız köylüyü topraklandırmak meselesi de sadece Devlet adamlarımızla, orta sınıftan gelen Aydınlarımızın kaygusu olarak sürüp” gitmektedir. Toprak reformuna ilişkin görüşleri üzerine Fethi Naci ile başlayan sol linç kampanyası Kemal Tahir’in yakasını hiç bırakmaz 21.

Kemal Tahir ölene değin hatta öldükten sonrada yakasını bırakmayan ve çeşitli sol çevrelerden gelen bu türden insafsız ve sert eleştirilere karşın onunla iletişimini sürdüren entelektüelleri Tahirler küçümsemesi ile niteleyenler olmuştur. Cemil Meriç’e göre bu durum “putları kırılanların Kemal Tahir’e öfkesinin yansımasıdır 22.

Türkiye’deki sosyalist girişimleri hep halktan kopuk olarak niteleyen Kemal Tahir, bu açıdan 1960’larda biraz serpilmeye başlayan Türk solunu da, tıpkı 1910’larda Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişen sosyalist hareket gibi halktan kopuk ve seçkinci bulur. 23

Kemal Tahir sol hareketin en önde gelen isimlerinden Behiç’e Boran’ı şu sözlerle eleştirir: Sosyalizmin alfabetik temel kitaplarından ibaret yalın kat bilgisini neden bir türlü bırakamıyor? Bunların vasıta olduğunu, aslında bunların aracılığı ile kendi gerçeklerimizi bulmak olduğunu neden unutmuş gibi görünüyor? Türk sosyalistlerini kendi ülke gerçeklerini anlamamakla suçlayan yazar bilimsel sosyalizmi kastederek, Dünya da, tek bir buğday vardır ama her milletin kendi ekmek çeşnisi başkadır, derken 24

Bu duruma eleştirel bir göndermede bulunur. 1965’le birlikte dillere yerleşmeye başlayan Ortanın Solu kavramı ise ona başlangıçta umut vaat eder gibi görünür 25.

Ama Tahir sonradan Ortanın Solu için, Temel güçler bakımından dayanıksızdır ve amacına giden yol bakımın dan yönsüzdür. Doktrin sizdir. Yani temelsizdir. Temelsiz olduğu için ister istemez, temelden yukarıya doğru değil, yukarıdan aşağıya doğru işler. Doktrinden yoksul olduğu için sapmaları önleyerek amaca doğru, kestirmeden gidebilmesi… İmkânsız, diyecektir. 26 

Yine aynı yıllarda gelişen silahlı sosyalist gençlik hareketlerini de asla onaylamaz. Solcuların askerle işbirliği yaparak sosyalist bir devrim düşü kurmalarını ise, sosyalist geçinen akıl danelerimiz birkaç teğmeni aldatmakla bu memlekette sosyalizm kurabileceklerine inanıyorlar, sözleri ile eleştirir. Ne var ki Türk sosyalistlerinin Türk burjuvalarıyla işbirliği yapmadan hiçbir varlık gösteremeyeceklerini savlarken eleştirdiği 27

Kemalistlerinkini çağrıştıran ve Marksist sayılması çok tartışmalı bir yaklaşım benimsediği belirtilebilir. Benzer bir biçimde 1950 lerin sonlarında Kemal Tahir’in statükocu ve Kemalist bir parti olan CHP’yi hâlâ solda bir parti olarak göre bilmesi 28 

onun sosyalizm anlayışının eleştirilebilir bir başka yönüne işaret etmektedir. 1960 tarihli bir sohbetinde Sovyetlerde Burjuva sınıfının kaldırıldığını, fakat onun yerine teknokratların yepyeni bir sınıf oluşturduklarını, işçi sınıfının da dağılmak şöyle dursun perçinlendiğini belirtir. 29 

Ona göre,1968’de SSCB’den gelen bir davetle bu ülkeye trenle yaptığı gezide gördükleri de sosyalizmin ruhuna terstir: “bürokrasiye, hele teknokratlara (bunların içinde fen ve teknik üstünde çalışan Akademisyen ler de vardır) hürriyet sağlayabildiği halde, insana değgin bilimlerle uğraşanlar, hele her çeşit sanatçılar için –bunların kapıya bağlanabilenlerinin dışında kalanlar için– hür düşünceyi, hür çalışmayı hemen hemen imkânsızlaştıran bir despotluk. 30

1960larla birlikte Türkiye’de CHP’den koparak gelişmeye başlayan gençlik hareketlerini de olumsuzla yan Kemal Tahir, özellikle banka soyma ve adam kaçırma benzeri eylemlerin devrimci kuramlarla bağdaştırılamayacağı görüşündedir 31.

Deniz Gezmişlerin devlet tarafından idam edilmelerinden üzüntüyle söz ederken, onları devletin oyununa gelerek arkalarında hiçbir güç olmadan intihar ettiklerini savlarken, aynı ortamda bulunan ve onun görüşlerine büyük değer vere gelmiş Oğuz Atay’ın bu evde faşizm propagandası yapılıyor diyerek evi terk ettiği iddia edilmiştir 32.

Diğer yandan Kemal Tahir’in bu yıllarda kimi sosyalist örgütlerin banka soygunu eylemlerine ilişkin banka soymak, soygunun harcanma yerini her istediğinde denetlemeye hazır bulundurmanın mümkün olamaması yüzünden namuslu bir iş sayılamaz, 33

Bu çalışmada kısaca Kemal Tahir’in sosyalist düşünceye ve bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti ve Kemalizm’e bakışı ele alınmıştır Sosyalizme her zaman yakın durmuş bir Türk aydını olan Kemal Tahir; çalışkan, sistemli ve üretken bir yaşam yaşamasının bedelini görmezden gelinerek ödemek zorunda bırakılmıştır. Kemal Tahir’in düşünceleri doğru ya da yanlış vurgulara sahip olabilir, ne var ki yaşamı boyunca çoğu aykırı ama sistemleştirilmiş düşüncelere doğrudan sistemsel eleştiriler getirilmeden görmezden gelinmesi ve yok sayılmaya çabalanması onun değil, Türk düşünce tarihinin kayıp hanesine yazılmıştır. 34. Benzer bir biçimde, söylediklerinde ya da düşüncelerinde olaylara ve olgulara sistemli bir şekilde ve ahlak anlayışını temele koyarak yaklaşan Kemal Tahir’i keskin yargılarla değerlendirmek onun değil, söz konusu yargılarda bulunacakların ufkunu daraltma işlevi görecektir. Onun ölmeden bir gece önce kendisine yoğun eleştiriler getiren Mete Tunçay’a söyledikleri bundan sonra da Kemal Tahir’in düşüncelerini inceleyecek insanlara bir çağrısı olarak değerlendirilebilir: Sizler, gençsiniz, size önce şunu belirtmek istiyorum. Hayatım boyunca bir sistem dahilin de düşünmeye çalıştım. Sistemden ayrılmadım. Yazdıklarım bir rastlantının sonucunda değil sistemli düşüncenin sonucunda bulunmuştur. Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; olaylar söylediklerimi doğruladı. El yordamıyla değil, bir sistem içinde düşünmeli dir insan. İnsanlar yanlış yapabilir. Ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. Yanlış yapmaları daha zordur. Benim geçtiğim yollar da kendini tüketen ve benim çektiğim acılar dan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa, bu ilişkiyi mutlaka görecektir. Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır. Ben romanla rımda dünü yazdım. Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma.

Hatta, gelecek için yazar…35

Bu yazı Fayrap dergisinin Nisan 2010 sayısın da yayımlanan aynı başlıklı yazının biraz daha geliştirilmiş hâlidir.

İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, İstanbul, Emre y. 2006, s. 142. 

Fatma İrfan, Kemal Tahir’den Fatma İrfan’a Mektuplar, İstanbul, Sander y. 1979, s. 122.  İrfan, a.g.e., s. 93. Mektupta sözü edilen metresini öldüren katil Atatürk’ün yaveridir ve işlediği suçun ardından edindirildiği deli raporu ile serbest bırakılır,  daha sonar da milletvekili seçilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki Türkiye 1930 ların ortalarına değin İstanbul’ daki üç eroin fabrikası ile dünyada eroinin serbest kaldığı birkaç ülkeden biriydi. Söz konusu fabrikalar, Mustafa Kemal’in de isteği ile kapatıldı ve eroin ticareti-Şükrü Kaya ve Hasan Saka başta olmak üzere birçok güçlü bürokrat ve işadamının muhalefetine karşın resmen yasaklandı. 

Kemal Tahir, Notlar 13: Sosyalizm, 

Toplum ve Gerçek (Yayına Hazırlayan: Cengiz Yazoğlu), İstanbul, Bağlam y. 1992, s. 35. 

Bozdağ, a.g.e., s. 118-119. 

Sezai Coşkun, “Kemal Tahir – Şahsiyeti, Eser leri, Fikirleri” (Yayımlanmamış Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı, 2006, s. 378. 

Tahir, Notlar 11: Batılaşma, s. 66. 

Mustafa Çobanoğlu, “Kemal Tahir’in Düşün cesi, Son Akşamı ve Vasiyetnamesi”, Kemal Tahir’in 30. Ölüm Yıl dönümü Anısına, Sosyoloji Yıllığı-Kitap 10 (Yay. Haz. Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan), İstanbul, Kızılelma y. 2003, s. 365. 

Tahir, Notlar 12: Çöküntü, s. 272. 

Tahir, Notlar 12: Çöküntü, s. 194-195.    

Tahir, Notlar 12: Çöküntü, s. 263. 

Tahir, Notlar 12: Çöküntü, s. 282-283. 

Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 252. 

Tahir, Notlar 12: Çöküntü, s. 74, 120. 

Kemal Tahir, Notlar 3: Sanat Edebiyat 3, Dil Dosyası, İstanbul, Bağlam y., 1989, s. 298. 

Tahir, Notlar 11: Batılaşma, s. 135. 

Tahir, Notlar 3: Sanat Edebiyat 3, Dil Dosyası, s. 45. 

Tahir, Notlar 10: Osmanlılık/Bizans, s. 455. 

Tahir, Notlar 10: Osmanlılık/Bizans, s. 393. 

İsmet Bozdağ, a.g.e., s. 11-18, 28 vd. 

Naci-Tahir arasında 1961 Şubatında patlak veren toprak reformu tartışması için bkz. Bozdağ, a.g.e., s. 44-57. 

Meriç, a.g.e., s. 251. 

Tahir, Notlar 10: Osmanlılık/Bizans, s. 118. 

Tahir, Notlar 13: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, s. 157. 

Hulusi Dosdoğru, Batı Aldatmacalıyı ve Putlara Karşı Kemal Tahir, İstanbul, 

Tel y. 1974, s. 17. 

Tahir, Notlar 12: Çöküntü, s. 184. 

Tahir, Notlar 12: Çöküntü, s. 158. 

Bozdağ, a.g.e., s. 30. 

Bozdağ, a.g.e., s. 22. 

Tahir, Notlar 4: Sanat Edebiyat 4, s. 456. 

Tahir, Notlar 13: Sosyalizm, 

Toplum ve Gerçek, s. 166. 

Leylâ Erbil, “Oğuz Atay’la Bir Akşam”, Virgül Dergisi, sayı 114,  2008 – Ocak, s. 49. 

Tahir, Notlar 13: Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, s. 167..9 savındaki ‘namus’ yaklaşımının yine Kemal Tahir’in sözleri ile “devrimci teori” açısından ne denli devrimci olduğu sorgula nmaya açıktır. 

Bu konuda tartışılmaya açık iki istisna için bkz. Mete Tuncay,  Bilineceği Bilmek, İstanbul, Alan y. 1983; Murat Belge, Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul, 

İletişim y. 1988. Eklemek gerekir ki Tunçay’ın kitabında savunulan görüşlerden biri Kemal Tahir’in kitaplarının toplatılması gerektiğidir 

(s. 68) 

Çobanoğlu, a.g.m., s. 361-362. 

Krş. Dosdoğru, a.g.e., 417-418. 

-alıntı-                          

Kaynakça:

serbestsiyasa.com/? p=25823 Şub 2011

Gönderen Barkın Karslı

23 Şubat, 2011.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder